O |
Kaf
|
O |
|
16- Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne
fısıldadığını biliriz, çünkü biz
ona şah damarından daha yakınız.
Ayetin başındaki "Andolsun
ki insanı biz yarattık" ifadesi,
bu ifadenin dolaylı anlamının gereğine
işaret etmektedir. Şöyle ki: Bir aleti yapan elbette ki
onun yapısını ve sırlarını
başkalarından daha iyi bilir. Halbuki o, sözkonusu
aletin yaratıcısı değildir. Çünkü o aletin
ana maddesini o yaratmamıştır. O halde şekil
vermekten ve onu monte etmekten başka bir şey
yapmamıştır. Bir aleti yapan, onun
sırrını ve yapısını bildiğine göre,
insanı yoktan var eden, ona varlık niteliği
kazandıran ve yaratan yaratıcı neleri bilmez?
Elbette insanoğlu aslında yüce Allah'ın kudret
elinden çıkmıştır. O halde insanoğlu, bütün
benliği, niteliği, ve sırları ile, kendi ana
kaynağını, çıkış
noktasını, halini ve varacağı yeri bilen
yaratıcısının önünde apaçık
ortadadır.
"Ve nefsinin ona ne
fısıldadığını biliriz."
İşte böylece insan, kendi nefsini apaçık
ortada bulur. Kendisinin inkar ettiği ve reddettiği
hesap gününe hazırlık olmak üzere nefsini hiçbir
perdenin örtemediğini ve içinden geçen her duygu ve fısıltının
yüce Allah tarafından bilindiğini görür.
"Biz ona şah damarından daha yakınız..."
İçinde kanının dolaştığı
şah damarından daha yakınız ona. Bu
herşeye malik olan kutsal kudret elinin avucunu ve
dolaysız kontrolü canlandıran bir ifadedir.
İnsanın bu gerçeği düşündüğü zaman
titrememesi ve kendisini hesaba çekmemesi mümkün değildir.
Eğer insan sadece şu ifadenin anlamını
kafasında canlandırabilseydi, Allah'ın hoşnud
olmayacağı bir tek sözü bile söylemeye ve hatta kabul
buyrulmayacak bir tek düşünceyi bile aklından geçirmeye
cesaret edemezdi. İnsanın sürekli bir kaçınma,
devamlı bir korku ve hesaba çekilmeyi asla dikkatten kaçırmayacak
şekilde uyanıklık içinde yaşaması için
şu bir tek ayet bile yeterlidir. Ancak ne var ki
Kur'an-ı Kerim, kutsal kontrol kavramını
pekiştirmek için konudan konuya geçiyor. Bir de bakıyor
ki insanoğlu, yaşarken, hareket ederken, uyurken, yerken,
içerken, konuşurken, susarken ve bütün yolculuklarını
yaparken sağından ve solundan kendisi için
görevlendirilmiş iki melek arasındadır ve her
hareket ve sözünü daha anında almakta ve
yazmaktadırlar.
17- Çünkü onun sağında ve solunda oturan, her
davranışı yakalayıp tesbit eden iki melek
vardır.
18- İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında gözetliyen,
dediklerini zapteden bir melek hazır bulunmasın.
Ayette geçen Rakip ve Atid hemen ilk anda akla
geldiği gibi bu iki meleğin ismi değildir.
İnsanın her hareket ve sözünü kaydeden her an hazır
ve gözcü iki melek demektir.
Biz bu iki meleğin amelleri nasıl kaydettiğini
bilmiyoruz. Hiçbir temele dayanmayan hurafe ve vehimleri sıralamaya
da gerek yoktur. Gayba ait olan bu gerçekler karşısında
tutumumuz şudur bizim. Bunları oldukları gibi
alırız, nasıl olduklarını
araştırmaya kalkışmadan ifade ettiği
anlamlara inanırız. Çünkü bunların nasıl
olduklarını bilmek bize hiçbir şey
kazandırmaz. Üstelik bu gayba dair gerçekler ne
tecrübelerimizin ve ne de beşeri bilgilerimizin alanına
girmezler.
Bizler bugün -görülen beşeri bilgi alanımız içinde-
atalarımızın akıllarının ucundan
bile geçmeyen kayıt araçları tanıyoruz. Bu araçlar
hareket ve sesleri kaydetmektedir. Teyp kasetlerini, sinema ve
video kasetlerini bunlara örnek olarak verebiliriz. Tabii bütün
bunlar beşer olan bizlerin ellerinde olan araçlardır.
Kaldı ki, meleklerin kayıt yöntemlerini, bizim beşeri
ve sınırlı düşüncemizin ürünü olan
belirli tescil yöntemi ile sınırlandırmamız için
hiçbir neden olmaması haydi haydi gereklidir. Çünkü bizim
beşeri tasavvurlarımız bizim için meçhul olan o
alemden nihayet son derece uzakta bulunmaktadır. Biz o
alemden ancak Allah'ın bizlere haber verdiği
kadarını bilmekteyiz. Fazla değil.
Bu canlandırılan gerçeklerin
ışığı altında yaşamak ve
yapacağımız her harekete ve söyleyeceğimiz
her söze karar verir vermez, yüce katında hiçbir şey
ve kırıntının asla zayi
olmadığı yüce Allah'ın huzurunda hesap
defterimizde yer alsın diye, sağımızda ve
solumuzda her hareket ve sözümüzü bir kaydedenin bulunduğunu
hissederek yaşamak, yeter bize. Evet, bu korkunç gerçeğin
ışığı altında yaşamamız
yeter. Bizler nasıl olduğunu bilmesek bile bu bir gerçektir.
Bu gerçek herhangi bir şekle bürünmüş kendine göre
şekli olan bir varlıktır. Bunun
varlığını inkar etmeye imkan yoktur. Yüce
Allah bu gerçeği bizlere haber vermiştir ki ona göre
hesabımızı yapalım diye, yoksa onun nasıl
ve ne şekilde olduğunu öğrenmek için boşu
boşuna enerjimizi harcayalım diye değil.
Doğrusu bu Kur'an'dan ve Kur'an'la ilgili gerçeklere dair
Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- eğitiminden
yararlananların izledikleri yol bu idi. Onların yolu
hissetmek ve duyduklarını yaşamaktı.
İmam Ahmet der ki: "Bana Ebu Muaviye anlattı.
Ona Leys kabilesinden Alkame oğlu Amr oğlu Muhammed
anlatmış. Alkame'nin oğlu babasından, o da
Alkame'nin dedesinden (kendi babasından) duymuş.
Alkame'nin dedesi de Müzen kabilesinden Haris oğlu Bilal'den,
Bilal de Resulullah'tan -salât ve selâm üzerine olsun- duymuş.
Resulullah der ki: "Şüphesiz bir kişi yüce Allah'ı
hoşnut edecek bir kelime söylediği zaman bu kelimenin
nereye ulaşacağını tahmin bile edemez. Yüce
Allah o söz sayesinde o kişiye, kendisine hoşnud olarak
kavuşacağını yazar. Ve şüphesiz bir kişi
de yüce Allah'ı öfkelendirecek bir kelime söylediği
zaman onun nereye ulaşacağını tahmin edemez.
Bu söz
nedeni ile, Allah Teala o kişiye kendisine öfkeli olarak
kavuşacağını yazar:" İmam Ahmed'in
nakline göre Alkame dermiş ki: "Haris oğlu
Bilal'in naklettiği bu hadis benim nice sözlerime engel olmuştur."
(Hadisi Tirmizi, Nesai ve ibn Mace Amr oğlu Muhammed zinciri
ile nakletmişlerdir. Tirmizi hadis için sahih ve hasendir
demiştir).
Hikaye edilir ki, İmam Ahmet ölüm anı
yaklaşınca inlemekteyken, inlemenin
yazıldığını duyar ve ruhu yüce Allah'ın
hoşnutluğuna akana kadar bir daha inlemez, susar.
İşte o insanlar bu gerçekleri böyle alıyorlar
ve bunlarla yakini (kesin) bir iman içinde yaşıyorlardı.
Bu anlatılanlar hayat sayfası idi. İnsanın
hayat kitabında bu sayfadan sonra, insanın ölmek üzere
olduğu anı yansıtan sayfa var.
|
|
O |
|
O |
|