O |
Hüd
|
O |
|
50- Adoğullarına da kardeşleri Hud'u peygamber
olarak gönderdik. Hud dedi ki; "Ey soydaşlarım,
sadece Allah'a kulluk sununuz, O'ndan başka
ilahınız yoktur. Başka ilahlara
taptığınız için sizler birer iftiracısınız,
uydurmaların peşinden gidiyorsunuz. "
51- "Ey
soydaşlarım, bu uyarı çabalarıma
karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum.
Benim ücretimi, beni yoktan vareden Allah verecektir. Acaba aklınızı
başınıza toplamayacak mısınız?"
52- "Soydaşlarım, Rabbinizden af dileyiniz,
arkasından O'na yöneliniz ki, size gökten bol yağmur göndersin,
gücünüze güç katsın, suç işlemekte ısrar
ederek çağrıma sırt çevirmeyiniz. "
Hz. Hud, Adoğulları'ndandı, onların
kardeşi, onlardan biri idi. İşin başında
onunla soydaşları arasında, kabilenin bütün
bireylerini birbirine bağlanan "akrabalık"
bağı vardı. Okuduğumuz ayetlerde bu ortak
bağa dikkat çekiliyor. Çünkü bu ortak bağın
doğal gereği olarak Hz. Hud ile "kardeşleri"
arasında güven, karşılıklı sevgi ve öğüt
alışverişi havasının egemen
olmasının beklendiğine işaret ediliyor.
Ayrıca soydaşlarının bu kardeşlerine
karşı takındıkları olumsuz tavrın
anormalliği ve
yakışıksızlığı
vurgulanıyor. Bunların yanısıra, Hz. Hud ile
soydaşları arasında ilerde belirecek olan inanç
farklılığı ilkesinden kaynaklanan ilişki
kesikliğinin, yol ayrılışının
doğallığı zihinlere işleniyor. Böylece
inanç bağı kopunca, bütün diğer
bağların kopacağı, İslâm toplumunda tek
birleştirici bağın inanç bağı
olduğu ilkesi somut motifler halinde gözlerimizin önüne
seriliyor. Bir de bu dinin mahiyetine ve hareket stratejisine
ışık tutulmuş oluyor. Şöyle ki:
Bu dine yönelik çağrı kampanyasının
başlangıç aşamasında, bu çağrıyı
seslendiren peygamber ile çağrının
muhatapları aynı millettendirler. Taraflar arasında
akrabalık bağı, kan bağı, soy
bağı, aşiret ortaklığı ve yurt
ortaklığı bağı vardır. Fakat daha
sonra bütün bu ortak bağlar kopuyor ve aynı soydan
gelen iki karşıt "ümmet" oluşuyor. Bir
tarafta "müslüman ümmet" karşımıza çıkıyor.
Bu iki ümmet arasında, artık ayrılık ve
ilişki kesikliği egemen oluyor. Bu ilişki
kesikliğine dayalı olarak yüce Allah'ın "mü'minleri"
başarıya ulaştırmaya ve "müşrikleri"
imha etmeye ilişkin vaadi gerçekleşiyor.
Yalnız bu ilahi vaadin gündeme gelebilmesi için,
gerçekleşebilmesi için, önce bu ilişkilerin kesilmesi
gerekir, aradaki ayrılığın
kesinleştirilmesi ve karşıt sayfaların net biçimde
belirginleşmesi gerekir. Bu noktaya varılabilmesi için
peygamber ile mü'min soydaşları, hemşehrileri ile
aralarındaki bütün geçmiş bağlarından, bütün
ortak ilişkilerinden sıyrılmalıdırlar;
soydaşları ile kabilelerinin yönetimi ile aralarındaki
eski dostluk ve bağımlılık köprülerini yıkmalıdırlar;
bağlılıklarını sadece Rabbleri olan yüce
Allah'a ve kendilerini Allah'a, O'nun ortaksız
egemenliğini benimseyerek kula kulluğu reddetmeye çağıran
müslüman yönetime yöneltmelidirler. İşte ancak o
zaman -daha önce değil- yüce Allah'ın desteğine
mazhar olabilirler, ancak o takdirde yüce Allah'ın zafere
ilişkin vaadi haklarında gerçekleşebilir.
Şimdi de okuduğumuz ayetleri inceleyelim:
"Adoğulları'na da kardeşle ri
Hud'u peygamber olarak gönderdik."
Daha önceki hikâyede anlatıldığı gibi
nasıl Hz. Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdiysek
Hz. Hud'u da soydaşlarına peygamber olarak gönderdik.
Sonra ne oldu?..
"Hud dedi ki; `Ey soydaşlarım..."
Onlara sevgi ile yaklaşarak, kendilerine,
aralarındaki birleştirici bağları
hatırlatarak söze giriyor. Amacı duygularını
kamçılamak ve güvenlerini kazanarak söyleyeceklerine kulak
vermelerini sağlamaktır. Çünkü herhangi bir toplumun
önderi, halkına yalan söylemez; amacı iyi rüyetle öğüt
vermek olan bir lider, soydaşlarını aldatmaz. Ayeti
okumaya devam ediyoruz:
"Hud dedi ki; `Ey soydaşlarım, sadece Allah'a
kulluk sununuz, o'ndan başka bir ilahınız yoktur."
Hz. Hud'un bu sözü, bütün peygamberlerin tarih boyunca hép
tekrarladıkları ortak bir sözdür: Hz. Hud'un soydaşları
-daha önce söylediğimiz gibi Hz. Nuh'un yanındaki mü'minlerin
gemiden indiklerinde kafalarında
taşıdıkları tek Allah'a kulluk etme
inancından sapmışlardı. Belki de bu sapma
eyleminin ilk adımını, Hz. Nuh ile birlikte gemiye
binen o mü'min azınlığın
anısını ululaştırarak
atmışlardı. Sonradan bu ululaştırma
eylemi kuşaktan kuşağa geçerken gelişerek
insanlara yarar sağlayan ağaçlarda ve taşlarda
somutlaşmış, daha sonraki bir aşamada da bu
ağaçlar ve taşlar tapılan putlara dönüşmüşlerdir.
Derken bu putların arkasında beliren birtakım kâhinler,
anıt bekçileri ve din simsarları insanları bu düzmece
ilahlar adına kendilerine tapmaya yöneltmişler,çok sayıdaki
cahiliye sapıklıklarından birini din
kılığına büründürerek gelenekleştirmişlerdir.
Demek istediğimiz şudur: Yüce Allah'dan başkasını
kutsallaştırma duygusuna kapı kapatan, tek Allah'a
kulluk sunma dışındaki her sapık inancı
ilke olarak reddeden, mutlak "Tevhid" inancından
meydana gelebilecek olan tek adımlık bir sapma, zamanla
sayılarını ve açılarını sadece ve açılarını
sadece yüce Allah'ın bilebileceği birçok sapma adımını
beraberinde getirir.
Her neyse, Hz. Nuh'un soydaşları "müşrik"
idiler, kulluğu sırf yüce Allah'a sunma inancına
uzak düşmüşlerdi. Bu yüzden O, bütün peygamberlerin
seslendirmiş oldukları şu çağrıyı
soydaşlarına yöneltmişti:
"Ey soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz,
O'ndan başka bir ilahınız yoktur. Başka
ilahlara taptığınız için sizler birer iftiracısınız,
uydurmaların peşinden gidiyorsunuz ."
Allah'ı bir yana bırakarak birtakım putlara
taparken ve Allah'a birtakım ortaklar koşarken iftira
ediyor, asılsız yakıştırmalara bel
bağlıyorsunuz.
Hz. Nuh, bu sözlerinin hemen arkasından bu çağrısının
samimi olduğunu, bu öğüdünün çıkarcı amaçlardan
arınmış olduğunu vurgulama gereğini
duyuyor. Bu çağrısının ardında herhangi
bir yan amaç gizli değildir. Bu öğüt verme ve yol
gösterme çabalarına karşılık hiç kimseden
herhangi bir maddi çıkar istemiyor. Onun ücretini verecek
olan yüce Allah'dır. Gözeticisi ve koruyucusu sadece O'dur.
Okuyoruz:
"Ey soydaşlarım, bu uyarı çabalarıma
karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum.
Benim ücretimi, beni yoktan vareden Allah verecektir. Acaba aklınızı
başınıza toplamayacak mısınız?"
Hz. Hud'un "Sizden herhangi bir ücret istemiyorum"
şeklindeki sözünden anlaşılıyor ki,
soydaşları kendisini yaptığı çağrının
karşılığında ücret istemekle ya da mal
kazanmak peşinde koşmakla suçlamışlar ya da böyle
bir imada bulunmuşlardır. Bundan dolayı bu suçlamayı
reddeden cümlesinin arkasından soydaşlarına "Acaba
aklınızı başınıza toplamayacak
mısınız?" diye sesleniyor. Bu
azarlayıcı cümlede soydaşlarının tutumu
karşısında duyduğu
şaşkınlık dile geliyor. Nasıl hayret
etmesin ki, adamlar yüce Allah'ın görevlendirip gönderdiği
bir peygamberin insanlardan maddi menfaat bekleyeceğini düşünüyorlar.
oysa o peygamberi insanlara gönderen yüce Allah, tüm bu
yoksulları, bu zavallıları besleyen tek
rızık verici, tek yarar
dağıtıcıdır.
Hz. Hud, bunun arkasından soydaşlarını
Allah'dan af dilemeye, suçlarından dolayı
pişmanlık duyarak O'nun dergâhına
sığınmaya çağırıyor. Bu çağrıyı
yaparken bizim peygamberimizin bu surenin başında
aktarılan sözlerinin aynısını söylüyor.
Binlerce yıl sonra bizim Peygamberimiz, hangi
uyarıları seslendirmiş, hangi vaadleri
yapmış ise, Hz. Hud da soydaşlarına aynı
uyarıları ve vaadleri yöneltiyor. Okuyalım:
"Ey soydaşlarım, Rabbinizden af dileyiniz,
arkasından O'na yöneliniz ki, size gökten bol yağmur göndersin,
gücünüze güç katsın, suç işlemekte ısrar
ederek çağrıma sırt ç evirmeyiniz."
Adamların yağmura ihtiyaçları vardı.
Yağmurların sağlayacağı sularla o çöl
ortasında tarlalarını sulayacaklar,
hayvanlarına su verecekler, bol yağmurların
sağlayacağı bereketi koruyacaklardı. Devam
ediyoruz:
"Gücünüze güç katsın."
Sahibi olmakla ün yaptığınız gücünüzü
arttırsın. Ama;
"Suç işlemekte ısrar ederek çağrıma
sırt çevirmeyiniz."
çağrıma sırt çevirme ve ilahi mesajı
yalanlama suçlarını işlemeyiniz.
Bu ayette dile gelen "bol yağmur yağdırma"
ve "güce güç katma" vaadleri üzerinde biraz durup
düşünelim: Bu vaadler, yüce Allah'ın evrensel düzende
geçerli olan değişmez kanunlarına göre yürüyen
ilahi geleneğin sonucu olarak ortaya çıkan ve elbette
ki, yüce Allah'ın dilediğine ve
yaratıcılığına bağlı olan
doğal olgulardır. Peki, o halde bunların yüce
Allah'dan af dilemekle, tevbe etmekle ilgileri nedir?
Allah'a yönelmekle "kuvvet artışı"
arasındaki ilişki oldukça direkt ve kolay kavranır
niteliktedir. Neden derseniz, kalp temizliği ile yeryüzünde
yararlı çalışma tevbe edip iyi işler
yapanların güçlerine gözle görülür biçimde güç katar.
Bir defa onların vücut sağlığını
geliştirir. Çünkü bu iki özellik, onlara sadece temiz
yiyeceklere bağlı kalan dengeli ve ölçülü bir
beslenme alışkanlığı kazandırır.
Gönüllerine rahatlık bağışlar, sinirlerini
gerginlikten uzak tutar. Her an yüce Allah'a güvenmelerini,
O'nun rahmetinden emin olmalarını sağlar. Bu iki
vasfa sahip olan insanların kurdukları da
sağlıklı olur. Çünkü böylelerinin toplumlarında
yüce Allah'ın yapıcı ve dirlik getirici
yasaları (Şeriat) egemendir. Bu yasalar insanlara
özgürlük ve onur kazandırır. Yüce Allah'dan başkasının
egemenliğine boyun eğmeyen bu toplumun üyeleri, tek
Allah'ın üstün iradesi önünde secdeye varmanın
eşitliğini paylaşırlar. Bu iki vasıf,
bunların yanısıra insanların enerjilerini de
serbest bırakırlar. Bu toplumun insanları hiçbir
keyfi kısıtlamaya uğramaksızın, serbestçe
çalışırlar, üretirler ve yeryüzü halifeliğinin
omuzlarına bindirdiği yükümlülüklerin gereklerini
yerine getirirler. Hiç kimse onları yeryüzü kaynaklı
putları ilahlaştırma törenlerine katılmaya,
bu putlar etrafında tütsüler yakmaya, davul-zurna çalmaya,
insanın fıtratındaki gerçek ilaha yönelik ihtiyacın
boşluğunu doldurmak için uydurulmuş yapmacık
gösterilerde yeralmaya zorlamaz.
Her zaman görüyoruz ki, yeryüzü kaynaklı sahte
tanrılar, zaman zaman güçlülük, bilgi, kapsamlı
egemenlik, üstün irade ve merhamet gibi gerçek ilahi sıfatlara
muhtaç olurlar. Bu putların, puthane gardiyanları ile
yardakçı simsarları da onlara bu sıfatları
yakıştırmaya muhtaçtırlar. Çünkü başka
türlü insanların bu putlara tapmaları sağlanamaz.
Başka bir deyimle rabblik, beraberinde ilahlığa
muhtaçtır, ancak o sayede tapıcılar, sahte rabbin
önünde diz çökmeye zorlanabilirler. Bütün bunlar puthane
gardiyanlarının ve put simsarlarının sürekli
çabalar göstermelerini, devamlı emekler
harcamalarını gerektirir. Yeryüzü kaynaklı
putların tapıcıları bu emekleri ve çabaları,
davul-zurna çalma peşinde, marşlar söyleme peşinde,
uydurma rabbler adına çekilen tesbihler peşinde
harcarlarken, tek Allah'ın bağlıları aynı
emekleri ve çabaları yeryüzü kalkınması yolunda,
halifelik görevinin sorumluluklarını yerine getirme
uğrunda seferber ederler.
Gerçi ne kalplerini ve ne de toplumlarını yüce
Allah'ın şeriatının egemenliğine
vermemiş olanların kimi zaman, çok güçlü oldukları
görülebilir. Fakat bu gücün ömrü belirli bir zamana kadar
sürer. Yüce Allah'ın evrensel yasaları uyarınca
olayların akışı son noktaya varıp
dayanınca bu güç paramparça olur. Çünkü başlangıcı
itibarı ile sağlam bir temele dayanmıyor. Sadece
çalışkanlık, disiplin ve üretim bolluğu gibi
birkaç evrensel yasaya dayanıyor. Böylesine topal ayaklı
bir güçlülük sürekli olamaz. Çünkü gerek bilinç hayatındaki
kargaşa, gerekse sosyal hayatın bozukluğu bir süre
sonra bu gücü yokeder, onu siler-süpürür.
Tevbe edip yüce Allah'a yönelenlere "bol yağmur
indirilmesi"ne gelince insanların bildikleri kadarı
ile "yağmur olayı" evrensel düzenin değişmez
doğal yasaları uyarınca gerçekleşir. Fakat
doğal yasaların işleyişi yağmurun
herhangi bir yerde ve zamanda hayat kaynağı olurken,
başka bir yerde ve zamanda felâket sebebi olmasına
engel değildir. Yağmur olayı, yüce Allah'ın
takdirine bağlı olarak bir toplumu ihya ederken bir
başka toplumu mahvedebilir. Başka bir deyimle yüce
Allah, iyiliğe ilişkin müjdesi ile kötülüğe
ilişkin tehdidini tabii güçleri şöyle ya da böyle
yönlendirerek gerçekleştirebilir. Çünkü bu güçleri
yaratan ve durum ne olursa olsun yasalarını yürütmek
için sebepler meydana getiren O'dur. Bu olayın
arkasında bir de şu gerçek var: Yüce Allah'ın
özgür dileği. Bu özgür
dilek doğal sebepleri ve görünür olguları, doğal
yasaların normal işleyişleri sırasında görmeye
alıştığımızdan farklı biçimde
yönlendirebilir. Böylece yüce Allah, takdirini; ön-tasarısını
dilediği gibi ve dilediği zaman gerçekleştirebilir.
İradesini, göklerde ve yerde egemen olan "hak"
ilkesi uyarınca serbestçe yürütebilir. Bu irade, görmeye
alıştığımız genel ve doğal
akışa bağlı kalmak zorunda değildir.
İşte Hz. Hud'un soydaşlarına yönelik çağrısı
budur. Anlaşılan bu çağrıya olağanüstü
bir mucize eşlik etmiş değildi. Belki de bunun
sebebi, "Tufan olayı"nın yakın tarihli.
olması, Hz. Hud'un soydaşlarının
hafızalarında ve dillerinde tazeliğini
koruması idi. Nitekim başka bir surede bu olay
kendilerine hatırlatılmaktadır. Fakat Hz. Hud'un
soydaşları onun hakkında çeşitli tahminler
ileri sürüyorlar, çeşitli asılsız yorumlara
girişiyorlar. Okuyoruz:
|
|
O |
|
O |
|