O |
Hüd
|
O |
|
49- Ey Muhammed, bu anlatılanlar sana vahiy yolu ile
bildirdiğimiz gaybe ilişkin haberlerdir. Bundan önce ne
sen ve ne de soydaşların bu olayları bilmiyordunuz.
Müşriklerin olumsuz tepkilerine karşı sabret; sonuç,
kötülüklerden sakınanlarındır.
Okuduğumuz değerlendirme ve yorum ayeti, bu surede
anlatılan peygamber hikâyelerinin bazı amaçlarını
gözlerimizin önüne seriyor. Bu amaçları şöyle sıralayabiliriz:
1- "Vahiy" diye bir gerçek vardır. Müşrikler
bu gerçeği inkâr ediyorlar. Sebebine gelince, bu peygamber
hikâyeleri "gayb" aleminin bir parçasıdırlar.
Onları daha önce ne peygamberimiz ve ne de soydaşları
bilmiyordu. Onlar O'nun çevresinde dilden dile dolaşan halk
hikâyelerinden değildi. Onların kaynağı
"Her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan"
yüce Allah'ın vahyi idi.
2- İslâmi inanç sistemi, tarih boyunca aynıdır,
özdeştir. Bu özdeşlik, insanlığın
ikinci atası Hz. Nuh'un dönemine kadar çıkıyor. Bütün
bu tarih süreci boyunca aynı inanç sistemi karşımıza
çıkar. Öyle ki, bazan ifade biçimi bile nerdeyse aynıdır.
3- Peygamberlerin yalanlayıcıları hep aynı
itirazları, hep aynı suçlamaları tekrarlaya
gelmişlerdir. Oysa birçok açık belgeler bu
itirazları ve suçlamaları çürütmüştür. Fakat
bir önceki kuşak döneminde asılsız oldukları
kanıtlanan bu bayat suçlamalar ve itirazlar, bir sonraki kuşak
tarafından sanki yeni sözlermiş gibi piyasaya sürülmektedir.
Bu kısır çember, tüm insanlık tarihi boyunca bir
türlü kırılamamıştır.
4- İnsanlara yönelik müjdeler ve tehditler, noktası
noktasına gerçekleşmektedir. Peygamberler, müjdelemelerinde
ve tehditlerinde ne diyorlarsa aynen çıkmaktadır.
Okuduğumuz peygamberin bu hikâyesi, bu gerçeğin tarihi
kanıtlarından biridir.
5- Yüce Allah'ın yürürlükteki yasaları
değişmiyor, hatır-gönül dinlemiyor, ayırım
yapmıyor, sapma göstermiyor. Hep "takvalılar"
kötülüklerden sakınanlar mutlu sona eriyor.
Sonunda kurtulanlar ve "kötü"lerin yerlerini
alanlar her zaman onlar oluyor. 6- Gerek tek tek fertleri ve
gerekse kuşakları birbirine bağlayan,
kaynaştıran bağın ne olduğu
vurgulanıyor. Bu bağ, inanç birliği
bağıdır. Tarih boyunca bütün mü'minleri tek
Allah'a ve tek Rabbe bağlayan bağdır. Bu
bağın varolabilmesi için bütün mü'minlerin, yüce
Allah'ın ortaksız ve rakipsiz egemenliği
altında birleşmeleri, bütünleşmeleri gerekir.
TUFANIN İÇERİĞİ
Şimdi, acaba "Tufan olayı" tüm yeryüzü
üzerinde mi etkili olmuştur ya da bu olayın etki
alanı, sadece Hz. Nuh'un peygamber olarak gönderildiği
yöre ile mi sınırlı olmuştur? Eğer olay
sadece belirli bir yörede görüldü ise bu yöre neresidir? Bu
yörenin gerek eski dünyadaki ve gerekse yeni dünyadaki yeri
neresidir? Bu soruların zanni, kuşkuyu bilgiyi aşan
cevapları elimizde yoktur. Kuşkulu bilgi ise gerçeğin
en ufak bölümünün bile yerini tutamaz. Bu soruların
elimizdeki cevapları, hiçbir sağlam delile dayanmayan
yahudi masallarına, yahudi uydurmalarına dayanır.
Buna göre bu cevaplar, Kur'an'da anlatılan peygamber hikâyelerinin
amaçlarım gerçekleştirme bakımından, küçük-büyük
hiçbir değer taşımazlar.
Fakat bu konudaki büyük bilgi eksikliğimize rağmen
yine de şunu söyleyebiliriz: Kur'an'daki ayetlerden ilk bakışta
anlayabildiğimiz kadarı ile Hz. Nuh'un -selâm üzerine
olsun- gönderildiği halk, o günkü dünya nüfusunun
tümünü oluşturuyorlardı. Bu insanların
oturdukları bölge de o günkü dünyanın, üzerinde
insanların yaşadığı yegâne bölgesi idi.
Tufan olayı, işte bu bölgenin tümünü etkilemiş,
bu bölgede yaşayan tüm canlıların hayatına
son vermişti. Sadece hikâyede sözü edilen gemiye binenler
kurtulabilmişler, sağ kalabilmişlerdi.
Bu evrensel olayın karakteristik niteliğini
kavramamız için hakkında bu kadar bilgimizin
olması yeterlidir. insanlığın o karanlık
dönemi hakkındaki bu bilgiyi bize tek güvenilir kaynak olan
Kur'an veriyor. Yoksa bu evrensel olay hakkında "tarih"in
bildiği hiçbir şey yok. Bir defa o gün "tarih"
yoktu ki, bu olay hakkında bildiği bir şey olsun.
Tarih daha dünkü çocuk kalır bu olayın eskiliği
karşısında. Tarihin kayda geçirebildiği
insana ilişkin olaylar aslında pek azdır. Çünkü
tarihi kayıtların geçmişi pek uzun değildir.
Üstelik tarihin verdiği bilgiler doğru da olabilir,
yanlış da; gerçek de olabilir, yalan da; bu bilgiler
eleştiriye de, değişmeye de açık bilgilerdir.
Bu yüzden doğru haber kaynağımız olan
Kur'an'ın bize bilgi verdiği bir konuda tarihin
onayına başvurmaya kalkışmak, asla doğru
bir tutum değildir. Böyle bir konudaki sırf bir destek
arayışı bile ölçülerin altüst oluşu ve
geriye dönüş demektir ki, bu dinin özünü iyi kavramış
olan bir aklın böyle bir hastalığa
kapılması beklenemez.
Çeşitli milletlerin masallarında ve halklar
arasında dilden dile dolaşan söylentilerde "Tufan"
olayının izlerine rastlanır. Bu söylentilere göre
eski çağların belirsiz bir tarihinde bu milletlerin o günkü
kuşağı, işlediği günahlar yüzünden bu
büyük afetle cezalandırılmıştı. Fakat
bu söylentiler, Kur'an'da anlatılan "Tufan"
olayı ile özdeşleştirilmemeli; bu tek güvenilir
haber kaynağının verdiği doğru bilgiler,
bu tür bulanık söylentilerle, bu çeşit
kaynağı ve dayanağı belirsiz masallar ile
karıştırılmamalı, hatta Kur'an'ın bu
konuda verdiği bilgiler irdelenirken bu efsane
kırıntılarının sözü bile edilmemelidir.
Gerçi çeşitli milletlerin folklorunda rastlanan bu
bulanık masallar az-çok kanıtlar ki, bir zamanlar bu
milletlerin yaşadıkları topraklarda "Tufan"
olayı görülmüştür, ya da en azından bu
milletlerin sağ kalan ataları "Tufan"
olayına sahne olan bölgeden göç ettikten sonra dünyanın
çeşitli yörelerine dağılarak yeni yurtlar
edinmişler ve vaktiyle yaşadıkları "Tufan"
olayının anılarını bu yeni
yurtlarına taşımışlardır.
Söz sırası gelmişken bir de şu
noktayı hatırlatmalıyız: Sözde "Kutsal
Kitab (Kitab-ı Mukaddes)" diye anılan kitabın
ne yahudilerin kutsal kitabı olan "Eski Ant (Ahd-i
Kadim)" adı ile bilinen bölümü ve ne de hristiyanların
İncil nüshalarını içeren "Yeni Ant (Ahd-i
Cedit)" başlıklı bölümü yüce Allah'ın
katından indirilen kutsal kitapların aynileri
değildir. Yüce Allah'ın Hz. Musa'ya indirdiği
Tevrat'ın orijinal nüshaları, yahudilerin
tutsaklıkları sırasında Babilliler
tarafından yakılmıştı. Tevrat, bu olaydan
yüzyıllarca sonra -Milâttan önce yaklaşık olarak
beş yüzyıl kadar önce- "Azra" adlı bir
yahudi din adamı tarafından tekrar yazıya geçirilmişti
-sözü geçen "Azra" adlı yahudi din adamı,
Kur'an'da adı geçen "Uzeyr" olabilir-Bu yahudi din
adamı, asıl Tevrat'ın tesadüfen elde kalan
metinlerini yazıya geçirmişti. Bugünkü Tevrat'ın
bu metin kalıntıları dışındaki bölümü
tamamen düzmecedir.
İncil nüshaları da öyle. Bu nüshalarda yeralan
metinler, gerek Hz. İsa'nın öğrencilerinin ve
gerekse bu öğrencilerin öğrencilerinin
hafızalarında kalan bilgi
kırıntılarına dayanılarak kaleme
alınmışlardır. Üstelik bu yazıya geçirme
olayı Hz. İsa'nın ölümünden yüzyıl kadar
sonra gerçekleşmişti. Sonra da bu metinlere birçok
hikâyeler ve mitolojik motifler karıştırılmıştır.
Bundan dolayı bu sözde kutsal kitapların herhangi
birinde, herhangi bir konuya ilişkin kesin bilgi aramak
doğru değildir.
Bu kısa açıklamayı burada noktalayarak sözü,
bu büyük evrensel olaydan, yani "Tufan olayı"ndan
çıkarılması gereken derslere getirmek istiyoruz.
Gerçekten bu olaydan çıkarılması gereken dersler,
bir değil, birçoktur. Önümüzdeki sayfalarda bu derslerin
bazılarına değinecek ve arkasından Hz. Hud'a
ilişkin hikâyeye geçeceğiz.
DİNLER TARİHİNİN UYDURUKLARI
Okuduğumuz hikâyede gördük ki, Hz. Nuh'un soydaşları
cahiliye bataklığının derinine
dalmışlardı, eğri yollarında
alabildiğine ısrarlı idiler, Hz. Nuh'un kendilerine
sunduğu katışıksız İslâm çağrısını
şiddetle reddediyorlardı. Bu çağrının
özü katışıksız tek Allah inancı idi. Bu
inançta egemenlik ve ilahlık yetkisi yüce Allah'ın
tekeline veriliyordu; O'nun yanısıra hiç kimseye
rabblik sıfatı
yakıştırılmıyordu.
Hz. Nuh'un, özelliklerini tanıttığımız
bu soydaşları Hz. Ademin soyundan gelen insanlardı.
Hz. Adem ise, A'raf ve Bakara surelerinde anlatılan hikâyesinden
öğrendiğimiz gibi yüce Allah'ın halifesi olma görevini
yürütmek üzere yeryüzüne indirilmişti. Hatta
yaratılış amacı bu görevdi. Yüce Allah, bu
görevin gerektirdiği imkânlarla ve yeteneklerle donatmıştı.
Yüce Allah, onu bu görevle yeryüzüne indirmeden önce,
kendisine cennette iken işlediği günahtan ötürü nasıl
tevbe edeceğini öğretmiş, hatta ona tevbe ederken
neler söyleyeceğini aynen belletmişti. Arkasından
kendisi ile eşinden ve onların kişiliğinde bütün
gelecek insan kuşaklarından, yüce Allah'ın
bellettiği doğru yoldan gideceklerine ve şeytana
uymayacaklarına dair söz almıştı. Çünkü
şeytan onun ve soyundan gelenlerin düşmanı idi ve
bu düşmanlık kıyamet gününe kadar bütün amansızlığı
ile sürecekti.
Demek oluyor ki, Hz. Adem, yüce Allah'ın yoluna
bağlı bir müslüman olarak yeryüzüne indi. Hiç kuşku
yok ki, o oğullarına ve torunlarına da İslâmı
öğretmişti. Yani İslâm, yeryüzünde insanlığın
tanıdığı ilk inanç sistemi idi. Hatta onun
yanısıra bir başka inanç sistemi yoktu. Hz.
Adem'den Hz. Nuh'a gelinceye kadar insanlığın kaç
kuşak değiştirdiğini sadece Allah bilir, bizim
bu konuda hiçbir bilgimiz yok. Fakat Hz. Nuh'un bize bu suredeki
hikâyede tanıtılan soydaşlarına bakınca
kesinlikle anlıyoruz ki, bu dönemdeki insanlara egemen olan
cahiliye puta tapıcılığı ile,
masalları ile, hurafeleri ile, somut putları ile, düşünceleri
ve gelenekleri ile bir bütün oluşturarak toplumun
yapısına çöreklenmiştir; bu toplum,
insanoğluna musallat olan şeytanın sürekli kışkırtmaları
ile ve insan ruhunda varolan doğal gediklerin yolaçtığı
bozguncu sızmaların etkisi ile kendisine sunulmuş
olan İslâmdan sapmıştır. Sözkonusu doğal
gedikleri hem Allah'ın ve hem de insanların düşmanı
olan şeytan bu sızma eylemlerinde sürekli biçimde
kullanmıştır. Şeytan bu sızma eylemlerini
gerçekleştirirken o günkü insanların, yüce Allah'ın
ipine sarılma hususundaki her gevşekliklerini, sırf
yüce Allah'a bağlanma konusundaki her
umursamazlıklarını, küçük-büyük hiçbir
meselede yüce Allah'ın yanısıra hiç kimseye
uymama alanındaki her tavizlerini kendi amacı
uğruna kullanmıştır.
İnsanın yaratıcısı olan yüce Allah,
ona belirli oranda bir irade özgürlüğü tanıdı.
İnsanın tabi tutulduğu sınavın
dayanağı zaten bu irade özgürlüğüdür.
İnsan bu özgür irade payı sayesinde sırf yüce
Allah'ın ipine sarılmayı tercih edebilir. O zaman düşmanı
olan şeytan, üzerinde hiçbir nüfuz kuramaz. Yine insan bu
özgür irade payına dayanarak yüce Allah'ın yolundan
saparak başkalarının öğretilerine,
ideolojilerine saplanabilir. Bu sapmanın açısı
işin başında ne kadar dar olursa olsun şeytan
onu yavaş yavaş genişletir ve birkaç aşama
sonra sahibini koyu bir cahiliyenin bataklığına sürükler.
Nitekim ilk İslâm peygamberi olan Hz. Adem'in torunları
belirli bir hidayet döneminden sonra böyle bir koyu cahiliyenin
pençesine düşmüşlerdir. Gerçi bu sapma sürecinin
kaç kuşak sonra bu aşamaya geldiğini, sadece yüce
Allah biliyor, bizim bu konuda hiçbir tarihi bilgimiz yok.
Bu gerçek, yeryüzünde insanlığın
tanıdığı ilk inanç sisteminin, egemenliği,
rabblığı ve kayıtsız otoriteyi yüce
Allah'ın tekeline verme ilkesine dayanan İslâm inancı
olduğu gerçeği, bizi şu sonuca götürür. Sözde
"karşılaştırmalı dinler tarihi"
yazarları ile diğer evrim teorisi
yanlılarının bu konudaki yorumları
asılsızdır. Onların yorumlarına göre tek
Allah inancı, inanç evrimi sürecinin son aşamasıdır.
Bu aşamaya gelinmeden önce çok ilahlılık, puta
tapıcılık, doğal güçleri ve ruhları
ilahlaştırma, güneşe ve yıldızlara tapma
gibi inanç evreleri yaşanmıştır. Buna benzer
daha birçok delilsiz görüşler içeren bu sözde "araştırmalar"
temelde belirli birtakım tarihi, psikolojik ve politik
etkenler tarafından yönlendirilen "güdümlü" bir
yönteme dayanırlar. Bu yöntemin ana amacı, semavi
dinlerin dayanağını yıkmayı, ilahi vahyin
ve peygamberlik misyonlarının
asılsızlığını
kanıtlamaktır; dinlerin insan yapısı sistemler
olduklarını ve tarih boyunca insan düşüncesinin
gelişmesine paralel biçimde evrimleştiklerini, tekamül
ettiklerini ispatlamaktır.
Bu arada asıl amaçları İslâmı savunmak
olan bazı yazarlar, sözünü ettiğimiz güdümlü
yöntem uyarınca "dinler tarihi" alanında
araştırmalar yapanların yorumlarına
kapılarak doğru yoldan sapıyorlar, farkına
varmadan sapıtıyorlar. Bu yazarlar coşkulu bir
heyecanla İslâmı savunurlarken Kur'an-ı Kerim'in
son derece belirgin çizgilerle ortaya koyduğu İslâm
inancının temelini yıkıyorlar. Kur'an-ı
Kerim, bu inanç sistemini anlatırken, bize şöyle
diyor: Hz. Adem, yeryüzüne İslâm inancı ile indi; Hz.
Nuh, şeytanın ayartarak putpérestlik bataklığına
sürüklediği ve vaktiyle ataları müslüman olan Hz.
Adem'in sapıtmış torunlarının
karşısına, tek ilahlık esasına
dayalı İslâm inancı ile çıkmıştı;
bu sapıtma hastalığı Hz. Nuh'dan sonra da
zaman zaman nüksetmiş, insanlar dönem dönem İslâmı
bırakıp, cahiliye bataklığına sürüklenmişlerdir.
Fakat her sapıtma döneminden sonra gelen peygamberler kayıtsız
Allah birliği inâncının savunucuları olarak
ortaya çıkmışlardır. Semavi inanç sistemi,
hiçbir değişikliğe, hiçbir sözde "evrimleşme"ye
uğramamıştır. Bu alandaki gelişmeler,
sentezler ve genişlemeler, aynı inanç özüne eşlik
eden şeriatlerde, yasal sistemlerde görülmüştür.
Cahiliye kökenli inançlarda evrimleşmenin olduğunu gözlememiz,
insanlığın tek Allah'a dayalı inanç
sistemine, inancın özü bakımından
evrimleşerek ulaştığını
kanıtlamaz; bu olgunun bize kanıtladığı
gerçek şudur: Her peygamberin getirip yaydığı
tek Allah'a dayalı inanç sistemi, sapıtmalardan sonra
bile toplumların kültürlerinde izler bırakıyordu.
Bu olumlu izler, sapıtmalardan sonra bile cahiliye kökenli
inançları geliştiriyor, onları tek ilahlık
özüne doğru yaklaştırıyordu. Ama tek
ilahlı inanç sistemi, özü itibarı ile kronolojik
olarak bütün putperest inançlardan öncedir ve ilk ortaya çıktığı
anda, bilinen eksiksiz biçimi ile ortaya çıkmıştır.
Çünkü bu, inanç sisteminin kaynağı insan düşüncesi
ve insan bilgisi değildir; tersine O, yüce Allah tarafından
insanlara gönderilmiştir. Bu yüzden O, ilk ortaya çıktığından
beri gerçektir, yine ilk ortaya çıktığı
andan beri eksiksizdir, gelişiminin doruğundadır.
İşte Kur'an-ı Kerim'in bu konudaki yorumu budur,
İslâm düşüncesinin dayanağını
oluşturan yorum budur. Buna göre hiçbir müslüman araştırmacı,
özellikle İslâmı savunmak amacı ile yola çıkan
hiçbir müslüman araştırmacı Kur'an'ın
getirdiği bu kesin açıklamanın çizgisinden
saparak sözde "karşılaştırmalı
dinler tarihi" yazarlarının ortaya
attıkları dayanaksız teorilerin, az önce dediğimiz
gibi güdümlü bir yöntemden kaynaklanan düzmece teorilerin
yardakçısı olamaz.
Biz bu tefsir kitabında, ilke olarak, İslâm adına
yazlan kitaplardaki yanılgıları, ayak sürçmelerini
tartışmıyoruz. Çünkü bu tür tartışmaların
yeri, başka ve bağımsız
araştırmalardır. Fakat bir tek örneğe
değineceğiz; onu Kur'an-ı Kerim'in yönteminin, bu
konudaki Kur'an yorumunun ışığı
altındaki gündeme getireceğiz.
Prof. Mahmud Akkad, "Allah" adlı eserinin
"İnancın kaynağı"
başlıklı bölümünde şunları
yazıyor:
"İnsan, bilim ve sanat alanında nasıl
gelişti ise, inanç alanında da gelişme göstermiştir.
İnsanın ilkel inancı, ilkel hayat düzeyine
denkti. Onun o dönemdeki bilgisi ve sanatı da aynı düzeyde
idi. İlkel bilimler ve sanatlar, ilkel dinlerden ve
tapınma geleneklerinden daha gelişmiş değildi.
Bu kesimlerden birindeki gerçek kırıntıları,
öbür kesimin içerdiği gerçek kırıntılarından
daha fazla değildi.
İnsanoğlunun din alanındaki gelişme
çabaları, ilimler ve sanatlar alanındaki gelişme
çabalarında daha zor ve uzun vadeli çabalar olmuş
olmalıdır. Çünkü büyük "evren" gerçeği,
kimi bilimlerin ve kimisi de sanatların konusu olan tek tek
nesnelerin gerçeğinden hem daha zor ve hem de daha uzun bir
yolun aşılmasını gerektiriyordu.
İnsanlar, şu ışık saçan gök
cisminin, yani güneşin mahiyetini uzun süre bilemediler.
oysa güneş, gözlere en çok batan, insanların vücudlarını
en çok etkileyen bir uzay gezegeni idi. Yakın zamana kadar
onun, yani güneşin dünya çevresinde döndüğünü
söylüyorlardı. Onun hareketlerini ve değişik görüntülerini
tıpkı bir bilmece çözer gibi ya da bir rüya yorumlar
gibi açıklamaya çalışıyorlardı. Bununla
birlikte hiçbir insan, güneşin
varlığını inkâr etmeyi aklının
ucundan geçirmemiştir: Bu bulanık açıklamaların
sebebi, güneşin ne olduğu konusunda akılları
kuşatan katmerli bilgisizlik bulutları idi. Halâ da bu
bulutlar tamamen dağılmış değildir.
Dinlerin ilkel cahillik çağlarındaki köklerine
inmek ne dine bağlılığın
asılsızlığını,
anlamsızlığını kanıtlar ve ne de
olamayacak bir şeyi, imkânsızı araştırma
girişimidir. Bu girişimin tek
kanıtladığı gerçek şudur: "Büyük
gerçek" bir tek yüzyılda insanların bilgisine açılmayacak
kadar büyüktür. İnsanların bu gerçeği öğrenmeye
ilişkin yetenekleri asır asır, aşama
aşama gelişmiş ve bu gelişme çabası
değişik üsluplar göstermiştir. Tıpkı küçük
gerçeklerini öğrenmeye ilişkin çabaları gibi.
Hatta bu büyük gerçeği öğrenmek, akılların
kavrayabildiği ve duyu organlarının
algılayabildiği küçük gerçeklere göre daha zorlu ve
daha ilginç çabalar gerektirmiştir.
"Karşılaştırmalı dinler
tarihi" bilimi, ilk insanın inandığı birçok
masalları ve saplantıları ortaya çıkarmıştır.
Bu masalların, bu sapık inançların
kalıntıları halâ bile birçok ilkel kabileler,
hatta eski uygarlıklara bağlı milletler
arasında yaygındır. Zaten bu bilim
dalının bundan başka bir sonuca varması,
önümüze koyduğu bulgulardan farklı bulgular ortaya çıkarması
beklenemezdi. Başka bir deyimle ilkel dinlerin, bu
araştırmaların ortaya koydukları gibi
sapık ve bilimdışı olmaları kaçınılmazdı.
Ortaya çıkan bu sonuç, akla uygun bir sonuçtu. Akıl,
bunun dışında bir sonuç beklemiyordu. Bu sonuç,
bilginlerce sürpriz olarak karşılanan ya da dinin
özüne ilişkin yargılarında köklü değişiklik
yapmalarına yolaçan, yeni bir unsur içermiyordu. Çünkü
ilkel insanların, evren gerçeğini, saçmalıkların
ve bilim-dışılığın gölgelerinden arınmış
bir eksiksizlikle bildiklerini kanıtlamak amacı ile yola
çıkmayı aklının ucundan geçiren bir bilim
adamı, daha baştan imkânsız bir şeyi
araştırmaya girişmiş demekti..."
Aynı yazar, yine aynı eserinin "Allah'a
ilişkin inancın evreleri" başlıklı bölümünün
bir yerinde
de şöyle diyor:
"Karşılaştırmalı dinler
tarihi" bilginleri, ilkel insanların Allah'a
ilişkin inançlarında şu üç evreden geçtiklerini
ortaya koymuşlardır:
1- Polytheism (Çok tanrılı dönem)
2- Honetheism (Ayırdetme ve tercih etme dönemi) 3-
Monotheism (Tek ilahlı dönem)
Çok tanrılı dönemde ilkel kabileler onlarca, kimi
zaman ise yüzlerce tanrıya tapınıyorlardı. Bu
dönemde neredeyse her büyük aileye bir tanrı veya gözönünde
bulunularak .tapılan, duaları ve kurbanları kabul
eden bir tanrı-vekili düşüyordu.
İkinci dönemse bir ayırdetme ve tercih dönemi oldu.
Bu dönemde tanrılar, çokluklarını yine sürdürüyor,
fakat bunların içinden bir tanesi ön plana çıkmaya,
diğer tanrılara tercih edilmeye başlıyordu. Bu
ön plana çıkışın sebebi, ya o
tanrının lider konumundaki kabilenin, başka
kabilelerin savunma ve geçim işlerini üstlenen kabilenin
tanrısı olması, ya da diğer tanrılara göre
daha önemli ve daha öncelikli ihtiyaçlarını
karşıladığına inanılması idi.
Meselâ yağmur ve iklim tanrıları, ya da rüzgâr
ve fırtına tanrıları gibi. Diğer tabii güçleri
harekete geçirdiklerine inanılan tanrılara göre
insanlar, bu tanrılara daha güçlü umutlar bağlıyorlar
ya da onlardan daha çok korkuyorlardı.
Üçüncü dönemde ise kabileler, milletler halinde toplanmaya
doğru gittiler, bunun sonucu olarak ortak bir tanrı
etrafında birleşme eğilimine girdiler. Fakat yine
her bölgede tapılan yerel tanrılar, saygı görmeye
devam etti. Bu dönemde başka milletleri egemenliğine
alan, onlara buyruğunu kabul ettiren millet, dinini ve
tanrısını da boyunduruğu altına
aldığı milletlere empoze ediyordu. Bazan dâ bu
egemen millet, boyunduruk altına aldığı
milletlerin tanrılarının kendi tanrısına
boyun eğmesi ile yetiniyordu. O zaman bu boyun eğen
tanrılar, varlıklarını ve
tapınılmaya ilişkin konumlarını
koruyorlardı. Ama bu tanrılık, egemen milletin
tanrısına bağımlı bir
tanrılıktı.
Herhangi bir millet bu kısmi tek tanrılığa
uzun bir uygarlık aşamasından sonra erebiliyordu.
Bu süreç boyunca bilgi alanında ilerliyor, akıl
bakımından gelişiyordu. Bu gelişimin sonunda
basit akılların ve ilkel kabilelerin normal gördükleri,
tuhaf karşılamadıkları saçma inançları
kabul edemez bir düzeye eriyorlardı. Bu milletin bireyleri
tanrılarına, eski dönemlerine göre, daha kutsallığa
yaraşır ve yetkinlikle bağdaşır
nitelikler yakıştırıyorlar;
tapınmalarının yanısıra, evrenin
sırları üzerine ve evren ile tanrının yüce
ve amaçlı iradesi arasındaki ilişki konusu
üzerine kafa yormaya başlıyorlardı. Bu düzeye ulaşmış
milletlerde çoğunlukla en büyük tanrı, egemen
tanrı konumu kazanıyor, diğer tanrılar ya
melek düzeyine iniyor, ya da gökteki mevkilerinden kovuluyor,
tanrılık yetkilerinden
soyutlanıyorlardı..."
Gerek yazarın kendi görüşlerinden ve gerekse düşüncelerini
özetleyerek aktardığı
"karşılaştırmalı dinler tarihi"
araştırmacılarının görüşlerinden açıkça
ortaya çıkan sonuç şudur: İnançlarını
oluşturanlar, insanların kendileridir. Bu yüzden bu
sistemler, insanların düşünce ve bilim alanındaki
gelişme evrelerini yansıtır. Bu gelişme
genellikle çok tanrılıktan, puta
tapıcılığa ve puta tapıcılıktan
tek tanrılığa doğru giden sürekli ve aşamalı
bir evrim çizgisi izler.
Yazarın bu görüşte olduğu zaten adı geçen
eserinin şu ilk cümlesinden açıkça anlaşılıyor;
"Bu kitabın konusu, insanın ilk ilah edinme döneminden
tek Allah'ı tanıdığı evreye, tek
ilahlığın yalınlığına,
berraklığına erdiği aşamaya
ulaşıncaya kadar Allah'a ilişkin
inancının gelişme sürecidir."
Hiç kuşku yok ki, yüce Allah'ın Kur'an-ı
Kerim'de bize yaptığı kesin ve net açıklama,
"Allah" adli eserin yazarının,
"karşılaştırmalı dinler tarihi"
araştırmacılarının güdümlü
yöntemlerinin etkisi altında kalarak yaptığı
yorumdan başka bir şeydir. Yüce Allah buyuruyor ki; ilk
insan olan Hz. Adem, tek Allah'lılık gerçeğini
eksiksiz olarak biliyordu, tek Allah'lık inancının
yalınlığını
tanımıştı, bu yalınlığın yüzünü
çok tanrıcılığın ve putperestliğin
gölgesi altında lekelemekten uzaktı, egemenliğin
sadece yüce Allah'ın tekelinde olduğu bilinci ile
pratik hayata yön verecek olan ilkesi sırf onun
buyruklarına dayandırmıştı.
Ayrıca O, bu inancı çocuklarına ve
torunlarına da öğretmişti. Fakat uzun zaman sonra
onun soyundan gelen kuşaklar tek Allah'lık ilkesine
dayalı inanç sisteminden saptılar. Ya putperest oldular
ya çok tanrıcılığa kayarak çok sayıda düzmece
ilaha tapmaya başladılar.
Bu sapıklık dönemi, Hz. Nuh'un gelişi ile
noktalandı. O, tek Allah ilkesine dayanan inancı yeniden
canlandırdı. Bu arada sapık inançlarında
direnenlerin tümü "Tufan" olayında boğularak
yokoldu. Sadece "Tek Allah'ın
yalınlığını" tanıyanlar; çok
tanrıcılığı, puta
tapıcılığı ve cahiliyenin
geliştirdiği diğer tapınma biçimlerini
reddeden, tek Allah ilkesine bağlı "müslüman"lar
boğulmaktan kurtularak sağ kaldılar. Kesin olarak
diyebiliriz ki, bu "kurtulmuşlar"m soyundan gelen
kuşaklar, uzun bir süre boyunca, mutlak "Tevhid"
ilkesine bağlı müslümanlar olarak yaşadılar.
Sonra yavaş yavaş tek tevhid ilkesinden saptılar.
Zaten her peygamberin fonksiyonu bu olduğu gibi, her
peygamberin arkasından ortaya çıkan tedrici
gelişme budur. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Ey Muhammed, senden önce gönderdiğimiz bütün
peygamberlere mutlaka benden başka ilah
olmadığı ve bana kulluk etmeleri gerektiği
buyruğunu insanlara duyurmalarını vahyettik."
(Enbiya Suresi 25)
Hiç kuşku yok ki, yüce Allah'ın bu konuya
ilişkin buyruğu başka bir şeydir ve
"karşılaştırmalı dinler tarihi"
araştırmacılarının "Allah"
adlı eserin yazarınca da benimsenen yorumları
başka bir şeydir. Bu iki görüş arasında
gerek bakış açısı bakımından ve
gerekse varılan sonuçlar bakımından tam bir
karşıtlık vardır. Dinler tarihi
araştırmacılarının görüşleri,
birbirleri ile çelişen kişisel yorumlardan başka
bir şey değildirler. Buna göre bu yorumlar, gelip
geçici insan araştırmaları alanında bile
"son söz" niteliği taşımazlar.
Yine kuşku yok ki, eğer yüce Allah herhangi bir
konuda bir yorum yapar da bu yorumu Kur'an'da açık bir dille
bize anlatırsa ve bunun yanısıra bir
başkası da aynı konuda yüce Allah'ın yorumuna
yüzde yüz ters düşen bir yorum ortaya atarsa, öncelikle
benimsenmesi gereken yorum, yüce Allah'ın yorumudur.
Özellikle İslâmı savunanların, gerek İslâma
ve gerekse genel anlamda dinin özüne yönelik kuşkuları
gidermek amacı ile kaleme sarılıp yazı
yazanların benimseyecekleri tutum budur.
Bu dinin inançlı temelini yıkarak ona hizmet
edilemez. Bu inanç temelinin ana maddeleri ise
şunlardır: Bu din, yüce Allah'dan gelen vahye dayanır.
Onu insanlar kendi kafalarından
uydurmamışlardır. Bu din, tarihin
başlangıcından beri, hep tek Allah'lık ilkesi
ile ortaya çıkmıştır; tarihin hiçbir
döneminde ve hiçbir peygamberlik misyonunda tek Allah'lık
ilkesinden başka bir çağrı ile insanların
karşısına çıkmış değildir.
Yine bu dine, onun yorumlarını bir yana
bırakarak "karşılaştırmalı
dinler tarihi" araştırmacıların görüşlerini
benimseyerek de hizmet edilemez. Özellikle bu araştırmacıların
güdümlü bir yöntem uyarınca çalıştıkları,
amaçlarının yüce Allah'ın dinin temel
dayanağını tümü ile yıkmak olduğu
bilinince, onlara kapılarak dine hizmet edilemeyeceği
gerçeği daha da netleşir. Yüce Allah'ın dini
şu temel ilkelere dayanır: Bu din, yüce Allah tarafından
gönderilen bir vahiydir; gelişen ve evrim geçiren insan düşüncesinin
ürünü değildir; yine bu dinin dayanağı, insan
aklının madde bilimleri ve tecrübe yöntemi alanındaki
gelişmesi değildir.
Öyle umuyorum ki, bu kısa açıklama, bu tefsir
kitabında daha uzununa girişmeyi uygun görmediğimiz
bu özet nitelikli açıklama, hangi konuda olursa olsun,
İslâmla ilgili kavramlarımızı, İslâm-dışı
bir kaynaktan almaya kalkışmamızın ne kadar
tehlikeli bir tutum olduğunu açıklar. Aynı zamanda
bu açıklama, bize şunu da gösterebilir: Batının
düşünce yöntemleri ile yorumları, bu yöntemlerle ve
bu yorumlarla koyun-koyuna yaşayanların, fikri
susuzluklarını bu yolla gidermeye çalışan
zihinlerin kafalarını büyük oranda karıştırmaktadırlar.
Öyle ki, böyle kimseler, İslâm düşmanlarının
yönelttikleri iftiraları reddetmeye çalışırken
bile bu kafa karışıklığının
etkisinden kurtulamıyorlar. Nitekim yüce Allah şöyle
buyuruyor:
"Hiç kuşkusuz bu Kur'an, insanları en
doğru yola iletir." NİHAİ BAĞ
Şimdi de Hz. Nuh'un hikâyesi üzerinde bir kez daha duralım.
Hz. Nuh ile O'nun ailesinden olmayan oğlu ile bir kere daha
başbaşa kalalım.
Böylece bu inanç sisteminin yapısında ve hareket
doğrultusu üzerindeki gayet bariz, son derece belirgin bir
noktaya değinmiş olacağız. Yolumuzun
doğrultusunu belirleyen önemli bir ayırım
noktasına parmak basmış olacağız bu
değinişimizle. Önce okuduğumuz ayetlerin
bazılarını tekrarlayalım:
Nuh'a vahiy yolu ile bildirdik ki; "Daha önce inananlar dışında
soydaşlarından başka inanan olmayacaktır.
Onların yaptıklarından dolayı üzülme."
"Bizim gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi
yap, zalimler konusunda bana başvurma, çünkü onlar
kesinlikle boğulacaklardır."
Nihayet emrimiz gelip tândır kaynamaya (her taraftan
sular fışkırmaya) başlayınca Nuh'a
"Her canlı türünün birer çiftini, boğulacağına
ilişkin hükmünün kesinleştiği kimse
dışındaki aile bireylerini ve mü'minleri gemiye
bindir" dedik. Zaten O'na az sayıda kişi
inanmıştı.
Gemi, içindeki yolcularla birlikte dağ gibi dalgalar
arasında akıyor, yolalıyordu. O sırada Nuh,
bir kenarda duran oğluna "Yavrum, bizimle birlikte
gemiye bin, kâfirler arasında kalma" diye seslendi.
Nuh, Rabbine seslenerek dedi ki; "Ey Rabbim, oğlum
ailemin bir bireyi idi, senin vaadin de gérçektir ve sen
kesinlikle hüküm verenlerin en yerinde hüküm verenisin."
Allah dedi ki; "Ey Nuh, o oğlun-senin ailenden
değildi. Çünkü o kötü işler yaptı. İçyüzünü
bilmediğin bir şeyi yapmamı benden isteme. Sana
cahillerden olmamanı öğütlerim."
Nuh dedi ki; "İçyüzünü bilmediğim bir
şeyi yapmanı istemekten sana
sığınırım. Eğer sen beni affetmez,
bana merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan olurum."
Bu dinde insanları biraraya getiren bağ, bu dinin
karakteristik özelliğini ortaya koyan, sırf bu dine
özgü bir sosyal bağdır. Bu orijinal sosyal bağ,
bu ilahi sisteme özgü olan ufukları, boyutları ve amaçları
kucaklar.
Sözünü ettiğimiz bağ, kan ve soy bağı
değildir; toprak ve yurt bağı değildir;
aşiret ve oymak bağı değildir; renk ve dil
bağı değildir; milliyet ve devlet bağı
değildir; meslek ve sınıf bağı
değildir.
İslâma göre saydığımız bu
bağların tümü varolduğu halde, insanlar
arasındaki ilişki kesik olabilir. Nitekim yüce Allah, "Oysa
oğlum, ailemin bireylerinden biridir" diyen Hz.
Nuh'a "Ya Nuh, o senin ailenden değildir" diye
cevap verdikten sonra, kendisine nasıl olup da oğlunun
ailesinin bireylerinden biri olmadığını, "çünkü,
iyi olmayan işler yaptı" diye açıklıyor.
Yani onunla aranızdaki iman bağı kesiktir, ya Nuh; "o
halde içyüzünü bilmediğin bir şeyi yapmamı
benden isteme." Sen
oğlunun, ailenin bireylerinden olduğunu sanıyorsun,
fakat bu sanı, bu "zann" yanlıştır.
Kesin olarak bilinen doğru ise şudur ki; o senin soyca
oğlun olmasına rağmen, ailenin bireylerinden biri
değildir.
Bu nokta, insanlar arası bağlar ve sosyal
ilişkiler konusundaki bakış açısı
bakımından bu din ile değişik cahiliye
sistemleri arasındaki yol ayırımını
belirleyen belirgin ve bariz bir kilometre taşıdır.
Cahiliye sistemleri kimi zaman kan ve soy bağını,
kimi zaman toprak ve yurt bağını, kimi zaman oymak
ve aşiret bağını, kimi zaman renk ve dil
bağını, kimi zaman milliyet ve devlet
bağını, kimi zaman meslek ve sosyal sınıf
bağını, kimi zaman ortak çıkar
bağını, kimi zaman ortak tarih
bağını ve kimi zaman ortak gelecek
bağını insanları biraraya getiren bağ
olarak sayarlar. Bunların hepsi, aralarındaki çelişkilere
ve uyuma rağmen, hep birarada İslâm düşüncesinin
özüne taban tabana zıttırlar.
"İnsanları en doğru yola ileten"
şu Kur'an'da ifadesini bulan ve Kur'an'la aynı
doğrultuyu paylaşan, aynı hedefe yönelen
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- direktiflerinde
somutlaşan, tutarlı ilahi sistem, müslüman ümmeti bu
önemli ilke ve yolların ayırımında beliren,
bariz kilometre taşı doğrultusunda eğitmeye,
yetiştirmeye koyulmuştur.
Hz. Nuh ile oğlu arasındaki bu surede anlatılan
ilişki örneği, baba ile oğlu arasındaki
birleştirici bağa ilişkin örnektir. Bu ilişkinin
diğer düzeylerdeki örnekleri de başka surelerde gündeme
getirilerek cahiliye sistemlerinin geçerli saydıkları
öbür sosyal bağların anlamsızlığı
ifade edilmiştir. Bu örnekler yolu ile İslâmın geçerli
saydığı tek bağ, tek gerçek sosyal ilişki
biçimi vurgulanmıştır.
Bu ilişkilerin evlât-baba bağına ilişkin
örneği Hz. İbrahim ile babası ve
soydaşları arasındaki örnek aracılığı
ile şöyle dile getiriliyor:
"Ey Muhammed, kitapta İbrahim hakkında
anlattıklarımızı hatırla. O son derece dürüst
bir peygamberdi.
Hani babasına dedi ki; `Ey babacığım, niye
işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir yararı olmayan
putlara tapıyo rsun.'
`Ey babacığım, kesinlikle sana gelmemiş
olan bir bilgi bana geldi; o halde .bana uy da seni düz yola
erdireyim.'
`Ey babacığım, şeytana kul olma; çünkü
şeytan rahmeti bol olan Allah'a baş
kaldırmıştır.'
Ey Babacığım, senin Allah'dan gelecek bir azaba
çarptırılarak şeytanın dostu
olacağından korkuyorum.'
Babası ona `Ey İbrahim, sen benim
tanrılarıma sırt mı çeviriyorsun? Eğer
bu tutumundan vazgeçmezsen, seni taşa tutarak öldürürüm,
uzun bir süre yanımdan uzaklaş" dedi.
İbrahim, babasına dedi ki; `Esenlik dilerim sana. Senin
için Rabbimden af dileyeceğim, hiç kuşkusuz-benim
Rabbim lütufkârdır.'
`Sizi, Allah'ı bir yana bırakarak
taptığınız putlarla başbaşa
bırakıp bir yana çekiliyor ve Allah'a yalvarıyorum.
Umuyorum ki, Rabbime yalvarmakla kötü olmaktan kurtulurum.'
İbrahim, onları taptıkları putlarla
başbaşa bırakarak yanlarından
ayrılınca, kendisine İshak'ı ve Yakub'u
bağışladık ve bunların her ikisini de
peygamber yaptık. Onlara rahmetimizden pay verdik. Her dilde
saygı ile anılmalarını
sağladık." (Meryem Suresi 41-50)
Yüce Allah, Hz. İbrahim'e, kendisini insanlığa
önder yapacağını, ayrıca
anısını yaşatacağını ve
kendisinden sonra da peygamberlik zincirini sürdüreceğini müjdelerken,
bu konuda kendisine söz verip taahhütte bulunurken, bir yandan
da kendisi ile soyu arasındaki birleştirici
bağın ne olması gerektiğini öğretiyor,
telkin ediyor. Okuyoruz:
"Hani Rabbi, İbrahim'i birtakım emirler ile
denemiş, o da onları yerine getirmişti. Bunun
üzerine Allah `Seni insanlara önder yapacağım'
demişti. İbrahim `Soyumdan da önderler çıksın'
deyince, Allah `Zalimler, asla bu taahhüdümün kapsamına
girmezler' dedi.
"Hani İbrahim `Ey Rabbim, bu şehri güvenli bir
yer kıl, halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları
çeşitli ürünlerle rızıklandır' dedi. Allah
da `Onlar dan kâfir olanları ise kısa bir süre
geçindirir, sonra cehennem azabına katlanmak zorunda
bırakırım. `Ne kötü bir akıbettir o!'
dedi." (Bakara Suresi 124-126)
Yüce Allah, karı-koca arasındaki ilişkiye de
Hz. Nuh ile eşi arasındaki ilişkiyi, Hz. Lût ile eşi
arasındaki ilişkiyi ve bunların
karşıtı olarak da Firavun ile eşi
arasındaki ilişkiyi örnek gösteriyor. Okuyoruz:
"Allah, kâfirlere Nuh'un karısı ile Lût'un karısını
örnek gösterir. Bu iki kadın, iki iyi kulumuzun nikâhı
altındayken kocalarına karşı ihanet ederek kâfirliklerini
gizlemişlerdi de eşleri Allah'ın azabını
onların başlarından savamamışlardı.
Onlara `Siz de cehenneme girenlerle birlikte cehenneme giriniz'
dendi."
"Allah, mü'minlere Firavun'un karısını
örnek gösterir. Hani O `Ya Rabbi, bana kendi katından
cennette bir ev hazırla; beni Firavun'dan ve onun
işlediği kötülüklerden koru; beni zalimler güruhunun
elinden kurtar' dedi." (Tahrim Suresi 10-11)
Kur'an-ı Kerim, mü'minler ile aileleri, soydaşları,
yurtları, toprakları, evleri barkları,
malları, çıkarları, geçmişleri ve
gelecekleri arasındaki ilişkiyi de örnekler ile anlatıyor.
Bu örnekler, Hz. İbrahim'in ve çevresindeki mü'minler ile
soydaşları arasındaki ilişkilerde ve
"Eshab-ı Kehf" diye anılan "Mağaraya
sığınmış gençler" ile aileleri,
soydaşları, evleri-barkları ve yurtları
arasındaki ilişkilerde somut biçimde gündeme
getiriliyor. Okuyalım:
"İbrahim'de ve onunla birlikte olan mü'minlerde
sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır. Hani onlar
soydaşlarına şöyle demişlerdi; `Biz sizden ve
Allah'ı bir yana bırakarak
taptığınız putlardan uzağız; sizin
dininizi reddediyoruz; tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle
aramızda düşmanlık ve öfke egemendir."
(Mumtehine Suresi 4)
"Ey Muhammed, sen `Eshab-ı Kehf'in ve Eshab-ı
Rakım'ın şaşırtıcı
mucizelerimizden biri olduğunu mu sanıyorsun?
Hani birkaç genç mağaraya
sığınmışlar ve `Ey Rabbimiz, bize
katından rahmet bağışla, bize şu
işimizden bir kurtuluş yolu göster' dediler.
Bunun üzerine onları mağarada yıllarca uyuttuk.
Sonra iki gruptan hangisinin bu uyku süresini doğru
olarak hesap edeceğini belirlemek üzere onları
uyandırdık.
Ey Muhammed, biz sana onların hikâyelerini doğru
olarak anlatıyoruz. Onlar Rabblerine inanmış bir
grup gençti, onların hidayet bilincini
arttırmıştık.
Kalplerini pekiştirmiştik. Hani ayağa
kalkıp şöyle demişlerdi; `Bizim Rabbimiz, göklerin
ve yerin Rabbidir; ondan başkasına imdadımıza
çağırmayız, yoksa saçmalamış oluruz.'
`Şu soydaşlarımız, Allah'ı bir yana
bırakarak çeşitli ilahlar edindiler; onların ilah
olduklarına ilişkin kesin delil göstermeleri gerekmez
mi? Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim
olabilir?'
İçlerinden biri dedi ki; `Madem ki, soydaşlarınızla
ve onların Allah'ı bir yana bırakarak
taptıkları putlarla ilişkinizi kestiniz, o halde
mağaraya sığınınız, Rabbiniz
üzerinize rahmetinden bir pay yaysın ve şu
işinizde size kurtuluş yolu göstersin." (Kehf
Suresi 9-16)
Yüce Allah'ın gösterdiği bu örnekler,
peygamberlerden ve mü'minlerden oluşan onurlu hak
yolcularının kafilesinin hayatlarından
alınmış kesitlerdir. Tarihin
alacakaranlığından beri yoluna devam eden bu onurlu
kervanın başlarından geçen bu örnek olaylar,
müslüman ümmetin yoluna ışık tutuyor, bu ümmete
yolunun işaret levhasını açıkça gösteriyor.
İslâm ümmetinin önüne dikilen bu belirgin işaret
levhası ona kılavuzluk ediyor, müslüman toplumun hangi
sosyal bağ etrafında birleşmesi gerektiğini,
başka türlüsünü geçerli saymayacağı bu bütünleştirici
bağın ne olduğunu belirliyor. Bu bağa
sarılmamızı yüce Allah bizden ısrarla
istiyor; kesin bir kararlılıkla bu doğrultunun gösterdiği
yolda ilerlememizi emrediyor. Bu ilahi emir, birçok durumlarda ve
Kur'an-ı Kerim'in çok sayıdaki direktifinde somut
olarak ifade ediliyor. Bu konudaki birkaç örneği birlikte
okuyalım.
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun, Allah'a
ve O'nun peygamberine isyan eden kimselere sevgi beslediklerini
göremezsin. İsterse bu kimseler babaları,
oğulları, kardeşleri ve yakın akrabaları
olsunlar. Bu mü'minler var ya, Allah imanı onların
kalplerine işledi ve onları kendi
bağışı olan bir ruhla destekledi. Onları
altlarından ırmaklar akan ve içlerinde ebedi olarak
kalacakları cennetlere yerleştirir. Allah onlardan
hoşnut olduğu gibi onlar da Allah'dan hoşnutturlar.
Onlar Allah'ın taraftarlarıdırlar. Haberin olsun
ki, kurtuluşa erecek olanlar, Allah'ın
taraftarlarıdır." (Mücadele Suresi 22)
"Ey mü'minler, benim ve sizin ortak düşmanlarımızı
dost edinmeyiniz. Onlar size gelen gerçeği inkâr ettikleri
halde, siz onlara sevgi gösteriyorsunuz. Onlar, sırf
Rabbiniz olan Allah'a inanıyorsunuz diye Peygamber'i ve sizï
yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz benim yolumda
savaşmak ve hoşnutluğumu kazanmak için yola çıkmışsanız,
onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Ben sizin gerek saklı
tuttuğunuz ve gerekse açığa vurduğunuz
duygularınızı herkesten iyi bilirim. Aranızdan
kim onlara sevgi gösterirse, doğru yoldan sapmış
olur." (Mumtehine 1)
"Yakınlarınızın ve çocuklarınızın,
kıyamet günü size hiçbir faydası olmaz. Allah onlarla
sizi ayırır. Allah yaptığınız her
işi görür."
İbrahim'de ve onunla birlikte olan mü'minler de sizin
için uyulacak güzel bir örnek vardır... (Mumtehïne Suresi
3-4)
"Ey mü'minler, eğer babalarınız ve
kardeşleriniz kâfirliği müminliğe tercih
etmişlerse, sakın onları dost, yandaş
edinmeyiniz. Kimler böylelerini dost edinirlerse, onlar
zalimlerin ta kendileridirler.' (Tevbe Suresi 23)
"Ey mü'minler, yahudileri ve hristiyanları dost
edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden
kim onları dost edinirse o onlardan olur. Allah zalimleri
doğru yola iletmez." (Maide Suresi 51)
İSLAM TOPLUMUNUN ORGANİK OLUŞUMU
İşte müslüman toplumun ilişkilerini,
yapısal özelliğini ve organik oluşumunu düzenleyen
temel kural böyle belirlenmiştir. Bu toplumu eski-yeni bütün
zamanların cahiliye toplumlarından ayırdedecek
olan, bu temel kuraldır. Buna göre toplumu, yüce Allah'ın
bu ayrıcalıklı toplum için seçmiş
olduğu bu temel kural dışındaki herhangi bir
başka kurala dayandırma girişimini "İslâm"
ile biraraya getirmek, "İslâm" ile bağdaştırmak
mümkün değildir. Müslüman olduklarını söyledikleri
halde toplumlarını cahiliye toplumlarına özgü
birleştirici ilkelerden birine ya da birkaçına
dayandıranlar, İslâmın inanç ilkesini yerlerine
koyduğu cahiliyeye özgü toplumsal bağları geçerli
sayanlar, ya İslâmı bilmiyorlar, ya da ona
karşıdırlar. Her iki durumda da İslâm, böyle
kimselerin lafta kalan, uygulamaya yansımayan, hatta fiilen
cahiliye ilkelerini tercih etmelerine engel olmayan müslümanlık
iddialarını tanımaz.
Bu ilkeye ilişkin o sözlerimizi burada noktalıyoruz.
Çünkü onun iyice belirginlik kazandığı
kanısındayız. Şimdi de yüce Allah'ın
neden toplumu bu ilke üzerine kurduğunu, bu ilahi
kararın bazı gerekçelerini irdelemeye çalışalım:
1- İnanç, "insan"ın en yüce
özelliklerini, onu hayvanlar aleminden ayıran en üstün
karakteristiklerini sembolize eder. Çünkü O, insanın
bileşiminde ve yapısındaki hayvan bileşimini
ve yapısını aşan unsurla ilgilidir. Bu hayvan
bileşiminde bulunmadığı halde, insan
bileşimine giren unsur, ruhi unsurdur. İnsanı
bilinen biçimi ile insan yapan; bu unsurdur. Hatta son zamanlarda
koyu Allah tanımazlar (ateistler) ve en su
katılmamış maddeciler bile inancın,
insanı hayvandan köklü biçimde ayıran
ayrıcalıklardan biri olduğunun farkına
varmışlardır. (Bu adamlardan biri "Yeni
Darwin'cilik" akımının öncülerinden biri
olan Julian Huxley'dir.)
Bu yüzden gerçek uygarlığın doruğuna
ermiş olan bir insan toplumunun birleştirici
bağı "inanç sistemi" olmalıdır.
Çünkü inanç sistemi, insanı hayvandan ayıran en
öncelikli insan özelliği ile ilgili bir unsurdur.
İnsan toplumunun birleştirici bağı, insan ile
hayvan arasında ortak olan niteliklerle ilgili bir unsur
olmamalıdır. Meselâ toprak, mera, çıkar ve
sınırlar gibi unsurlar, insanlar için olduğu
kadar, hayvanlar için de geçerli unsurlardır. Bunlar koru
ve otlama alanı gibi kavramları çağrıştırırlar!
Yine insan toplumunun temel harcı kan, soy, aşiret,
ırk, milliyet, devlet, deri rengi ve dil gibi ortak
nitelikler de olmamalıdır. Çünkü bu niteliklerin
tümü insan ile hayvanlar arasında ortak niteliklerdir.
İnsana özgü olup da hayvanda bulunmayan nitelikler akılla
ve kalple ilgili etkinliklerdir.
2- Bunun yanısıra inanç, insanı hayvandan
ayıran bir başka unsurla ilişkilidir. Bu unsur
tercih etme ve irade unsurudur. Her insan erginlik çağına
erince benimsediği inancı özgür iradesi ile
seçebilir. Böylece içinde özgür biçimde yaşamak
istediği toplum türünü belirler. Bağlanacağı
ve hayatında rehber edineceği inanç sistemini; sosyal,
ekonomik, siyasi ve ahlâki düzeni tercih eder.
Fakat bu kişi kanını, soyunu, derisinin rengini,
milliyetini ve devletini belirleyemez: Ayrıca doğum yeri
olmasını istediği yöreyi ve kafasındaki
kavramlarla özdeşleşecek olan ana dilini kendi tercihi
ile belirleyemez. Cahiliye toplumlarında birleştirici
bağlar olarak sayılan diğer çevre
şartları da böyledir. Bütün bu şartlar
insanın dünyaya gelişinden önce belirleniyor.
İnsanın bu şartlara ilişkin ne görüşü
alınıyor ve ne de kendisine
danışılıyor. Bunlar ona dışardan
empoze ediliyor, onların isteyip istemediğine
bakılmıyor. Eğer insanın dünyaya ve ahirete
ilişkin geleceği -ya da sadece dünyaya ilişkin
geleceği- kendisine dışardan empoze edilen bu tür
şartlara bağlanırsa o zaman. o insan özgür
iradeden, serbest tercihten yoksun bırakılmış
demektir. Böyle olunca da kendisini insan yapan en öncelikli ayrıcalıktan
mahrum edilmiş, insanı onurlu kılan
dayanakların en köklülerinden biri yıkılmış;
hatta insanı diğer canlılardan ayıran, insani
yapısının ve bileşiminin özünü oluşturan
temel niteliklerden biri dinamitlenmiş olur.
İnsanı insan yapan özellikleri korumak için, yüce
Allah'ın insana bağışladığı bu
özelliklerle uyumlu onuru zedelememek için, İslâm, inanç
sistemini, müslüman toplumun birleştirici bağı
yapıyor. Erginlik çağına giren herkesin özgür
iradesi ile seçebileceği bu birleştirici bağa göre
fertlerin kendi geleceklerini belirlemelerine imkân veriyor.
Toplumun birleştirici bağını zorunlu faktörlerin
oluşturmasını reddediyor. Çünkü insanın bu
faktörlerin ortaya çıkmasında hiçbir kişisel rolü
olmadığı gibi, onları isteğine göre değiştirmeye
de gücü yetmez.
3- Birleştirici bağı inanç sistemi olan, dışardan
empoze edilen diğer zorunlu faktörleri birleştirici
saymayan bir toplum, bütün insanlara kapısı açık,
milletler üstü bir toplum kurabilir. Böyle bir topluma her
ırktan, her renkten, her dilden, her soydan, her kan
grubundan, her yöreden ve her bölgeden insanlarla sınırlanmamış
özgür iradeleri ve kişisel tercihleri ile
katılabilirler. Hiçbir engel onları bu serbest
katılmadan alıkoyamaz. Hiçbir şey önlerine
dikilemez. İnsanı insan yapan yüce özelliklere ters
düşen hiçbir yapmacık coğrafi sınır
yollarını kesemez. Bütün insana özgü yetenekler ve
güçler bu toplumun potasına akar, bir alanda toplanır.
Böylece bütün ırkların yeteneklerinden yararlanan, hiçbir
insan grubunun becerisine kapılarını kapatmayan
uluslar üstü bir "insan uygarlığı"
ortaya çıkar. Bu uygarlığın geniş ufuklu
egemenliği altında her renkten, her ırktan, her
soydan ve her bölgeden insan ortak bir üreticilik ideali etrafında
ayırımsız bir mutluluğun tadını çıkarır.
"İslâm sistemi bu alanda göz kamaştırıcı
pratik sonuçlar elde etmiştir. Irk, bölge, renk,. dil, kısa
vadeli menfaat ve anlamsız coğrafi sınır
bağlarına dayanan değil de sırf inanç bağına
dayanan bir İslâm birliği kurmuştur. Bu geniş
çaplı toplumda insan ile hayvan arasındaki ortak
nitelikleri arka plana atarak "insanı insan yapan"
özellikleri ön plana çıkarmış, geliştirip yüceltmiştir.
Bu sistemin pratik hayata yansıyan göz kamaştırıcı
sonuçlarının başlıcaları şunlar
oldu: İslâm toplumu bütün ırklara, renklere ve
dillere kucak açan "açık" bir toplum oldu.
İnsan grupları arasındaki bütün
"hayvan" kökenli basit birleşme engellerini
ortadan kaldırdı. Böylece bütün ırklardaki
insanı insan yapan özellikler ve yetenekler İslâm
potasına aktı. Sözkonusu yetenekler ve özellikler bu
potada eriyip kaynaştıktan sonra oldukça kısa bir
süre içinde üstün bir organik sentez meydana getirdi. Bu
homojen, uyumlu ve şaşırtıcı insan kütlesi,
bölgeleri arasındaki mesafelerin uzaklığına
ve zamanın ulaşım imkânlarının
yetersizliğine rağmen günündeki tüm insanlık
enerjilerinin özünü içeren parlak ve büyük bir uygarlık
kurdu
"Bu üstün toplumda Arabı, İranlı'sı,
Şamlısı, Mısırlısı, Kuzey
Afrikalısı, Türk'ü, Çinlisi, Hintlisi, Bizanslısı,
eski Yunanlısı, Endonezyalısı,
Afrikalısı, bunlar gibi daha birçok ırktan insan
biraraya geldi. Bu ırkların aynı potada toplanan
yetenekleri, dayanışmalı ve uyumlu bir çalışma
ile İslâm toplumunu ve İslâm uygarlığını
kurdu. Bu uygarlık hiçbir zaman "Arap uygarlığı"
olmadı, "İslâm uygarlığı"
oldu; hiçbir zaman "ırk"' damgası
taşımadı, her zaman "inanç" damgası
taşıdı.
Bu insanların tümü eşitlik ilkesi uyarınca,
sevgi bağı etrafında kaynaşarak ve aynı
amaca yönelerek biraraya gelmişler, hepsi yeteneklerini son
noktasına kadar kullanmışlar,
ırklarının en köklü özelliklerini harekete
geçirmişler; kişisel, ırkî ve tarihi bütün
tecrübelerini ortaya dökmüşler. Böylece ortak bir toplum
kurmuşlar. Hepsi bu toplumun eşit üyesi idiler. Bu
toplumdaki birleştirici bağları tek olan
Allah'ları ile ilgili idi. Bu toplumda sadece
"insan"lıkları -engelsiz olarak- ön planda
idi. Bu kadar zengin sosyal birikim, tarih boyunca hiçbir
toplumda biraraya gelmemiştir.
"Örnek verecek olursak, eski çağların en
ünlü beşeri birleşme hareketi, Roma
İmparatorluğu idi. Bu imparatorluğun
yapısında birçok ırklar, birçok diller, birçok
renkler ve birçok kültür sentezleri biraraya gelmişti.
Fakat bütün bunları kaynaştıran ortak bağ
"insana özgü sosyal bağ" değildi, bütün bu
değişik unsurlar "inanç" gibi yüce bir değerin
potasında eritilmemişti. Bu imparatorlukla bir yandan
sosyal sınıf ilkesine dayalı birlik vardı. Bir
tarafta aristokratlar ve öbür tarafta köleler sınıfı
vardı. Bu imparatorluk aynı zamanda ırkçılık
ilkesine dayanıyordu; genel olarak Roma ırkından
gelenler yönetici, öbür ırklar ise köle konumunda idi. Bu
yüzden bu imparatorluk hiçbir zaman İslâm toplumunun ulaştığı
birleşme ufkuna varamadı ve asla İslâm birliğinin
verdiği meyveleri veremedi.
"Yakın tarihte de başka
"birleşme" örnekleri görüldü. Meselâ Britanya
İmparatorluğu bunların
başlıcalarından biridir. Fakat bu birlik, mirasçısı
olduğu Roma İmparatorluğu gibi, ırkçı ve
sömürgeci bir birliktir. Yapısı İngiliz
ırkının efendiliği, egemenliği ve
sınırları içindeki diğer milletlerin sömürülmesi
ilkesine dayanır. Avrupa'da kurulan diğer tüm
imparatorluklar da böyledir. Bir zamanların İspanya
İmparatorluğu, Portekiz İmparatorluğu gibi.
Hepsi aynı geri, çirkin ve iğrenç düzeye takıldı
kaldı."
"Komünizm millet, ırk, yurt, dil ve renk engellerini
aşan, başka bir birlik türü kurmak istedi. Fakat
komünizm, bu birliği her yönü ile "insana yaraşır"
bir temele değil "sınıf" temeline
dayandırdı. Bu birlik eski Roma birliğinin bir
başka türlüsü oldu. Roma birliği
"Aristokrat" zümrenin egemenliğine
dayandığı halde komünist birlik
"proleterya"nın yani işçi sınıfının
egemenliğine dayanıyor. Birliğin egemen motifi,
toplumun diğer sınıflarına karşı
duyulan kara bir kin duygusudur."
"Böylesine basit amaçlı ve kin motifli bir birlik,
insan denen varlığın en kötü duygularını
dışa yansıtmaktan başka bir sonuç veremez. Bu
birlik ilke olarak insanın sadece hayvani
sıfatlarını ön plana çıkartma, onları
geliştirip kökleştirme esasına dayanır. Ona göre
insanın "temel istekleri" beslenme, konut ve
cinsiyet içgüdüsüdür. Oysa bunlar "temel hayvansal
içgüdüler"dir. Zaten komünizme göre insanlık tarihi
"ekmek peşinde koşma" tarihidir."
"İslâm, insanı insan yapan en öncelikli
nitelikleri ön plana çıkarmayı, kurduğu insani
toplumda bunları geliştirip yüceltmeyi amaçlayan ilahi
sistemi ile bütün diğer sosyal birleşme biçimlerinden
apayrı olmuştur ve apayrı olma niteliğini sürdürmektedir.
Bu sistemi bırakıp başka sisteme sapanlar;
ırk, milliyet, toprak, sınıf gibi değişik
ilkelere dayanan ve kokuşmuş komünist düzene kadar
varan değişik temellere dayalı başka sistemler
arayanlar gerçekten "insan" düşmanlarıdırlar.
Bunlar insanın, evrende Allah tarafından
yaratıldığı gibi, yüce özellikleri ile apayrı
ve seçkin bir tür olarak yaşamasını istemeyen
kimselerdir. İnsan toplumunun, yapısını
oluşturan milletlerin olanca becerilerinden yeteneklerinden
ve tecrübelerinden kaynaşma ve uyum içinde yararlanmasına
razı olmayan kimselerdir."
4-Şunu hatırımızdan hiç çıkarmamalıyız.
Bu dinin düşmanları onun yapısındaki ve
uygulama stratejisindeki güçlü noktaları iyi biliyorlar.
Nitekim yüce Allah bu düşmanlar hakkında
"Kendilerine kitap verdiklerimiz, O'nu (Muhammed'i)
oğullarını tanıdıkları gibi
tanırlar" buyuruyor. (Bakara Suresi 146) Bunlar, inanç
temeline dayalı birlik modelinin, bu dinin güçlülüğünün
sırlarından biri olduğunu, bu temel üzerine
kurulan İslâm toplumunun bu yüzden güçlü olduğunu
kavramakta gecikmediler, Onlar bu toplumu yıkmayı ya da
onu kolayca boyundurukları altına alacakları oranda
zayıflatmayı, böylece bu dine ve bağlılarına
yönelik kinlerini tatmin etmeyi; müslümanların
geleceklerini, yurtlarını ve zenginlik
kaynaklarını sömürmeyi kafalarına
koyduklarında, bu iğrenç emelleri uğrunda bu
toplumla savaşa girişmeye karar verdiklerinde, bu
toplumun üzerinde oturduğu ana temeli
zayıflatmayı, tek Allah inancı etrafında
birleşen müslümanların karşısına yüce
Allah dışında tapılacak putlar dikmeyi ihmal
etmemişlerdir. Bu putun adı kimi zaman
"yurt"dur, kimi zaman "ırk"dır, kimi
zaman da "milliyet"dir.
Bu putlar tarihin çeşitli aşamalarında kimi
zaman "halkçılık" kimi zaman
"Turancılık" kimi zaman "Arap milliyetçiliği"
ve kimi zaman da başka isimler ve kılıklar
altında sahneye konmuştur. Bu putların
bayraklarını değişik cepheler
omuzlamışlardır. Bu cepheler, şeriat hükümlerine
göre düzenlenmiş ve inanç temeline dayalı tek
İslâm toplumu içinde birbirleri ile boğuşmaya
girişmişlerdir. Sonunda sürekli darbeler altında
yıpranan, iğrenç ve zehirli propagandaların hedef
tahtası haline gelen bu ana temel
zayıflamıştır. Bu zayıflamaya paralel sözünü
ettiğimiz "put"lar
kutsallaştırılmış, dokunulmazlık
zırhına büründürülmüştür. Öyle ki, bu
putlara karşı çıkanlar, milletlerinin dininden çıkmış,
ülkelerinin menfaatlerine ihanet etmiş kimseler olarak
sayılmışlardır.
Tarihte bir eşi bulunmayan İslâm birliğinin
sarsılmaz temelini yıkmaya çalışan en
iğrenç düşman kampı, mikrop yuvası yahudi
kampıdır. Yahudiler "milliyetçilik" silahını,
hristiyan birliğini parçalayarak, onu milli kiliselere bağlı,
siyasi milletlere dönüştürme kampanyasında
denemişlerdi. Böylece yahudi ırkı etrafındaki
hristiyan çemberini parçalamışlardı.
arkasından aynı silahı bu kez, lânetli
ırklarını kuşatan İslâm çemberini kırmak
için kullandılar.
Hristiyanlar da İslâm toplumuna karşı aynı
silahtan yararlandılar. İslâm toplumu potasında
eriyip bütünleşmiş değişik milletler
arasında yüzyıllar boyunca ırkçılık,
milliyetçilik ve yurtçuluk kışkırtması
yaptılar. Bu yolla, en sonunda, bu dine ve
bağlarına karşı besledikleri hristiyanlık
kaynaklı derin kinlerini tatmin etmeyi başardılar.
Bu kışkırtmaların doğurduğu bilinçsiz
naralar sonunda müslümanları parçalamayı, onları
hristiyan Avrupa boyunduruğu altına girmeyi kabul etmeyi
başardılar. Onların bu egemenliği halâ
sürüyor. Yüce Allah'ın izni ile o iğrenç, o lânetli
putlar yıkılıp da İslâm birliği sözünü
ettiğimiz sarsılmaz ve eşsiz temeli üzerinde
yeniden kurulunca bu amansız düşmanların 'sömürgeci
egemenliği devam edecektir.
5- Son olarak gerçeği vurgulayalım: İnsanlar
sırf inanç temeline dayanan bir birleşme modelini
benimsemedikçe, putperest cahiliyenin boyunduruğundan bütünüyle
kurtulamazlar. Çünkü insanların düşüncelerinde ve
toplum yapılarında bu temel kural geçerli olmadıkça
egemenliği yüce Allah'ın tekeline verme ilkesi gerçekleşemez.
Ortada bir tek "kutsal" varlık olmalı,
sadece o kutsanmalıdır, çok sayıda
"kutsallar" bulunmamalıdır. Bir tek
"parola" olmalı; "parolaların"
sayısı artmamalıdır. insanların tüm varlıkları
ile yönelecekleri "kıble" bir tek olmalı,
kıbleler ve yönelme yerleri çok sayıda
olmamalıdır.
Putperestliğin bir tek türü yoktur. Putperestlik sadece
taştan oyulmuş putlara ve masal ürünü tanrılara
tapmaktan ibaret değildir. Putperestlik değişik biçimlerde
ortaya çıkabilir. Putlar da değişik
kılıklara girebilirler. Eski masallarda anlatılan
putlar, yüce Allah dışındaki değişik
"kutsallar"ın ve "mabutlar"ın
varlığında tekrar sahneye çıkabilirler. Bu
kutsalların ve "mabut"ların isimleri şu
ya da bu olmuş, bunlara sunulan tapınma törenleri
şöyle ya da böyle olmuş, farketmez.
İnsanları tek Allah'a inanmaya, tek Allah'ın
egemenliğini benimseyerek bütün yaratıkların
egemenlik iddialarını reddetmeye çağıran
İslâm, insanları taşlardan yontulmuş ya da
masal ürünü putların boyunduruğundan
kurtardıktan sonra onların milliyetçilik, ırkçılık,
yurtçuluk ve benzeri putların boyunduruğuna
girmelerine, bu putların bayrakları ve sloganları
altında birbirlerini kırmalarına razı olamaz!
Bu yüzden yüce Allah insanlık tarihi boyunca
yaşamış ve kıyamet gününe kadar yaşayacak
olan tüm insanları iki "ümmet"e ayırmıştır.
Bu ümmetlerin biri, ilk peygamberden peygamberlerin sonuncusu
olan ve tüm insanlığa seslenen bizim Peygamberimize
kadar gelip geçen tüm peygamberlerin bağlılarından
oluşmuş müslüman ümmetidir. Öbürü de müslüman
olmayanların oluşturduğu ümmettir ki, bunlar da
yüzyıllar boyunca sadece adları ve biçimleri değişen
tağutlara, zorbalara, diktatörlere ve putlara tapan
kimselerdir.
Yüce Allah, müslümanlara, çağlar boyunca kendilerini
birleştiren ümmetlerini tanıtırken, her dönemdeki
peygambere uyulmasını esas almış ve bu
ümmetin kuşaklarını gözden geçirdikten' sonra
şöyle buyurmuştur:
"İşte bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben
de sizin Rabbinizim. O halde yalnız bana ku lluk
ediniz." (Enbiya Suresi 92)
Görülüyor ki, yüce Allah Araplar'a "Sizin ümmetiniz
Arap ümmetidir; cahiliye döneminde olmuş, İslâm
döneminde olmuş farketmez" demiyor. Yahudilere
"Sizin ümmetiniz İsrailoğulları, ya da
İbraniler'dir. Cahiliye döneminde olmuş, İslâm
döneminde olmuş farketmez." Selman-ı Farisî'ye
"Senin ümmetin Farslılar'dır", Suheyb-ı
Rumi'ye "Senin ümmetin Bizanslılar'dır" ya da
Bilâl-i Habeşi'ye "Senin ümmetin Habeşliler'dir"
demiyor. Tersine ister Arap kökenli, ister Fars kökenli, ister
Bizans kökenli ve ister Habeşistan kökenli olsunlar, tüm
müslümanlara şunu söylüyor: "Sizin ümmetiniz Musa'nın,
Harun'un, İbrahim'in, Lût'un, Nuh'un, Davud'un, Süleyman'ın,
Eyyub'un, İsmail'in, İdris'in, Zülkifl'in, Zunnun'un,
Zekeriyya'nın, Yahya'nın, Meryem'in dönemlerinde
gerçek anlamda Allah'ın buyruklarına
bağlanmış müslümanlar topluluğudur."
Enbiya suresinin 48. ayeti ile 92. ayeti arasında bu gerçek
vurgulanmıştır.
İşte bizzat yüce Allah'ın tanımı ile
"müslüman ümmet" budur. Kim yüce Allah'ın
yolundan başka bir yol istiyorsa, istediği yolu seçsin.
Fakat dürüst davranıp "müslüman olmadığını"
söylesin. Biz müslümanlara gelince, bizler yüce Allah'ın
bize tanımladığı ümmetten başka bir
ümmet tanımıyoruz. Yüce Allah gerçeği
anlatır ve doğru hüküm verir.
İslâm dininin bu temel meselesi hakkında Hz. Nuh ile
ilgili hikâyeden ilham alarak yapmış olduğumuz bu
açıklamayı burada noktalamayı uygun görüyoruz.
İLAHİ TERAZİDE MÜSLÜMANIN DEĞERİ
Son olarak Hz. Nuh ile ilgili hikâyenin üzerinde bir kere
daha duralım ve bir avuç müslümanın yüce Allah'ın
terazisindeki değerini görelim:
Hz. Nuh'un bağlıları olan müslümanlar bir
avuçluk, küçük bir azınlıktı. Elimizdeki
bazı rivayetlere göre sayıları on iki idi. Bu
konudaki tek doğru ve güvenilir kaynağın
belirttiğine göre bu oniki müslüman, Hz. Nuh'un dokuz yüz
elli yıllık İslâma çağrı çabalarının
ürünü idi.
İşte bu uzun ömrün ve yoğun çabanın
ürünü olan sözkonusu bir avuç müslüman, yüce Allah katında
o kadar ağırlıklı bir önem taşıyordu
ki, yüce Allah onların hatırı için evrenin alışılagelmiş
bazı geleneklerini değiştirerek, o gün üzerinde
hayat süren yeryüzü parçasındaki tüm varlıkları,
tüm canlıları etkileyen bir "Tufan"
olayı meydana getirdi. Bu "Tufan"
olayının arkasından bu bir avuç müslümanı
yeryüzünün mirasçısı yaptı. Onlara yeryüzünü
yeniden onaracak, kalkındıracak, sahipleşecek insan
kuşağının çekirdeği olma
fırsatını verdi.
Bu son derece önemli bir olgudur.
Günümüzde İslâmi diriliş hareketinin, İslâm
Rönesansının öncüleri yeryüzünün her tarafında
yaygın cahiliye ile yüzyüze boğuşuyorlar. Bu
cahiliye ortasında ve bu kimsesizlik ortamında gariplik
çekiyorlar. Bunun yanısıra çeşitli eziyetlere,
itilip kakılmalara, işkencelere ve ağır
cezalara göğüs geriyorlar. İşte bu kahraman
öncülerin bu son derece önemli olgunun, iyi düşünülmesi
ve iyi değerlendirilmesi gereken anlamının
üzerinde uzun uzun durmaları gerekir.
Yeryüzünde müslüman bir çekirdeğin
varlığı, yüce Allah'ın katında son
derece önemli bir olgudur. O kadar ki, yüce Allah bu çekirdeğin
hatırı için cahiliye sisteminin tüm varlığını,
yurdunu, uygarlık eserlerini, yapılarını, güçlerini,
birikimlerini tümü ile yokeder. Arkasından bu çekirdeği
yeşertir, gözetip geliştirir. Günü gelip bu çekirdek
esenlik içinde kurtuluşa erince, yeryüzünü yeniden onarıp
kalkındırmakla görevlendirilir, tüm dünyanın
mirasçısı olur.
Hz. Nuh, yüce Allah'ın yukarıda okuduğumuz "Bizim
gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap,
zalimler konusunda bana başvurma, çünkü onlar kesinlikle
konuşacaklardır." buyruğu gereğince
"yüce Allah'ın gözleri önünde ve vahyinin
ışığında" bir gemi yapıyor. (Hud
Suresi 37)
Daha önce soydaşlarının kovalamaları,
eziyetleri ve ihtarı ile yüzyüze gelen Hz. Nuh, aşağıdaki
ayette bize anlatıldığı üzere, çaresizlik
içinde yüce Allah'a sığınıyor. Okuyoruz:
"Onlardan önce Nuh'un soydaşları da
yalanladı. Onlar bizim kulumuzu yalanlayarak `Bu adamı
cinler çarptı' dediler ve çalışmasını
engellediler. Bunun üzerine `Ben yenik düştüm, bana yardım
et' diye Rabbine dua et. ti. (Kamer Suresi 9-10) Hz.
Nuh, Rabbine sığınırken "yenik" düştüğünü
ilan ediyor ve Rabbine dua ediyor ki, yenik düşmüş
olan Peygamberine "yardım" etsin. İşte o
zaman yüce Allah, yenik düşen bu kulunun hizmetine
girsinler diye evrenin korkunç güçlerini harekete geçiriyor:
"Biz de bunun üzerine gök kapılarını
boşalan sularla açtık.
Yeryüzünde de kaynaklar fışkırttık. Her
iki yönden gelen su, belirlenen bir ölçü uyarınca
birleşti." (Kamer Suresi 11-12)
Bu korkunç evrensel güçler böylesine evrensel düzeydeki
korkunç ve göz kamaştırıcı
fonksiyonlarını yerine getirirlerken, bizzat yüce
Allah'ın kendisi yenik düşen kulu ile beraberdir.
Okuyoruz:
"Nuh'u tahtalardan yapılmış ve çivilerle
çakılmış bir gemiye bindirdik. Bu gemi gözlerimiz
önünde sular arasında yolalıyordu. O
soydaşları tarafından yalanlanan Nuh'un çektiği
sıkıntılara karşılık bir
ödüldü." (Kamer Suresi 13-14)
İşte çağdaş "islâmi diriliş
hareketi" öncülerinin cahiliye rejimleri tarafından
itilip kakıldıklarında, "yenilgiye"
uğratıldıklarında her yerde ve her zaman
karşısına geçip dikilecekleri korkunç tablo
budur.
Onlar, yüce Allah'ın evrensel korkunç güçleri
emirlerine vermesini hakeden kahramanlardır. Bu evrensel güçlerin
"Tufan" olayı bu evrensel güçlerin sayısız
aksiyon biçimlerinden sadece bir tanesidir. Nitekim yüce Allah "Rabbinin
ordularını kendisinden başkası bilemez." buyuruyor.
Bu kahraman öncülere düşen sadece şudur:
Direnecekler, yollarında ısrarla yürüyecekler. Güç
kaynaklarını bilecekler ve O'na yönelecekler. Yüce
Allah'ın destekleyici kararı gerçekleşinceye kadar
sabredecekler. Güçlü dostları ve dayanakları olan yüce
Allah'ı gökte ve yerde hiçbir şeyin aciz
bırakamayacağına, O'nun dostlarını, düşmanlarının
ellerinde bırakmayacağına, eğer bir süre
onları düşmanlarının ellerine teslim
etmiş gibi görünse de bunun eğitme ve sınavdan geçirme
amacına yönelik olduğuna güvenecekler. Bu eğitim
ve sınav dönemi başarı ile
aşılınca, yüce Allah, bu öncülere ve onlar eli
ile yeryüzüne dilediğini kesinlikle yapar.
İşte bu son derece önemli evrensel olaydan çıkarılacak
olan ders budur. İslâmın tarafını tutup
cahiliye ile göğüs göğüse boğuşan hiç
kimse sanmamalıdır ki, kendisi yüce Allah'ın
ortaksız ilahlığını ve
Rabblığını savunurken, O kendisini cahiliye
karşısında yalnız bırakır. Yine bu
kişi kendi kişisel gücü ile cahiliyenin gücünü karşılaştırarak
bu dengesiz düşman güçleri karşısında yenik
düşüp de "ben yenildim, ya Rabbim, yetiş
imdadıma" diyerek yardım göndermesi için yalvarınca,
yüce Allah'ın kendisini bu zalim güçlerin kucağında
bırakacağını asla düşünmemelidir.
"İslâmi diriliş hareketi" öncüsünün
gücü ile karşıt cahiliye güçleri arasında denge
bir yana, yakınlık bile yoktur. Cahiliye,
alabildiğine güçlüdür. Fakat insanları yüce Allah'ın
yoluna çağıran mücahidin arkasında yüce Allah'ın
gücü vardır.
Yüce Allah,
dilediği zaman ve dilediği biçimde evrensel güçlerin
bazılarını onun emrine verebilir. Bu güçlerin en
hafifi bile karşısındaki cahiliyeyi hiç beklemediği
bir biçimde yok eder, tozunu havada uçurur.
Fakat sözünü ettiğimiz sınav döneminin bazan uzun
sürebileceğini hatırdan çıkarmamak gerekir. Bu süre
uzunluğunun altında mutlaka yüce Allah'ın
bildiği bir hikmet yatar. Meselâ Hz. Nuh, soydaşları
arasında tam dokuz yüz elli sene mücadele verdi. Ancak o
zaman bu sınav süresini doldurabildi. Bu uzun mücadele
döneminin ürünü sadece oniki müslüman olabildi. Fakat bu bir
avuç müslüman, yüce Allah'ın terazisinde o kadar büyük
bir değer sayıldı ki, onların hatırı
için bir bölüm evrensel güçler harekete geçirilerek o
günün sapıtmış insanlığı tümü
ile imha edildi; yeryüzü tümü ile bu bir avuç müslümanın
eline verildi, onu yeniden onarıp kalkındırmak ve
yurt edinmek de sadece bu azınlığın görevi
oldu.
Olağanüstü olaylar çağı sona ermiş
değil. Çünkü yüce Allah'ın özgür dileği
uyarınca her an olağanüstü olay gerçekleşiyor.
Fakat Allah her dönemin pratiğine ve şartlarına göre
olağanüstü olayların biçimlerini ve türlerini değiştiriyor.
Ayrıca bazı olağanüstü olaylar, bazı
akıllar tarafından kanıksandığı için
olağanüstülükleri kavranmaz oluyor. Fakat yüce Allah ile
sürekli ilişkide olanlar bu olaylarda O'nun elini görebilirler,
O yüce elin harika eserlerini somut biçimde algılayabilirler.
Yüce Allah'ın yolunun yolcularına düşen görev
şudur:
Yapmaları gereken her şeyi, güçlerini son zerresine
kadar harcayarak yapmalı, sonra da huzur ve güven içinde işi
Allah'a havale etmelidirler. Eğer düşman
karşısında yenilgiye uğrarlarsa, yüce yardımcıya
ve ulu destekleyiciye başvurmalı ve Hz. Nuh'un "Ben
yenik düştüm, bana yardım et" dediği gibi, yüce
Allah'a el açıp yalvarmalıdırlar. Bundan sonra
yapacakları tek iş, yüce Allah'ın yakın
vadeli kurtuluşunu, çıkar yol gösterişini
beklemektir. Yüce Âllah'dan çıkar yol beklemek ibadettir.
Buna göre bu kahramanlar bu bekleyişleri
karşılığında sevap alacaklardır.
Daha önce vurguladığımız şu gerçek
burada tekrar karşımıza çıkıyor. Bu
Kur'an kendisi ile birlikte savaşa girenlerden, kendisinden
aldıkları güçle büyük cihada girişenlerden
başka hiç kimseye sırlarını açmaz. Sadece
böyleleri Kur'an'ın indiği ortamın havasına
benzer bir havada yaşayabilirler ve bu sayede onun zevkine
varabilirler, inceliklerini kavrayabilirler. Çünkü ilk
müslümanlar nasıl bu Kur'an'ın dolaysız
muhatapları oldular, bu sayede onun zevkine vardılar,
inceliklerini kavradılar ve direktifleri uyarınca
hareket etmişlerse, böyleleri de Kur'an'ın
doğrudan muhatapları oldukları duygusunu içlerinde
bulurlar.
Önünde-sonunda hamd Allah'a mahsustur.
HZ. NUH'UN KAVMİ
Hz. Nuh'un soydaşları tarih içinde gelip geçtiler.
Çoğunluğu, ilahi mesajı yalanlayanlardı.
Bunları "Tufan" ve tarih yuttu. Böylece hem
hayattan hem de yüce Allah'ın rahmetinden
uzaklaştırıldılar. Sağ kalanlar ise, yeryüzüne
halife oldular. Böylece yüce Allah'ın "mutlu son takva
sahiplerinïndir" şeklindeki vaadi ve yasası gerçekleşmiş
oldu.
Yüce Allah'ın, Hz. Nuh'a yönelik vaadi şöyle idi:
"Ey Nuh, sana ve yanındakilerden türeyecek
ümmetlere sunacağımız esenliğin ve
bereketlerin eşliğinde gemiden in. Yanındakilerin
soyundan başka ümmetler de gelecektir. Bunlara bir süreye
kadar dünya nimetlerini tattırdıktan sonra kendilerini
acıklı azabımıza çarptıracağız."
Zamanın çarkları dönüp tarih sürecinin adımları
ilerledikçe yüce Allah'ın bu vaadi de gerçekleşme
aşamasına geldi. Dünyanın çeşitli yerlerine
dağılan Hz. Nuh'un soyunun bir bölümü yavaş
yavaş doğru yoldan saptı. Onların
arkasından gelen Semudoğulları da bu
sapıklığı sürdürdüler. Yüce Allah'ın
şu hükmü işte bu toplumlar hakkında idi, "Yanındakilerin
soyundan başka ümmetler gelecektir. Bunlara bir ,süre için
dünya nimetlerini tattırdıktan sonra kendilerini
acıklı azabımıza çarptıracağız.
|
|
O |
|
O |
|