O |
Hüd
|
O |
|
58- Azaba ilişkin emrimiz geldiğinde Hud'u ve
beraberindeki mü'minleri, rahmetimizin sonucu olarak, kurtardık;
onları ağır azaptan koruduk.
Tehdidimizi gerçekleştirip soydaşlarını
imha etmeye ilişkin emrimiz geldiğinde Hz. Hud ile
yanındaki mü'minleri dolaysız rahmetimizin eseri olarak
kurtardık. Soydaşlarının başına inen
genel azabımızdan onları uzak tuttuk. Onları kötü
akıbetin kapsamı dışına çıkardık.
Böylece onlar ilahi mesajı yalan sayanların
başına gelen "katı" azaptan sağ
olarak kurtuldular. Burada azap "katı"
sıfatı ile nitelendiriliyor. Bu sıfat, ifadeye
somutluk kazandırıyor. Bu "katı''lık, hem
ayetin atmosferi ile ve hem de sözkonusu soydaşların
kaba ve serkeş karakterleri ile uyumlu bir ifadedir.
Adoğulları'nın yokolduğu bu noktada,
onların yok edilişlerine uzak bir geçmişin
olayı olarak işaret ediliyor, işledikleri suçların
dosyasına dikkatler çekiliyor, arkasından lânetle ve
Allah'ın rahmetinden kovularak uğurlanıyorlar. Bu açıklamalarda
ayrıntılı, tekrarlayıcı ve
vurgulayıcı bir anlatım tarzı
kullanılıyor.
59- İşte sana o Adoğulları; onlar
Rabblerinin ayetlerini yalanladılar, O'nun peygamberlerine
karşı geldiler ve ne kadar küstah zorba varsa hepsinin
emirlerine uydular.
60- Gerek bu dünyada gerek kıyamet gününde Allah'ın
lânetine uğradılar. Haberiniz olsun,
Adoğulları Rabblerini inkâr ettiler. Hey, kahrolsun
Hud'un soydaşları olan Adoğulları!
"İşte sana o Adoğulları..." Uzakta
kalmış, geçmişin karanlığına gömülmüş
bir olgudan sözedilir gibi. Oysa ayette az önce onların serüvenleri
anlatılıyordu, yokoluşları da canlı bir
sahne halinde okuyucuların gözleri önüne serilmişti.
Fakat artık geçip gittiler. Bakışlardan ve düşüncelerden
uzaklaştılar. Şimdi ayeti incelemeye çalışalım:
"İşte sana o Adoğulları; onlar
Rabblerinin ayetlerini yalanladılar; O'nun peygamberlerine
karşı geld iler."
Gerçekte Hz. Hud'un soydaşları bir tek peygambere
karşı gelmişlerdi. Ama tüm peygamberlerin
getirdikleri mesaj aynı değil midir? Buna göre kim bir
peygamberin sözünü dinlemez ise, aslında tüm
peygamberlere karşı gelmiş olur. Ayrıca "ayetler"
ve "Peygamberler" kelimelerinin çoğul olarak
kullanılması bir başka üslup inceliği
taşır. Bu yolla adamların suçları büyük
gösterilmiş, alçaklıklarına projektör tutulmuş
oluyor. Bu adamlar "ayetleri" yalanlamışlar ve
"peygamberler"e karşı gelmişlerdir. Ne büyük
bir suç işlemişler ve ne kadar iğrenç bir cürmü
gerçekleştirmişlerdir! Devam ediyoruz:
"Ne kadar küstah zorba varsa hepsinin emirlerine uydular."
Başlarına çöreklenen her zorbanın, gerçeğe
teslim olmaya yanaşmayan her şımarık diktatörün
emirlerine boyun eğdiler. Oysa onlar başına buyruk
diktatörlerin boyunduruğundan çıkmakla, kendilerine
ait işleri kendileri düşünmekle, zorbalara kuyruk olup
insanlık haysiyetlerini çiğnetmemékle yükümlü
idiler. Bundan açıkça anlaşılan şudur: Hz.
Hud ile Adoğulları arasındaki ana mesele, temel
tartışma konusu; Adoğulları'nın sırf
yüce Allah'ın rabblığını kabul edip
etmemeleri, kula kul olmayı kesinlikle reddederek tek
Allah'ın kesin egemenliğini benimseyip benimsememeleri
idi, mesele egemenlik ve bağlılık meselesi idi.
Başka bir deyimle aradaki tartışmanın
ağırlık noktasını "Egemenliğine
girecekleri ve emirlerine uyacakları Rabb kimdir?"
sorusunun cevabı idi. Bu gerçek yüce Allah'ın az önce
okuduğumuz şu ayetinde açıkça ortaya çıkıyor:
"İşte sana o Adoğulları; onlar
Rabblerinin ayetlerini yalanladılar, peygamberlerine
karşı geldiler ve ne kadar küstah zorba varsa hepsinin
emirlerine uydular."
Temel tartışma konusu peygamberlerin emirlerini çiğneyip
zorbaların emirlerine boyun eğme meselesidir. İslâm;
peygamberlerin emirlerine uyup -çünkü bu emirler aslında yüce
Allah'ın emirleridir- zorbaların emirlerine
karşı gelmek, baş kaldırmaktır. Her
peygamberlik misyonunda ve her peygamberin mesajına göre bu
nokta cahiliye ile İslâm arasındaki, kâfirlik ile
müminlik arasındaki yol ayrımıdır.
Söylediklerimiz şunu ortaya koyuyor. Tek Allah çağrısının
öncelikle üzerinde ısrarla durduğu ilke, yüce
Allah'dan başkasının egemenliğinden
kurtulmaktır; zorba diktatörlerin sultasına baş
kaldırmaktır. Bu çağrıya göre kişilik
onurunu çiğnetmek, özgürlükten fedakârlık etmek,
kendilerini bir şey sanan zorbalara boyun eğmek müşriklik
ve kâfirlik suçudur. Bu suçu işleyenler, bu alçaklığı
içlerine sindirenler, dünyada helâk edilmeyi ve ahirette azaba
çarpılmayı hakederler. Yüce Allah, insanları
özgür olsunlar, hiçbir yaratığa kul-köle olmasınlar,
bu özgürlüklerini feda edip herhangi bir zorbaya, herhangi bir
diktatöre, herhangi bir başına buyruk lidere körü-körüne
itaat etmesinler diye yaratmıştır.
İnsanların onurlu oluşlarının gerekçesi
budur. Eğer insanlar bu onurluluk gerekçeleri üzerinde
titizlikle titremezlerse yüce Allah katında ne onurları
kalır ve ne de kurtuluşa erebilirler. Yüce Allah'ın
egemenliğinden çıkarak kullardan birinin sultası
altına giren bir toplumun onurlu olduğunu, insan toplumu
olduğunu iddia etmesi mümkün değildir. Öte yandan
kulların egemenliğini, zorbaların boyunduruğu
altına girmeyi kabul edenler, güçlüler karşısında
zayıf kaldıkları gerekçesi ile bu baskıya
boyun eğdiklerini ileri sürebilirler. Fakat bu geçerli bir
mazeret değildir. Çünkü ezici çoğunluğu onlar
oluşturur, karşılarındaki zalimler, zorbalar
bir avuçluk bir azınlıktır. Buna göre eğer
bu zorbaların boyunduruğundan kurtulmak isteseler bu
yolda bazı fedakârlıkları göze almak pahasına
haksız baskılara karşı başkaldırarak
diktatörlere aşağılanma vergisi ödemekten,
ırzlarını ve mallarını bu
canavarların ağız yemi olmaktan kurtarabilirler.
Adoğulları helâk oldu, çünkü başlarına
geçen her zorba diktatörün emirlerine boyun eğdiler. Dünya
ve ahiret lâneti ile uğurlanarak helâk oldular. Okuyoruz
"Gerek bu dünyada, gerekse kıyamet gününde Allah'ın
lanetine uğradılar."
Yüce Allah, yine de onların peşini
bırakmıyor. Kendilerini lânetli yolculuklarına çıkarırken,
sicillerini, kirli çamaşırlarını, bu duruma düşmelerinin
ana sebebini herkese açık bir duyuru ve yüksek frekanslı
bir uyarı ile insanlara ilan ediyor. Okuyoruz:
"Haberiniz olsun ki, Adoğulları Rabblerini inkâr
ettiler."
Sonra da onlara kovulma ve uzaklara sürülme bedduası
okunuyor. Okuyalım:
"Hey kahrolsun, (gözlerden ırak olsun), Hud'un
soydaşları olan Adoğulları!"
Hedefi son derece net biçimde belirlenmiş bir beddua
ifadesi ile karşı karşıyayız. Sanki
üzerlerine salınan lânete açık adres veriliyor, hedéfini
şaşmadan hemen başlarına çöreklensin diye!
Bir daha okuyalım:
"Hey, kahrolsun (gözlerden ırak olsun) Hud'un
soydaşları olan Adoğulları."
HZ. HUD'UN KISSASINDAN ÇIKARIMLAR
Şimdi de Hz. Salih'in hikâyesine geçmeden önce bu
surede anlatılan biçimi ile Hz. Hud ile soydaşlarının
hikâyesinden çıkarmamız gereken dersler üzerin de
kısaca
durmak istiyoruz. Çünkü İslâm çağrısının,
tarihin süreci boyunca izlediği çizginin bu şekilde
Kur'an'da anlatılmasının sebebi, bu inanç
sistemine ilişkin stratejinin çağlar üstü kilometre
taşlarını, yol işaretlerini belirlemektir. Bu
kilometre taşları İslâm çağrısının
sadece geçmiş yüzyıllarının değil,
kıyamet gününe kadar ki gelecek yıllarının
da yol göstericileridir. Yine bu stratejik kilometre taşları,
Kur'an-ı Kerim'in ilk muhatapları olup onun
ışığında o günlerin cahiliyesinin karşısına
dikilmiş olan ilk müslümanların kılavuzları
değildir; tersine bu işaret taşları,
kıyamet gününe kadar cahiliyeye karşı mücadele
verecek olan her müslüman cemaatin stratejisini
belirleyeceklerdir. İşte Kur'an-ı Kerim'i, İslâm
çağrısının ölümsüz kitabı yapan, ona
bütün zamanların stratejik rehberi fonksiyonunu
kazandıran özellik de budur.
Kur'an-ı Kerim'in bu yoldaki vurgulamalarına
yukarıda kısaca değinmiştik. Şimdi bu
vurgulamaların hemen hemen hepsine bir kez daha gözatmak
istiyoruz. Çünkü bu vurgulamaları surenin hızlı
akışı içinde ayetlerin kısaca açıklanması
çerçevesine bağlı kalarak gündeme getirebilmiştik.
Oysa bu vurgulamalar, yine de özetleme çerçevesini aşmamakla
birlikte, daha uzun bir irdelemeyi gerektirecek önemdedirler. Bu
irdelemenin kapsamına aldığımız "vurgulama"ları
şöyle sıralayabiliriz:
1- İlk önce bütün peygamberlerin dile getirdikleri,
bütün peygamberlik misyonlarının baş maddesini
oluşturan tek ve ölümsüz çağrıya değinmek
istiyoruz. İbadeti ve kulluğu birlikte yüce Allah'a
sunma çağrısı. Kur'an-ı Kerim, bu çağrıyı
bize her peygamberin dilinden şöyle aktarıyor; "Ey
soydaşlarım, Allah'a kulluk (ibadet) ediniz, O'ndan
başka bir ilahınız yoktur."
Biz tek Allah'a "ibadet etmeyi, sürekli biçimde dünya
ve ahiretle ilgili bütün konularda tek Allah'a kapsamlı biçimde
boyun eğmek" şeklinde açıkladık.
Çünkü "ibadet" kelimesi sözlük anlamı ile bu
demektir. Çünkü "ibadet" kökünden türemiş bir
fiil olan "abede" "boyun eğdi, baş
eğdi, eğildi" anlamlarına gelir. Yine
aynı kökten türemiş bir kelimenin
oluşturduğu "Tarıkun muabbedün" tamlaması
"düzleştirilmiş, yürünmeye elverişli duruma
getirilmiş yol" demektir. Yine bu kökten türemiş
"Abbedehu" ifadesi "ona boyun eğdirdi, onu
emri altına aldı" anlamına gelir.
Zaten Kur'an-ı Kerim'in Mekke'deki ilk muhatapları
olan ve "ibadet" etme emrini alan Araplar bu kelimenin içeriğini
bildiğimiz "kulluk amaçlı hareketler" ile
sınırlı görmüyorlardı. Hatta Kur'an,
Mekke'de onlara ilk seslendiği günlerde henüz bu "kulluk
içerikli hareketler" farz kılınmamıştı
bile. O günün Arapları bu kelimeyi ilk duyduklarında
onun "yüce Allah'ın bütün emirlerine uyarak O'nun dışındakilerin
boyunlardaki her türlü itaat halkalarını söküp atmak"
demek olduğunu biliyorlar, bu kelimeden bu anlamı çıkarıyorlardı.
Öte yandan Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- de
"ibadet" kelimesini "kulluk amaçlı hareketler"
anlamında değil de "bağlılık, uyum"
anlamında yorumlamıştır. Bu açıklamayı
şu münasebetle yaptı. Bir defasında sahabilerden
Adıyy b. Hatem'e yahudiler ile hristiyanlardan, onların
hahamlarını ve rahiplerini rabb edinmelerinden sözederken,
konuşmasının bir yerinde şöyle buyurdu; "Evet.
Bu hahamlar ile rahipler, yahudiler ile hristiyanlara helal
şeyleri haram ve haram şeyleri de helâl ilan etmişler,
onlar da din adamlarının bu yasalarına
uymuşlardır. Bu da onlara ibadet etmeleri demektir."
"İbadet" kelimesinin "kulluk amaçlı
hareketler" için kullanılması, bu hareketlerin çeşitli
alanlardaki Allah'a boyun eğme biçimleri olarak sayılmalarından
ileri gelir. Fakat bu biçimler "ibadet" kavramının
tüm içeriğini kapsamazlar; hatta kavramın asıl içeriği
değil, bu içeriğin bağımlı tezahürleridirler.
Zaman içinde gerek "din" ve gerekse "ibadet"
kavramları kafalarda çarpıtmaya uğrayınca
insanları İslâmdan çıkararak cahiliyenin
bataklığına düşüren "Allah'dan başkasına
ibadet etme" eyleminin sadece ibadet içerikli davranışları
Allah'dan başkasına, meselâ putlara ve heykellere
sunmakla gerçekleşebileceğini düşünmeye başlamışlardır.
Bu bakış açısına göre insan bu somut sapıklık
türünden kaçındıkça, cahiliyeden ve müşriklikten
uzak kalmış ve "müslüman" olmuş olur.
Bu yüzden ona kâfir denemez. Böyle bir adam, İslâm
toplumunun müslümanlara tanıdığı bütün
haklardan yararlanır. Yani can, ırz, mal
dokunulmazlığı gibi İslâm hukukunun getirdiği
bütün dokunulmazlıkların koruyucu şemsiyesi
altındadır.
Bu görüş asılsız bir saplantıdır;
insanın İslâma girişini ve ondan çıkışını
belirleyen "ibadet" kavramının özüne
yönelik bir sınırlandırma, bir daraltma, hatta bir
değiştirme ve başkalaştırma
girişimidir. Bu kavram, her konuda yüce Allah'a eksiksiz
biçimde boyun eğmek ve yine her konuda yüce Allah'dan başkasına
boyun eğmeyi kesinlikle reddetmek demektir. "İbadet"
kelimesinin sözlükteki anlamı bu olduğu gibi,
Peygamber Efendimiz "Yahudiler ile hristiyanlar, Allah'ı
bir yana bırakarak hahamlarını ve rahiplerini ilah
edindiler" ayetini (Tevbe Suresi 31) açıklarken, bu
kavramı böyle yorumlamıştır. Herhangi bir
terimi doğrudan doğruya Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- açıkladıktan sonra o konuda artık
hiç kimseye söz düşmez.
Bu gerçeği bu tefsir kitabında birçok kez vurguladığımız
gibi bu dinin mahiyeti ve stratejisi konusunda yüce Allah'ın
bizi yazmaya muvaffak kıldığı her eserimizde
üstüne basa basa belirtmeye çalıştık. Şimdi
ise bu surede anlatılan biçimi ile Hud hikâyesinde bu
meselenin özünü belirleyen bir vurgu buluyorum. Bu vurgu, aynı
zamanda Hz. Hud ile soydaşları arasındaki
savaşın, Hz. Hud'un getirdiği İslâm ile soydaşlarının
içinde debelendikleri cahiliye arasındaki çatışmanın
da eksenini belirliyor; bu belirlemelerin sonucu olarak Hz. Hud'un
"Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan
başka bir ilahınız yoktur" derken,
ne kasdettiği de ortaya çıkıyor.
Hz. Hud, bu sözleri söylerken, "Ey soydaşlarım,
sakın ibadet amaçlı
davranışlarınızı Allah'dan
başkasına sunmayınız" demek istemiyordu.
Oysa "ibadet" kavramını kafalarında
sınırlandırarak onu sadece "kulluk amaçlı
davranışlar"ın dar çerçevesine hapsedenler
böyle demek istediğini sanırlar. Aslında Hz.
Hud'un maksadı, tümü ile yaşama tarzında tek
Allah'a boyun eğmek ve buna karşılık yine tümü
ile yaşama tarzında zorbalardan birine itaat etmeyi,
boyun eğmeyi reddetmektir. Hud'un
soydaşlarının, helâk edilmelerini, dünyada ve
ahirette lânete uğramalarını haketmelerini
gerektiren kötülükleri sadece "kulluk amaçlı
davranışlar"ı yüce Allah'dan başkasına
sunmak değildi. Bu kötülükleri, çok sayıdaki müşriklik
türlerinden sadece biri idi. O çok sayıdaki müşriklik
türleri ki, Hz. Hud, onları bunların tümünden arındırarak
tek Allah'a kul olmaya, sadece tek Allah'a boyun eğmeye
inandırmak üzere gelmişti. Onların sözünü ettiğimiz
ağır cezayı haketmelerine yolaçan kötülükleri,
sözlerin en doğrusunu söyleyen, tüm alemlerin Rabbinin
"İşte o Adoğulları, onlar Rabblerinin
ayetlerini yalanladılar, peygamberlerine karşı
geldiler ve ne kadar küstah zorba varsa hepsinin emirlerine
uydular" ayetinde belirttiği gibi, Rabblerinin
ayetlerini yalanlamaları, peygamberlerine karşı
gelmeleri ve zorba kullarının buyruklarına boyun
eğmeleridir.
Onların "Rabblerinin ayetlerini
yalanlamaları" peygamberlere karşı
gelmelerinde ve zorbaların direktiflerine boyun
eğmelerinde açığa çıkar,
somutlaşır. Bunlar aynı eylemdir, birden çok
eylemler değildirler. Yani insanlar ne zaman peygamberinin
kendilerine duyurdukları ilahi yasalarda, Allah'dan
başkasına boyun eğmemeyi ve zorbalara boyun
eğmeye yanaşmamayı hükme bağlayan yasalarda
somutlaşan Allah'ın emirlerine karşı
gelirlerse Rabblerinin ayetlerini yalanlamış ve
peygamberlere başkaldırmış ve böylece
İslâmdan çıkıp müşrik olmuş olurlar.
Daha önce açıkça gördük ki, yeryüzünde hayat İslâm
ile birlikte başlamıştır. Hz. Adem cennetten
yere inip dünya halifeliğini üstlendiğinde
kafasında ve gönlünde İslâm vardı. Hz. Nuh da
gemiden inip yeryüzünü şenletecek yeni insan
kuşağının çekirdeği olurken,
bağlısı olduğu hayat sistemi yine İslâmdı.
İnsanlar zaman geçtikçe her defasında İslâmdan
çıkıp cahiliye bataklığına saplana
gelmişlerdir. Yine her defasında yeniden ortaya çıkan
İslâm çağrısı, insanları cahiliye
bataklığından çıkarıp İslâmın
aydınlığına kavuşturmayı amaçlamıştır.
Bu zigzaglı süreç günümüze kadar akışını
sürdürmüştür.
Gerçek şu ki, eğer "ibadet" teriminin gerçek
anlamı sadece "kulluk amaçlı
davranışlar"dan ibaret olsaydı, bu
sınırlı amaç, bunca peygamberden ve peygamberlik
misyonundan oluşmuş onurlu iman kafilesine
değmezdi; peygamberlerin harcadıkları bunca
yoğun çabaya değmezdi; tarih boyunca insanları
İslâma çağıran önderlerin ve mü'minlerin maruz
kaldıkları bunca işkencelere ve acılara
değmezdi. Bütün bu ağır faturalara değen tek
yüce amaç, insanları tümü ile kula kulluktan kurtarıp
her konuda ve hayatın her alanında tek Allah'a boyun
eğme bilincine erdirmektir; hem dünya ve hem de ahiret hayatının
sistemini yüce Allah'ın ortaksız egemenliğine
bağlamaktır.
İlahın birliği; Rabbin birliği; yönlendirici
merciin birliği; yasa kaynağının birliği;
hayat sisteminin birliği; insanların kapsamlı biçimde
benimseyecekleri egemen merciin birliği; otoritenin
birliği. İşte bunca peygamberlerin gönderilişine,
uğrunda bunca zahmetli çabaların harcanmasına,
tarih boyunca gerçekleşmesi için bunca işkenceye ve
acıya katlanılmasına değen tek yüce amaç
budur. Bütün bunlar, yüce Allah böyle bir sonuca -haşa-
muhtaçtır diye yapılmamıştır. Çünkü
O'nun hiçbir canlıya ve hiçbir şeye ihtiyacı yok.
Bütün bu çabaların gerisinde yatan sebep şudur:
İnsan hayatının dirlikli, düzenli, tutarlı,
üst düzeyli ve "insana yaraşır" bir hayat
tarzı olabilmesi için sosyal hayatı, her yanı ve yönü
ile kesin etkisi altında tutan böylesine yaygın bir
"birlik" sisteminin varolması şarttır.
(İnşaallah, peygamberlere ilişkin hikâyelerin
sonunda bu sureyi noktalarken bu konuyu biraz daha açıklamak
istiyoruz.)
2- Üzerinde durmak istediğimiz ikinci gerçek, başka
bir deyimle ikinci "vurgulama" Hz. Hud'un "Ey
soydaşlarım, Rabbinizden af dileyiniz, arkasından
O'na yöneliniz ki, o size gökten bol yağmur göndersin,
gücünüze güç katsın: suç işlemekte ısrar
ederek çağrıma sırt çevirmeyiniz" ayetinde
bize aktarılan sözlerinin açığa vurduğu gerçektir.
Bu gerçek, bizim Peygamberimizin "Her işi yerinde ve
her şeyden haberdar olan Allah tarafından ayetleri
muhkem cümlelerle örülen, sonra ayrıntılı biçimde
açıklanan" Kur'an'ın içeriğini Mekkeli müşriklere
tanıtırken, açıkladığı ve bu
surenin baş tarafında okumuş olduğumuz gerçeğin
aynısıdır. Bu gerçeği 'açıklayan ayet
şuydu
Rabbinizden af dileyiniz, pişmanlık duygusu içinde
O'na yöneliniz ki, belirli bir sürenin sonuna kadar sizi mutlu
yaşatsın ve her erdemli kişiye erdemli
davranışlarının ödülünü versin. Eğer
O'na sırt dönerseniz, sizin hesabınıza "büyük
gün"ün azabından korkarım. (Hud Suresi 3)
Bu gerçeğin özü kısaca şudur: İnanç
kaynaklı değerler ile insan hayatının pratik
değerleri arasında sıkı bir ilişki
vardır. Şu gördüğümüz evrenin yapısı
ve genel-geçerli yasaları, bu dinin içerdiği gerçekle,
hakla bağlantılıdır. Bu gerçeğin
aydınlığa kavuşturulması ve yerine
sağlamca oturtulması gerekir. Özellikle sadece dünya
hayatının dış görüntüsüne ilişkin
bilgi ile yetinenler, bu sıkı ilişkiyi görmelerini,
hiç değilse sezmelerini sağlayacak derecede
arınmamış, şeffaflaşmamış
kimseler bu aydınlatmaya fazlası ile muhtaçtırlar.
Bu gerçeği onların vicdanlarına sindirip
yerleştirmek son derece kaçınılmaz bir
gerekliliktir.
Bu dinin insanlığa sunduğu gerçek (hak kavramı},
yüce Allah'ın ilahlığında ifadesini bulan gerçek
(hak) kavramı ile ve yanısıra şu evrenin
yapısında ve değişmez yasalarında
somutlaşan, gökler ile yerin yaratılışlarının
dayanağını oluşturan gerçek (hak) kavramı
özdeştir; bu "gerçek"ler birbirinden farklı
ve birbirleri ile ilgisiz kavramlar değildirler.
Kur'an-ı Kerim, sık sık yüce Allah'ın
ilahlığında ifadesini bulan gerçek ile göklerin
ve yerin yaratılışlarına dayanak olan gerçek
arasındaki, bu iki gerçekle tek Allah'a boyun eğme gerçeği
arasındaki, bu üç gerçekle yüce Allah'ın
kıyamet günü hesaplaşması sırasındaki
özellikli ve ortaksız egemenliğine ilişkin gerçek
arasındaki, bu gerçeklerin tümü ile dünyada ve ahirette
iyiliklere ve kötülüklere karşılık biçme gerçeği
arasındaki sıkı bağlılığı
vurgular. Şimdi bu vurgulamaya örnek oluşturan
bazı ayetleri birlikte okuyalım:
"Biz göğü, yeri ve ikisi arasındaki
varlıkları oyun olsun diye yaratmadık. Eğer
biz eğlence edinmek isteseydik, onu kendi
şanımıza yaraşır biçimde edinirdik. Eğer
yapsaydık, böyle yapardık.
Hayır. Biz gerçeği, batılın
başına indiririz de onun beynini
dağıtırız. Bir de bakarsın ki,
yokolmuş. Allah'a
yakıştırdığınız
asılsız sıfatlardan ötürü yazıklar olsun
size!
Göklerde ve yerdeki bütün canlılar O'nundur. O'nun
yanındakiler O'na kulluk etmekten ne büyüklenirler ve ne de
bıkarlar.
Hiç ara vermeksizin gece-gündüz O'nu noksan sıfatlardan
tenzih ederler. Yoksa müşrikler ölüleri diriltebilecek
yeryüzü kaynaklı ilahlar mı edindiler?
Eğer yerde ve gökte ilahtan başka ilahlar
olsaydı, yerin de göğün de düzeni bozulurdu. Arş'ın
sahibi olan Allah, müşriklerin
yakıştırdıkları sıfatlardan uzak
O yaptığından sorumlu değildir, fakat onlar
yaptıklarından sorumludurlar. Yoksa müşrikler
O'nun dışında başka ilahlar mı edindiler?
Onlara de ki:
`Bu konuda kesin delilinizi getiriniz. İşte benim
elimdeki kitap ve işte benden önceki kitaplar ortadadır.'
Ama onların çoğu gerçeği bilmezler de bu yüzden
ona sırt çevirirler.
Senden önce gönderdiğimiz her peygambere mutlaka `Benden
başka ilah olmadığını ve insanların
bana kulluk etmeleri gerektiğini mutlaka vahyettik."
(Enbiya Suresi 16-25)
"Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirileceğinizden
kuşkunuz varsa, gücümüzü kanıtlamak için sizi önce
topraktan, sonra spermadan, sonra embiryodan, sonra yapısı
belli-belirsiz bir çiğnem et parçasından
yarattık. Dilediğimizi belli bir sürenin sonuna kadar
rahimlerde tutarız, sonra da sizleri çocuk olarak meydana çıkarırız.
Kiminizin erken yaşta canı alınır ve kiminiz
ömrünün en kötü dönemine kadar yaşatılır ki;
bilirken bir şey bilmez olur.
Yeryüzünü de kupkuru görürsün. Fakat biz oraya su
gönderdiğimizde titreşir, kabarır ve her gözalıcı
bitkinin çiftini yetiştirir.
Bunlar yalnız Allah'ın gerçek olduğunu,
ölüleri dirilteceğini, gücünün her şeye
yettiğini, kıyamet anının geleceğini,
bunda kuşku olmadığını ve O'nun
mezarlardakileri dirilteceğini gösterir." (Hacc Suresi
5-7)
"Ve kendilerine bilgi verdiklerimiz o Kur'ân'ın
Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu anlasınlar da ona
inansınlar ve ona karşı yürekten saygı
duysunlar diye. Hiç kuşkusuz Allah, mü'minleri doğru
yola iletir.
Kâfirler ise ansızın kıyamet günü ile karşı
karşıya kalıncaya ya da o son günün azabına
uğrayıncaya kadar Kur'an hakkında sürekli kuşku
beslerler.
O gün kesin egemenlik Allah'ın tekelindedir. Onlar
hakkında hükmünü verir. İman edip iyi işler
yapanlar nimet cennetlerine girerler.
Kâfir olup ayetlerimizi yalanlayanları ise onur
kırıcı bir azap bekliyor. Allah yolunda
yurtlarından göçettikten sonra öldürülenlere ya da
ölenlere gelince Allah onlara rızıkların en güzelini
sunacaktır. Hiç kuşkusuz Allah, rızık
verenlerin en hayırlısıdır.
Onları kesinlikle hoşnut olacakları bir yere
yerleştirecektir. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi
bilir ve yumuşak tutumludur.
Bu böyledir. Kim kendine haksızlık yapanlara gördüğü
haksızlık kadar karşılık verdikten sonra
saldırıya uğrarsa, Allah kendisine kesinlikle
yardım eder. Hiç şüphesiz Allah bağışlayıcıdır,
affedicidir.
Bu böyledir. Allah geceyi gündüze dönüştürür,
gündüzü de geceye dönüştürür. Hiç kuşkusuz Allah
her şeyi işitir ve her şeyi görür.
Bu böyledir. Allah gerçektir ve onların Allah
dışındaki imdada çağırdıkları
düzmece ilahlar asılsızdır. Allah yüce ve uludur.
Görmedin mi, Allah gökten su indirdi de bu sayede yer yemyeşil
oluyor. Hiç kuşkusuz Allah, lâtiftir ve her şeyden
haberdardır.
Göklerde ve yerde bulunan tüm varlıklar O'nundur. Hiç
kuşkusuz Allah, zengindir ve övgüye lâyıktır.
Görmedin mi, Allah yerdeki tüm varlıkları ve emri
uyarınca denizde yüzen gemiyi yararınıza sundu.
Yerin üzerine düşmesin diye göğü askıda tutar.
O ancak O'nun izni ile yere düşer. Hiç şüphesiz Allah
insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.
Sizi yaratan, sonra öldüren ve sonra tekrar diriltecek olan
O'dur. Hiç kuşkusuz insan pek nankördür.
Biz her ümmet için uygulayacakları ayrı bir ibadet
biçimi belirledik. O halde müşrikler bu konuda seninle
kesinlikle tartışmamalıdırlar. Sen
insanları Rabbine çağır. Hiç kuşkusuz sen
doğru yoldasın." (Hac Suresi 54-67 )
Gerek bu ayetlerde ve gerekse bu anlamdaki başka ayetlerde
görüyoruz ki, yüce Allah'ın gerçek (hak) oluşu ile
O'nun şu evreni gerçeklik (hak) ilkesine dayalı olarak
yaratması, yasaları ve özgür dileği ile onu
çekip-çevirmesi arasında, bu iki gerçek ile gerçeğe
(hakka) dayalı olarak gerçekleşen evrensel olgular
arasında, bu üç gerçek ile şu Kur'an'ın gerçeğe
dayalı olarak indirilişi arasında ve bu gerçeklerin
tümü ile dünyada ve ahirette insanlar arasında gerçeğe
dayalı olarak hüküm verilmesi arasında sıkı
bir ilişki vardır. Bunların hepsi bütünleşmiş
bir tek gerçektir. Bu bütünden yüce Allah'ın dileği
uyarınca gerçekleşen takdiri kaynaklanır. Allah bu
takdiri gereğince insanların sınav alanı olan
dünyada işledikleri iyiliklere ve kötülüklere karşılık
olarak iyiliğe ve kötülüğe ilişkin evrensel güçleri
dilediği kullarının üzerine salar. İşte
tevbe etme, günahlardan af dileme ile mutlu hayat ve bol yağmur
alma arasındaki ilişki bundan kaynaklanır. Bütün
bunlar tek bir kaynağa bağlıdırlar. Bu kaynak,
yüce Allah'ın zatında, takdirinde,
tasarısında, yönlendirmesinde, yönetiminde, hesabında,
ödüllendirmesinde ve cezalandırmasında ifadesini bulan
"gerçek (hak)" kaynağıdır.
Bu sıkı ilişkiden açıkça anlaşılıyor
ki, inanç kaynaklı değerler, insanın
hayatındaki pratik değerlerden kopuk değildirler.
Her ikisi de bu hayatı etkilerler. Bu etki ya yüce Allah'ın
mahiyetini bilmediğimiz takdiri yolu ile gerçekleşir
ki, bu takdir insan bilgisinin ve emeğinin ötesinde sebepler
alemi ile bağlantılı olarak işler. Ya da bu
etki insanın da görüp belirleyebileceği pratik ve
algılanabilir sonuçlar yolu ile gerçekleşir. Bunlar
imanın olup olmadığına bağlı olarak
insanların hayatlarında meydana gelen somut ve duyu
organları ile algılanabilir sonuçlardır.
Daha önce bu pratik ve elle tutulur sonuçlara işaret
ederken şöyle demiştik: hani sistemin bir toplumda
egemen olmasının anlamı şudur: O toplumda her
çalışan insan, emeğinin adil
karşılığını alır. Herkes
kalbindeki imandan kaynaklanan iç huzurun, iç istikrarın ve
iç güvenliğinin yanısıra toplumsal güvenliğini,
toplumsal huzurun ve toplumsal huzurun mutluluğunda
yaşar. Bütün bunların doğal sonucu olarak
insanlar ahiretteki son ödüllerine kavuşmadan önce daha
dünyadayken mutlu yaşamanın hazzını tadarlar.
Başka bir yerde de şöyle demiştik: Bir toplumda
tek Allah'a boyun eğmenin doğal sonucu şudur:
Uydurma ilahların etrafında çalınan
davul-zurnalarda, tüketilen nefeslerde, atılan nutuklarda,
çekilen tesbihlerde, okunan marşlarda ve düzenlenen cafcaflı
törenlerde harcanan enerjiler ve emekler heder olmaktan korunur.
Bütün gösterişli törenler uydurma ilahlara, putlara
gerçek ilahlığın bazı niteliklerini
yansıtarak insanların onlara boyun eğmelerini
sağlamaktır. Bunun normal sonucu olarak ilahi sistemin
egemen olduğu toplumda bu tasarruf edilmiş enerjiler ve
emekler yapıcılık alanında, kalkınma
yolunda, yeryüzü halifeliğinin yükümlülüklerini yerine
getirme uğrunda kullanılır. Bundan insanlar
adına hayırlı ve verimli sonuçlar elde edilir.
Üstelik kulların keyfi sultasına fırsat vermeyen yüce
Allah'ın ortaksız egemenliği altında insanlar
onurlu, eşit ve özgür olmanın da tadını çıkarırlar.
Bu söylediklerimiz, gerçek anlamı ile sosyal hayata
yansıyacak olan imanın meyvalarının,
kazanımlarının sadece birkaç örneğidir.
(İnşaallah bu surenin sonunda peygamber hikâyelerinin
genel değerlendirmesini yaparken bu konu üzerinde biraz daha
duracağız).
3- Şimdi de Hz. Hud'un, soydaşlarına
karşı takındığı o son tavrı ele
alacağız. Bilindiği gibi O, son aşamada
soydaşları ile bütün ilişkilerini kesmiş,
aradaki bütün köprüleri atmıştı. Bu
kararını açık açık yüzlerine karşı
haykırmaktan çekinmemişti. Bu açıklamayı son
derece kesin bir dille, tam bir meydan okuma edası ile,
savunduğu gerçeğin üstünlüğünden zerrece kuşku
duymayan bir rahatlıkla, gerçekliğini
vicdanının dolaysız algısı ile
kavradığı Rabbine güvenerek yapmıştı.
O ayetleri bir daha okuyalım:
"... Hud
dedi ki; `Ben Allah'ı şahit tutuyorum, ayrıca siz
de şahit olunuz ki, ben O'na koştuğunuz ortaklardan
uzağım.'
`Size ve Allah dışında O'na ortak
koştuğunuz ilahlar hep birlikte bana istediğiniz
tuzağı kurunuz, sonra da bana hiç mühlet vermeyiniz.'
`Ben, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a dayandım. Hiçbir
canlı yoktur ki, perçemi O'nun avucu içinde olmasın.
Hiç kuşkusuz benim Rabbim doğru yoldadır.`
`Eğer benim çağrıma sırt dönecek olursanız,
ben size gönderilen mesajı duyurdum. Rabbim sizin yerinize
başka bir toplum getirir. Siz O'na hiçbir zarar
dokunduramazsınız. Hiç şüphesiz her şey
Rabbimin gözetimi ve denetimi altındadır." (Hud
Suresi 54-57)
Her dönemde ve her yerde insanları Allah'ın dinine
çağıran kahramanların, bu göz kamaştırıcı
sahnenin önünde uzun uzun durup düşünmeye ihtiyaçları
vardır. Düşünelim ki, Hz. Hud bir tek adamdır.
Çevresindeki mü'minlerin sayısı parmakla
sayılacak kadar az. Karşısında yeryüzünün o
dönemdeki en şımarık, en zengin ve maddi
uygarlık alanında en gelişmiş toplumu var.
Nitekim yüce Allah, başka bir surede Hz. Hud'un
soydaşlarına nasıl karşı koyduğunu
bize anlatırken, bu dediklerimizi vurgulamaktadır.
Okuyoruz:
"Adoğulları da peygamberleri
yalanlamışlardı. Hani kardeşleri Hud, onlara
dedi ki; `Hiç korkmuyor musunuz?'
`Ben size gönderilmiş, güvenilir bir Allah elçisiyim.'
`Allah'dan korkunuz ve bana itaat e diniz.'
`Bu uyarıcı çabalarıma karşılık
sizden herhangi bir ücret istemiyorum, benim ücretimi Allah
verecektir'
`Niye her yüksek tepeye büyük bir yapı dikerek
boşu boşuna gösteriş yapıyorsunuz?'
`Niye hiç ölmemek umudu ile dayanıklı köşkler
kuruyorsunuz?' `Niye yakaladığınız
insanları zorbaca yakalıyorsunuz?' `Allah'dan korkunuz
da bana itaat ediniz.'
`Size bildiğiniz nimetleri veren Allah'dan korkunuz.' O
size davar sürüleri ve evlâtlar verdi.'
`Sizin adınıza büyük günün azabından
korkuyorum.'
Soydaşları Hud'a dediler ki, `ister bize öğüt
ver, ister öğüt verenlerden olma, bizim için birdir.'
`Bu tutumumuz, atalarımızın geleneğidir.'
`Bizim azaba çarptırılmamız sözkonusu değildir."
(Şuara
Suresi 123-138)
Bu adamlar şımarık zorbalardır.
Yakaladıkları insanlara karşı
acımasızdırlar. Ellerindeki nimetler onları
baştan çıkarmış. Hep dünyada kalacaklar,
hiç ölmeyecek hayali ile koca koca köşkler
yapmışlar! İşte Hz. Hud, bunlara
karşı dikiliyor. Mü'mine yaraşır bir
yiğitlikle, üstünlük duygusu ile, güvenle ve korkusuzca.
Soydaşları olmalarına rağmen onlarla
arasındaki ilişkileri tümü ile kesiyor, aradaki
bütün ipleri gözünü kırpmadan koparıveriyor.
Dahası onlara meydan okuyor. Kendisine karşı
akıllarına gelebilecek her tuzağı
kurmalarını, bu yolda ona hiçbir mühlet tanımamalarını,
ellerinden gelen kötülüğü arkalarına
koymamalarını, yapacaklarından pervası
olmadığını yüzlerine karşı
haykırıyor!
Hz. Hud, soydaşlarına karşı bu göz kamaştırıcı
tavrı takınmadan önce kendilerine elinden geldiğince
nasihat etmiş, her fırsatta onlara sevecenlikle
yaklaşmış, son derece tatlı bir dille
kendilerini Allah'a çağırmıştı. Fakat
sonunda açıkça anladı ki, adamlar yüce Allah'a başkaldırma
konusunda, O'nun tehditlerini alaya alma konusunda, O'na
karşı küstahça davranma konusunda kesinlikle kararlı
ve ısrarlıdırlar.
Hz. Hud, soydaşlarına karşı bu göz kamaştırıcı
tavrı ortaya koyabildi. Çünkü Allah gerçeğini
vicdanında buluyordu. Kesinlikle inanıyordu ki,
karşısındaki sözden anlamaz,
şımarık, küstah, ellerindeki nimetlere güvenip baştan
çıkmış zorbalar "yeryüzünde hareket eden
birer canlı"dan başka bir şey
değildirler. Hiç kuşkusu yok ki, "yeryüzünde
hareket eden tüm canlıların perçemleri onun Rabbinin
avucu içinde idi." Öyleyse "yeryüzünde hareket eden
bu canlı yığının" nesini
umursayacaktı ki? Bu şımarıkları eski
insan kuşaklarının yerine geçiren; onlara
ellerindeki nimetleri, zenginliği, maddi gücü, evlâtları,
köşkler yapma ve maden çıkarıp işleme
yeteneklerini veren onun Rabbi idi. O, bu
ayrıcalıkları onlara iş olsun diye değil,
sınama amacı ile vermişti. Buna göre eğer
dilerse onları ortadan kaldırıp yerlerine
başkalarını getirebilirdi. Bu durumda onlar O'na ne
bir zarar verebilirler ve ne de hükmünü engelleyebilirlerdi.
Öyleyse onların nesinden korkacaktı?
İstediğinde ve istediği şekilde veren de,
verdiklerini geri alan da O'nun Rabbi değil miydi?
İnsanları Allah'a çağıran dava
adamları, Rabblerin yüce gerçeğini vicdanlarında
bu canlılıkta bulabilmelidirler. Ancak o zaman, böyle
bir imanın kazandıracağı üstünlük duygusu
sayesinde çevrelerini sarmış olan azgın cahiliye
cephesi karşısında durabilirler. Cahiliye
cephesinin maddi gücü, endüstriyel gücü, insan kaynaklı
bilimsel ve teknolojik gücü, uzmanlaşmış,deneyimli
ve kurumlaşmış propaganda ve istihbarat gücü karşısında
ayakta durabilirler. Bu korkusuz tavrı ortaya koyabilmeleri için
kuşkusuzca bilmelidirler ki, "yeryüzündeki tüm canlıların
perçemleri Rabblerinin avucu içindedir" ve insanlar bütün
insanlar- "yeryüzünde hareket eden canlılar"dan
başka bir şey değildirler!
Bu dava adamlarının günün birinde mutlaka içinde
yaşadıkları toplumla, ırkdaşları,
milletleri ile, bütün bağlarını kesinlikle
koparmalıdırlar. O zaman aynı soyun, aynı
ırkın, aynı milletin fertleri iki kampa, iki
karşıt "ümmet"e ayrılacaktır. Bir
tarafta tek Allah'ın egemenliğini benimseyen, bunun
dışındaki her türlü egemenliği reddedenlerin
oluşturduğu ümmet yerini alırken, karşı
tarafta yüce Allah'ı bir yana bırakarak düzmece
ilahlara tapanların, Allah'a karşı savaş açanların
ümmeti saf tutacaktır. Bu kesin ayrılık, bu
kararlı saflaşma gerçekleştiği zaman yüce
Allah'ın dostlarına vadettiği zafer kesinlikle gerçekleşir,
Allah'ın düşmanları şu ya da bu şekilde
yokedilir. Bu yoketme, daha önce akla gelebilecek bir yolla
meydana gelebileceği gibi, hiç kimsenin aklının
ucundan geçmeyen bir biçimde de olabilir. Yüce Allah'a çağrı
sürecinin ilk insandan günümüze kadarki tarihi boyunca
görülen şudur: Yüce Allah'ın dostları, O'nun düşmanlarından
kendi inisiyatifleri ile ayrılmadıkça, mü'minler bu
ayrılmayı inanç farklılığı
esasına oturtarak tek Allah'ı tercih etmedikçe Allah,
dostlarını düşmanlarından ayırmaz. Mü'minler
bu kararlı tercihi yaptıkları zaman
"Allah'ın taraftarları (Hizbullah)" olurlar,
artık O'ndan başka hiç kimseye dayanmayan ve O'ndan başka
hiç kimseden yardım görmeyecek olan bir mücahidler ordusu
oluşturmuş olurlar.
SEMUD KAVMİ
Hz. Hud ile Adoğulları'na ilişkin hikâyeden
ilham alarak yaptığımız bu
değerlendirmeyi burada noktalayarak tekrar surenin
kaldığımız yerine dönüyor ve bu defa Hz.
Salih ile Semudoğulları'na ilişkin hikâyenin ayrıntılarına
giriyoruz.
|
|
O |
|
O |
|