Kökü sağlam, dalları göklere tırmanan güzel
bir ağaca benzeyen güzel söz ile dik duramayan ve kökü de
yerden kesilmiş iğrenç bir ağaca benzeyen
iğrenç sözün oluşturduğu sahne, genelde surenin
atmosferinden, peygamberler ile onları yalanlayanların
hikâyesinden, özelde de her iki grubun akıbetinden
alınmış bir sahnedir. Burada peygamberlik
ağacı ve bu ağaca yansımış
peygamberlerin babası Hz. İbrahim'in gölgesi net bir
şekilde görülmektedir. Bu ağaç her dönemde güzel ve
tatlı meyveleri vermektedir... Peygamberlerden biridir bu
meyve... İman, iyilik ve canlılık meyvesini
vermektedir...
Fakat bu örnek, surenin ve surede ele alınan hikâyenin
atmosferi ile uyuşmakla birlikte, bundan daha engin
ufukları; daha geniş bir alanı, daha derin bir gerçeği
ifade etmektedir.
Hiç kuşkusuz güzel söz -yani gerçek söz- tıpkı
güzel bir ağaç gibidir. Sağlam, görkemli ve bol
meyvelidir. Sağlamdır, kasırgalar ne kadar
amansız olurlarsa olsunlar onu yerinden sökemez. Batıl
rüzgârları onu sarsamaz. Tağutların
balyozları onu etkilemez. Kimi dönemlerde bazılarınca
yokolma tehlikesi ile karşı karşıya
kaldığı zannedilse bile sağlamdır, uludur.
Kötülükten, zulümden ve azgınlıktan hep yüksektir.
Kimi zamanlar onun batıl tarafından yerinden sökülüp
boşluğa atıldığı sanılsa bile
meyvesini vermeye devam eder. Bu ağaç ve meyveleri hiç
eksik olmaz. Çünkü bu ağacın tohumları gün
geçtikçe artan ruhlarda yeşermektedir.
Aynı şekilde iğrenç söz -yani batıl söz-
tıpkı iğrenç bir ağaç gibidir. Kabarır,
yükselir, dal-budak salar. Bu yüzden bazı insanlar onun güzel
ağaçtan daha iri, daha güçlü olduğunu sanabilirler.
Hatta toprağın dışındadır. Onun bu görkemi
geçici bir süre içindir, sonra tekrar yere yıkılacaktır.
Sağlamlığı,
kalıcılığı sözkonusu değildir.
Bunlar salt birer örnek değildirler. Sırf iyileri
desteklemek, onları yüreklendirmek amacına yönelik
olarak söylenmiş sözler değildir bunlar. Kimi dönemlerde
gerçekleşmesi gecikse de hayatta yaşanan bir realitedir
bu.
İyilik kalıcıdır, kötülük onu sıkıştırsa
da, yoluna engel olsa da ölmez, solmaz. Kötülük ise uzun süre
yaşayamaz. İçine karışmış kimi
iyilik kalıntıları yok olana kadar yaşayabilir.
-Zaten saf kötülük çok az bulunabilir- İçindeki kimi
iyilik kalıntıları yok olunca, kötülük de yok
olup gider. Geride bir şey kalmaz. Bu durumda görkemli ve
üstün gibi görünse de içten içe yok oluyor, dağılıp
gidiyordur.
Unutulmamalıdır ki, iyiliğin
karşılığı iyilik, kötülüğün karşılığı
da kötülüktür.
"İnsanlar öğüt alsınlar diye Allah onlara
çeşitli örnekler verir."
Bunlar, doğrulayıcı kanıtlarına yeryüzünün
pratik hayatında her zaman
karşılaşılabilinecek örneklerdir. Ama
insanlar hayatın yoğunluğu içinde çoğu zaman
banları görememekte, unutup gitmektedirler.
İfadede ve ifadenin oluşturduğu atmosferde
sağlamlık anlamını tasvir için katkıda
bulunan ve kökü sağlam ve toprağın derinliklerine
uzanmış, dalları ise alabildiğine
boşluğa doğru uzanmış, görkemli olarak
tasvir edilen, gözönünde sağlamlık ve güçlülük
örneği olarak duran ve sağlam ağacın gölgesinde...
Evet güzel söze örnek oluşturan bu güzel ağacın
gölgesinde:
"Allah gerek dünya hayatında, gerekse ahirette mü'minleri
değişmez söze bağlı tutar"...
Toprağın üstünde dik duramayan, sağlamlığı
ve dayanıklılığı sözkonusu olmayan iğrenç
ağacın gölgesinde... "Allah zalimleri 'ise saptırır."
İfadelerin ve anlamların gölgeleri ayetin akışı
içinde birbirleriyle bir ahenk oluşturmaktadırlar.
Yüce Allah gerek dünya hayatında, gerekse ahirette mü'minleri
vicdanlara yerleşmiş, fıtratlarda
sağlamlaşmış, salih amelle meyve veren,
hayatta hep yenilenen ve her zaman kalıcı olan iman sözüne
bağlı tutar. Onları Kur'an'ın ve peygamberin sözü
ile, hak için dünyada zafer, ahirette de kurtuluş olarak
verdiği sözle sağlamlaştırır.
Bunların tümü sağlam, doğru ve gerçek sözlerdir.
Bu sözlere bağlı kalanların yolları
ayrılmaz, farklılaşmaz. Bu sözlere bağlananlar
bunalıma girmezler, şaşkınlık ve
kararsızlık içinde bocalamazlar.
Zalimleri ise yüce Allah, zalimliklerinden müşrikliklerinden
(zulmün Kur'an'da genellikle şirk anlamında
kullanıldığına çokça rastlanır) yol gösterici
aydınlıktan uzak oluşlarından,
karanlıkların, efsane ve hurafelerin
bataklığında yüzüyor olduklarından,
Allah'ın seçtiği değil, arzu ve heveslerin
öngördüğü sistemlere, kanunlara uyduklarından
dolayı saptırır. Zulmedeni,
aydınlığı görmezlikten geleni, arzu ve
hevesine uyanı sapıklığa, bataklığa
ve bedbahtlığa mahkûm eden değişmez
yasası uyarınca onları saptırır...
"Allah dilediğini yapar."
Mutlak iradesi ile kanunları seçer. O kanunları seçer,
bu kanunlar kendisini bağlayıcı değildïrler,
sadece onlardan hoşnut olur. Hikmeti bu kanunların
değişmesini öngörürse, hiçbir kuvvetin karşı
koyamadığı, hiçbir engelin yolunu kesemediği
ve varlık aleminde meydana gelen her şeyin dilemesi
uyarınca meydana geldiği iradesinin çerçevesi içinde
değiştirir bu kanunları.
Bununla peygamberlik ve davet hareketlerini konu alan büyük
hikâyenin sonunda yapılan değerlendirme sona eriyor. Bu
hikâye, peygamberlerin babası Hz. İbrahim'in
adını alan bu surenin ilk ve en büyük bölümünü
kaplamıştı. Koyu gölgeli ve her zaman iyi meyveler
veren peygamberlik ağacına, ardarda gelen nesillerde
yenilenen ve her zaman büyük gerçeği içeren güzel sözde
değinilmişti. Hiçbir zaman değişmeyen tek gerçek
olan peygamberlik gerçeğinden, hep aynı çizgiyi
izleyen ve değişmez davet gerçeğinden, bir ve
ezici güce sahip olan Allah'ın ortaksız
birliğinden söz edilmişti.
PEYGAMBERLERİN ORTAK DAVETİ
Şimdi peygamberlerin cahiliye toplumları ile mücadelelerini
konu alan bu hikâyenin, gözler önüne serdiği belirgin gerçeklere
kısaca değinmek istiyoruz.
Bu gerçeklere ayetleri teker teker ele alırken
bazı işaretlerde bulunmuştuk. Ama gördük ki, bu
gerçekleri fırsat varken biraz daha irdelemek gerekmektedir.
1- Her şeyi hikmetle yapan ve her şeyden haberdar
olan yüce Allah'ın sunduğu bu hikâyeden, en başta
gelen ve son derece açık olan bir gerçeği
algılıyoruz. İnsanlık tarihinin
başlangıcından bu yana yol alan iman kafilesi tek
ve birbirine bağlı bir kafiledir. Bu kafilenin
başını, tek bir gerçeğe çağıran,
aynı davayı açığa vuran ve aynı hareket
metodunu takip eden seçkin peygamberler çekmektedir. Bütün
peygamberler tek ve ortaksız İlahlığa ve
Rabblığa boyun eğmeye çağırmaktadır
insanları. Hiçbiri Allah'ın yanında bir
başkasına davet etmez, O'nun dışında hiç
kimseye dayanamaz, O'ndan başka birine
sığınmaz, Allah'dan başka bir dayanak
tanımaz kendisi için.
O halde tek Allah'a inanma olgusu "Karşılaştırmalı
Din Bilginlerinin" iddia ettikleri gibi, çok tanrıcılıktan,
iki tanrı inancına, ondan da tevhid inancına
doğru bir gelişmenin, ilerlemenin sonucu ortaya çıkmış
bir inanç biçimi değildir. Önce Totemlere, ruhlara, yıldızlara
ve gezegenlere yönelik ibadetten tek Allah'a yönelik kulluğa
geçilmiş değildir. Bu iddialara göre insanların
deneyim kazanmasına, insan ürünü bilimlerin gelişip
ilerlemesine, siyasal düzenlerin tek bir merkezden yönetilen
birleştirici rejimlere dönüşmesine paralel olarak inanç
da tek tanrıcılığa doğru gelişip
ilerlemiştir.
Tek Allah inancı, insanlık tarihinin
başlangıcından bu yana gelmiş geçmiş tüm
peygamberlerin getirdikleri mesajların ana konusunu
oluşturmuştur. Bu gerçek herhangi bir peygamberin mesajında
veya herhangi bir semavi dinde değişmemiş,
farklılık arz etmemiştir. Her
yaptığı yerinde ve bir hikmete dayanan ve her
şeyden haberdar olan yüce Allah böyle anlatmaktadır.
Şayet bu "Karşılaştırmalı
Din Bilginleri" "insanların, tüm peygamberlerin
getirdiği tevhid inancına
yatkınlığının her peygamberin döneminde
biraz daha geliştiğini, dönem dönem ardarda gelen
peygamberlere karşı koyduğu cahiliye putçuluğunun
bu tevhid inancından etkilendiğini, zamanla tevhid
inancının halk kitlelerinin yanında eskisinden daha
çok kabul gördüğünü, bu değişimin
peygamberlerin ardarda sunduğu mesajların ve başka
etkenlerin sonucu gerçekleştiğini" söyleselerdi.
Evet şayet bu "bilginler" böyle bir şey söyleselerdi,
buna biraz olsun itibar edilebilirdi. Ne var ki, bunlar eskiden
beri Avrupa'da kiliseye karşı başgöstéren gizli
düşmanlığa, -çağdaş bilginler bu gerçeği
gözönünde bulundurmasalar da- bilinçli ya da bilinçsiz olarak
dini düşünce yöntemini yıkmaya ilişkin gizli
arzuya, dinin hiçbir zaman Allah'dan gelen vahiy olmadığını,
insanların ürünü olduğunu isbat etme arzusuna,
dolayısıyla düşünce, deney, bilgi ve bilimsel
gelişmeler karşısında takınılan
tavrın aynen dine karşı da
takınılacağı düşüncesine dayalı
araştırma yönteminin etkisinde kalmaktadırlar.
İşte "Karşılaştırmalı
Dinler Bilimi" bu eski düşmanlıktan, bu gizli
arzudan kaynaklanmaktadır. Buna rağmen "Bilim"
diye adlandırılıp birçoğunu
kandırmaktadır.
Herhangi bir insanın bu "Bilim"e aldanması
normal sayılsa bile, dinine inanan, bunun gibi bir gerçeğin
belirlenmesi açısından dininin metoduna saygı
duyan bir müslümanın bir an bile bu sözde
"Bilim"e kanması, doğrudan doğruya dinin
ilkeleriyle, böylesine tehlikeli bir sorunda dinin apaçık
hareket metoduyla çelişen biz söze aldanması normal
değildir.
2- O halde peygamberlerin oluşturduğu bu saygın
ve seçkin kafile, yoldan sapmış
insanlığı tek bir davet ile, değişmez bir
inanç ile karşı karşıya getirmişlerdir.
Ayrıca cahiliye toplumu da bu saygın kafileyi, bu
değişmez inanca yapılan tek daveti
değişmez bir tutumla
karşılamıştır. -Nitekim Kur'an-ı
Kerim zaman ve mekânın ötesinde değişmezliğini
koruyan tek gerçeği iyice vurgulamak, gözler önüne sermek
için bu mücadeleyi zaman ve mekan kavramlarından soyutlâyarak
sunmaktadır. Peygamberlerin daveti değişmediği
gibi, cahiliyenin bu davete tepkisi de değişmiyor.
Hiç kuşkusuz bu, gereği gibi düşünülmesi,
her zaman gözönünde bulundurulması gereken bir gerçektir.
Çünkü cahiliye zaman boyunca hep aynı cahiliyedir.
Çünkü cahiliye tarihinin belli bir döneminde ortaya çıkıp,
kaybolan bir olgu değildir. O, belirtilen ilkelere
dayalı bir rejim, bir inanç, bir düşünce ve bir
organik yapıdır.
Cahiliye en başta kulların kullara itaat etmesi,
boyun eğmesi, Allah'dan başkasının
İlahlaştırılması ya da Allah'dan
başkasının Rabblığı -ki cahiliyenin
yapısında bunların ikisi birbirinden
farksızdır- ilkesine dayanır. İnancın
çok ilahlı bir temele dayanması ile tek
İlahlı bunun yanında çok Rabbli -yani iktidar
sahibi egemenler- bir temele dayanması arasında bir fark
yoktur. Bu yaklaşım bütün özellikleriyle tam bir
cahiliye hayatına kaynaklık eder.
Peygamberlerin -Allah'ın salât ve selâmı
üzerlerine olsun- daveti, Allah'ın birliği, sahte
Rabblerin ortadan kaldırılması, dinin Allah'a
özgü kılınması -yani sadece Allah'a itaat
edilmesi, Rabb olarak, yani hakimiyet ve iktidar
bakımından onun bir kabul edilmesi- ilkesine
dayanmaktadır. Bunun için bu davet, doğrudan
doğruya cahiliyenin temel dayanağı ile çarpışmakta
ve cahiliyenin varlığına yönelik bir tehlike
unsuru oluşturmaktadır. Özellikle İslâm davası,
üyelerini cahiliye toplumundan çekip çıkaran, onları
inanç, önderlik ve yönetim noktasında cahiliyeden tamamen
ayıran kendine özgü bir toplumun varlığında
somutlaştığı zaman cahiliyeye yönelik bu
tehdit daha bir belirginleşmektedir. Hiç kuşkusuz bu
durum her çağda ve her yerdeki İslâma davet hareketi
için zorunludur.
Birbirleriyle dayanışmalı, birlik ve beraberlik
içinde organik bir oluşum olarak cahiliye toplumu inanç açısından
varoluşunun temeline, aynı şekilde İslâm
inancının kendisinden ayrı ve kendisine
karşı bağımsız bir toplum tarafından
temsil edilmesi ile bizzat varlığına yönelik
tehditi sezdiği zaman İslâma davet hareketi karşısındaki
gerçek tavrını ortaya koyacaktır.
Birarada ve barış içinde yaşamaları mümkün
olmayan iki varlık arasındaki çarpışmadır
bu. Bu çarpışma herbiri karşı tarafın
dayandığı temel ilkelerle çelişen ilkelere
dayalı organik iki toplum arasında baş göstermektedir.
Çünkü cahiliye toplumu çok İlahlı, çok Rabblı,
bir inanç temeline dayanmaktadır, bu yüzden cahiliye
toplumunda kullar, kullara itaat etmektedir, kullara kulluk
etmektedir. İslâm toplumu ise ilahlığın ve
Rabblığın tek ve ortaksızlığı
ilkesine dayanmaktadır. Bu yüzden İslâm toplumunda
kulların kullara kulluğu, kulların kullara boyun
eğmesi mümkün değildir.
İslâm cemaati, daha işin başında iken ve
henüz oluşumunu gerçekleştirmişken her geçen
gün cahiliye toplumunun yapısını kemirdiğine
göre, bundan sonra da yönetimi elinden almak, bütün insanları
kula kulluktan kurtarıp yüce Allah'ın tek ve
ortaksız kulluğuna yükseltmek için cahiliye toplumuna
karşı koymak zorunda olduğu için,... İslâm
daveti doğru yolunda ilerlediği andan itibaren bütün
bunları yerine getirmek kaçınılmaz olduğu için
cahiliye daha baştan itibaren İslâma çağrı
hareketine katlanamayacaktır. Bu noktadan hareketle
cahiliyenin neden peygamberlerin çağrısına
karşı hep aynı ve değişmez
tavrını sergilediğini kavrayabiliriz. Bu,
yokoluş tehlikesi ile karşı karşıya
kalmanın verdiği bir dürtü ile başgösteren varlığını
savunma hareketidir. Cahiliye toplumlarında kulların
gaspettiği İlahlığın en başta gelen
özelliklerinden olan gaspedilmiş hakimiyeti koruma
hareketidir.
3- Cahiliye toplumu İslâm çağrısının
kendi varlığına yönelik tehdidini bu şekilde
sezince, bu çağrıya karşı bir ölüm-kalım
savaşına girişir. Birarada barış içinde
yaşamaya imkân vermeyen, bir an olsun duraksamayan,
kesintisiz bir savaş başlatır. Cahiliye,
savaşın gerçek mahiyeti noktasında kendisini
kandırmaya çalışmaz. Aynı şekilde yüce
peygamberler kafilèsi ve onlara inanan kimseler de bu savaşın
gerçek mahiyeti ve niteliği noktasında kendilerini
kandırmamışlardır.
Aynı şekilde bu görkem, peygamberlerin, Rabbleri
olan Allah gerçeğini algılayışlarında;
Rabblik gerçeğinde somutlaşmaktadır. Kulları
arasından seçtiği bu topluluğun gönüllerinde
belirginleştiği gibi..
"Allah bizi doğru yola ilettiğine göre, niye
O'na dayanmayalım ki? Bize edeceğiniz eziyetlere
kesinlikle katlanacağız. Dayanak arayanlar sırf
Allah'a dayanmalıdırlar."
Bütün bunlar, o göz kamaştırıcı güzellikten
parıltılardır. İnsanın ifade
yeteneği tıpkı gökyüzünde uzak bir yıldıza
işaret eder gibi işaret edebilir ancak. Bu işaret
de onu olanca güzelliği ile gösteremez, sadece bakışları
parlaklığına yöneltebilir.
Surenin bu ikinci bölümü birinci bölümün bittiği
yerden başlıyor; birinci bölüme dayalı olarak,
onunla uyumlu bir şekilde ve onun uzantısı olarak sürüyor.
Birinci bölüm, Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine
olsun- insanları Rabblerinin izni ile karanlıklardan
aydınlığa çıkarmak için sunduğu mesaj
ile Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- soydaşlarını
karanlıklardan aydınlığa çıkarmak,
onlara yüce Allah'ın (tarihlerinde iz
bırakmış) günlerini hatırlatmak, onlara
Allah'ın ayetlerini açıklamak, kendilerine yönelik
nimetlerini hatırlatmak için getirdiği mesajı içermişti.
Hz. Musa, soydaşlarına yüce Allah'ın kendilerine
bildirdiği mesajı şu şekilde duyurmuştu: "Eğer
şükrederseniz, kuşkusuz size yönelik nimetlerimi arttırırım.
Nankörlük ederseniz, biliniz ki, azabım çetindir." Sonra
Hz. Musa onlara peygamberler-ile onları yalanlayanların
hikâyesini sunmuştu. Hz. Musa hikâyeye başlamış
kendisi bir kenara çekilmişti. Hikâye, dönemleri ile
sahneleri ile kâfirlerin şeytandan gayet beliğ bir vaaz
dinledikleri, ama öğütlerin yarar sağlamadığı
bu noktaya kadar sürmüştü.
Surenin akışı şimdi de Hz. Muhammed'in -salât
ve selâm üzerine olsun kavmi içindeki yalanlayanlara dönüyor.
Bu uzun film şeridini sunduktan sonra, yüce Allah'ın
kendilerine çeşitli nimetler verdiği, bu nimetlerden
olmak üzere kendilerini karanlıklardan
aydınlığa çıkardığı,
onları Allah'ın bağışlamasına çağırması
için bir peygamber gönderdiği Kureyşliler'e dönüyor.
Ama onların nimeti inkâr ettiklerini, onu reddettiklerini,
ona küfürle karşılık verdiklerini, küfrü
peygambere, davete ve imana tercih ettiklerini anlatıyor.
Bu yüzden surenin ikinci bölümü, Allah'ın nimetine küfürle
karşılık verenlerin, daha önce anlatılan
peygamberler ve onlara karşı çıkan kâfirlerin
hikâyesinde vurgulandığı üzere öncekilerin
kendilerine uyanları ateşe sürükledikleri gibi
kavimlerini helak yurduna sürükleyenlerin bu tutumunun garipliğini,
anormalliğini vurgulayan bir ifadeyle başlıyor.
Sonra yeniden yüce Allah'ın insanlara yönelik
nimetlerinin evrenin en görkemli, en belirgin sahnelerinde açıklanmasına
geçiliyor. Mü'minlere nimete şükretmenin çeşitli
şekilleri gösterildikten, namaz ve Allah'ın
kullarına iyilikte bulunma emredildikten sonra mal
arttırma, alış-veriş yapma ve dostluğun sözkonusu
olmadığı gün gelip çatmadan önce... Allah'ın
verdiği nimetlere şükür için bir örnek sunuluyor.
Allah'ın dostu İbrahim'dir bu.
Kâfirlere gelince, ihmalden ya da unutmaktan dolayı kendi
hallerine bırakılmış değildirler. Yüce
Allah onlara gözlerin faltaşı gibi açıldığı
güne kadar süre tanıyor, onları
cezalandırmayı o güne bırakıyor. Yüce Allah'ın
peygamberlere yönelik vaadi ise mutlaka gerçekleşecektir. Kâfirler
istedikleri kadar komplo kursalar ve komploları
dağları yerinden oynatsa bile...
İkinci bölüm bu şekilde birinci bölüme bağlı
olarak, onunla uyum içinde sürüp gidiyor.