O |
Hüd
|
O |
|
17- Bir de Rabbinden kaynaklanan açık belgelere dayanan
kimseleri düşünelim. Bu belgeleri yine Allah katından
gelen bir tanık izliyor. Bu kimseler onun da öncesinde
Musa'nın önder ve rahmet nitelikli kitabının
onayı ile desteklenmişlerdir. (Böyleleri sırf dünya
hayatı peşinde koşanlarla hiç bir olur mu?)
İşte bunlar Kur'an'a inanırlar. Onu inkâr eden
sapık grupların varacakları yer ise cehennem
ateşidir. Sakın Kur'an hakkında kuşkuya
kapılına. O Rabbinden gelen bir gerçektir. Fakat
insanların çoğu buna inanmazlar.
18- Allah'a yalan yakıştırmalar yapanlardan daha
zalim kim olabilir? Onlar Rabblerinin huzuruna çıkarıldıklarında.
tanıklar "Bunlar Rabbleri hakkında yalan
yakıştırmalar düzmüşlerdir" derler.
Haberiniz olsun ki, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerinedir.
19- Onlar insanları Allah yolundan alıkoyarlar. O
yolu eğri göstermeye yeltenirler ve ahireti de inkâr
ederler.
20- Bunların, Allah'ın yapacaklarına engel
olmaları sözkonusu değildir. Allah
dışında dayanakları, destekçileri de yoktur.
Azapları katlanır. Ne işitebilirler ve ne de görebilirler.
21- Bunlar kendilerini hüsrana düşürmüşler ve
uydurdukları ilahlar ortalıkta görünmez olmuşlardır.
22- Onlar, hiç kuşkusuz, ahirette en ağır hüsrana
uğrayacak kimseler olacaklardır.
23- İman edip iyi ameller işleyenlere ve Allah'a gönülden
saygı besleyenlere gelince, onlar cennetliklerdir ve orada
ebedi olarak kalacaklardır.
24- Bu iki grup kör ve sağır ile görebilen ve işitebilen
kimselere benzer. Hiç bu iki grubun durumu bir olur mu? Acaba
ibret dersi almaz mısınız?
Okuduğumuz ayetlerin cümleleri uzundur.
İşaretleri ve mesajları çeşitlidir.
Değinimleri ve çağrışımları da çeşitlidir.
Bütün bunlar bize gösteriyor ki, mü'min azınlık,
İslâm tarihinin o zorlu döneminde büyük sıkıntılarla
karşı karşıya kalmıştı ve durum,
sözlü ve mesaj aracılı desteğe ihtiyaç duyuracak
derecede ciddi idi. Bu arada Kur'an'ın pratiğe, eyleme dönük
özelliği de gözlerimizin önüne seriliyor. Kur'an'ın,
bu özelliği uyarınca, o günkü realiteyi göğüslediğini
vè bu realiteye karşı güçlü bir mücadele verdiğini
bu ayetlerde açıkça görüyoruz.
Ancak böyle bir savaşa girenler, Kur'an'ın
karşı koyup yönlendirmek üzere indiği o
şartların benzerleri ile yüzyüze gelenler onun zevkine
varabilirler. Oturdukları yerde Kur'an'ın
anlamlarını ve mesajlarını arayanlar, onun
anlatım ve sanat özelliklerini masa başında
inceleyenler, bu savaştan ve hareketten uzak, donuk ve
eylemsiz oturuşları sırasında onun gerçek
mahiyetini asla kavrayamazlar. Kur'an'ın gerçek mahiyeti,
rahat köşelerinde oturanların önlerine açılmaz.
Onun sırları, yüce Allah'dan başkasına kul
olmaya, zorbaların (tağutların) yüce Allah'ı
dışlayan diktatörlüklerine boyun eğmeye razı
olarak esenliği ve rahatlığı tercih edenler
tarafından keşfedilemez. Şimdi okuduğumuz
ayetleri incelemeye
geçelim:
"Bir de Rabbinden kaynaklanan açık belgelere dayanan
kimseleri düşünelim. Bu belgeleri, yine Allah katından
gelen bir tanık izliyor. Bu kimseler onun da öncesinde
Musa'nın önder ve rahmet nitelikli kitabının
onayı ile desteklenmişlerdir (Böyleleri sırf dünya
hayatı peşinde koşanlarla hiç bir olur mu?)
İşte bunlar Kur'an'a inanırlar. Onu inkâr eden
sapık grupların varacakları yer ise, cehennem
ateşidir. Sakın Kur'an hakkında kuşkuya
kapılma. O Rabbinden gelen bir gerçektir. Fakat insanların
çoğu buna inanmazlar."
"Bu ayette bir de Rabbinden kaynaklanan açık
belgelere dayanan kimseleri düşünelim" ve "Bu
belgeleri, yine Allah katından gelen bir tanık izliyor"
şeklindeki cümlelerin ne anlama geldikleri konusunda çeşitli
görüşler ileri sürülmüştür. Ayrıca "Rabbinden",
"izliyor" ve "onun katından"
ifadelerinden gizli zamirleri hangi isimlerin yerlerini
tuttukları konusu da tartışmalıdır. Benim
kanıma göre bu tartışmalı noktalara
ilişkin en doğru görüşler şöyle sıralanabilir:
"Bir de Rabbinden kaynaklanan açık belgelere dayanan
kimseler"den maksat, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- ile O'na bağlı olarak Peygamberimizin
getirdiği gerçeğe inananlardır. "Bu belgeleri,
yine Allah katından gelen bir tanık izliyor."
ifadesinin anlamı, "rabbinden gelen ve Peygamberimizin
peygamberliğini gösteren bir tanık onu izliyor"
demektir. Bu tanık şu Kur'an'dır; o kendi kendine yüce
Allah katından gelen bir vahiy olduğunu, insan
tarafından meydana getirilemeyeceğine tanıklık
ediyor. "Ondan önce" yani bu tanıktan, Kur'an'dan
önce "Musa'ya inen kitap" da Peygamberimizin doğru
söylediğine şahitlik ediyor. Bu şahitlik hem
Tevrat'ın, Peygamberimizin geleceğini müjdelemesi
biçiminde ve hem de aslının Peygamberimizin
getirdiği mesajını doğrulaması biçiminde
ortaya çıkıyor.
Anlattığım görüşü tercih edişimin
gerekçesi şudur: Bu surede peygamberler ile yüce Rabbleri
arasındaki ilişki tasvir edilirken ortak bir ifade
kullanılır yor: Bu ortak ifadeye göre bütün
peygamberler, vicdanlarının derinliklerinde açık
bir belgenin inandırıcılığını
algılıyorlar. Bu belge sayesinde kendilerine gelen
mesajın yüce Allah tarafından gönderilmiş bir
vahiy olduğunu kesinlikle anlıyorlar. Yine bu açık
belge sayesinde Rabblerini kalplerinde buluyorlar. Hiçbir şüphenin,
en ufak bir kuşkunun gölgelemediği belirgin ve
inandırıcı bir belgedir bu. Meselâ bu surenin bir
ayetinde Hz. Nuh, soydaşlarına şöyle sesleniyor:
"Nuh dedi ki; `Ey soydaşlarım, baksanıza,
eğer ben Rabbimden gelen açık bir belgeye
dayanıyorsam, O bana kendi katından bir rahmet
bağışladı ise de siz bunu görmekten yoksun bırakıldı
iseniz, istemediğiniz halde sizi bu açık belgeyi ve bu
rahmeti kabul etmeye mi zorlayacağız?" (Hud Suresi
28)
Hz. Salih de soydaşlarına aynı sözü
söylüyor. Okuyoruz:
"Ey soydaşlarım, baksanıza, eğer ben
Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam, O bana
kendi katından bir rahmet bağışladı ise,
emrine karşı geldiğim takdirde beni O'ndan kim
kurtaracak. Sizin bana, zararımı arttırmaktan
başka hiçbir katkınız olamaz." (Hud Suresi
63)
Hz. Şuayb'ın da soydaşlarına söylediği
aynı sözdür. Okuyalım:
"Ey soydaşlarım, baksanıza, ya ben
Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam ve O bana
kendi rahmetinin sonucu olarak temiz bir geçim kaynağı
yetmiş ise..." (Hud Suresi 88)
Görüldüğü gibi aynı durumu anlatan ortak bir
ifade karşısındayız. Bu ifadede bütün
peygamberler, içlerine doğan, kalplerinde parıldayan
ortak bir algının özünü seslendiriyorlar. Bu dolaysız
algı sayesinde ilahlık gerçeğini kalp gözü ile
vicdanlarında görüyorlar, vahiy yolu ile Rabblerinin
kendileri ile iletişim halinde olduğunun kuşkusuz
inancına varıyorlar.
Bu surenin tanıtma yazısında belirttiğimiz
gibï, aynı durumu anlatan bu ortak ifadenin
vurgulanması, tüm surenin başta gelen amaçlarından
biridir. Maksat Peygamberimiz ile yüce Allah arasındaki,
yine Peygamberimiz ile kendisine vahiy yolu ile indirilen mesaj
arasındaki ilişkinin aynen öbür peygamberler ile yüce
Allah ve vahiy arasındaki ilişki gibi olduğunu
ispatlamaktır. Bu ispatlama, müşriklerin Peygamberimize
yönelik düzmece iddialarını çürütecek, aynı
zamanda hem kendisini hem de çevresinde mü'min azınlığı
yüreklendirecek, dayandıkları gerçeğe
karşı güvenlerini pekiştirecektir. Sebebine
gelince bu gerçek, bütün peygamberlerin getirdikleri ortak
gerçekti, bütün peygamberlerin taraftarları olan "müslümanlar"
bu gerçeğe teslim olmuşlardır.
Buna göre yukarıdaki ayetin toplu anlamı şudur:
Şu Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- var ya.
Onun doğruluğuna ve inancının
sağlamlığına ilişkin
yığınla delil ve kanıt vardır. Bir defa
Rabbinden kaynaklanan bilginin belirginliği, inancı ve
bu belgelerin ışığı içine doğuyor.
Ayrıca bu kesin inancına, Rabbinden gelen bir başka
tanık olarak şu Kur'an ekleniyor. 0 Kur'an ki, kendine
özgü nitelikleri, onun ilahi kaynaktan geldiğini açıkça
ortaya koyuyor. Bunların yanısıra O'nu
doğrulayan bir başka tanık daha var ki; o da
Musa'ya inen kutsal kitap (Tevrat)'tır. Bu kitap,
İsrailoğulları'nı yönlendirmek üzere gelen
bir kılavuz, bir önder, yüce Allah tarafından
yahudilere indirilmiş bir rahmettir. Bu kitap aynı
zamanda Peygamberimizi doğrulayan bir tanıktır.
Çünkü hem Peygamberimizin geleceğini müjdeliyor, hem de
yüce Allah'ın tüm dinlerinin ortak dayanağını
oluşturan ana ilkeler konusunda O'nun duyurdukları ile
aynı prensipleri paylaşıyor.
O halde böyle bir insan, nasıl olur da çeşitli müşrik
akımların ortaya çıkardığı
değişik sapık grupların yaptıkları
gibi yalanlamaya, inkâra ve kör inatlı direnmeye muhatap
alabilir? Bunca çok yönlü tanıklar ve kanıtlar
karşısında adamların
takındıkları bu olumsuz tutum tuhaftır,
kınanacak bir olaydır.
Ayetin daha sonraki cümlelerinde Kur'an'a inananlar ile onu
reddedenlerin karşıt tutumları ele
alınıyor ve ahirette bu iki grubu bekleyen zıt
karşılıklar açıklanıyor. Arkasından
bir adım daha atılarak Peygamberimiz ile çevresindeki
mü'minlere moral aşılanıyor, bağlı
oldukları gerçeğe güvenmeleri telkin edilerek
yüreklerine su serpiliyor. Buna göre Peygamberimiz ile
mü'minleri, yalanlayıcı kâfirlerin tutumları, bu
yalanlayıcıların o dönemde çoğunluğu
oluşturmalarına rağmen, endişeye düşürmemeliydi.
Okuyoruz:
"İşte bunlar Kur'an'a inanırlar. Onu inkâr
eden sapık grupların varacakları yer ise cehennem
ateşidir. Sakın Kur'an hakkında kuşkuya
kapılma. O Rabbinden gelen bir gerçektir. Fakat insanların
çoğu buna inanmazlar."
Bazı tefsir bilginleri, "Bir de Rabbinden kaynaklanan
açık belgelere dayanan kimseleri düşünelim. Bu
belgeleri, yine Allah katından gelen bir tanık
izliyor" ifadesinde kastedilenin Peygamberimiz olduğu
taktirde "İşte bunlar Kur'an'a inanırlar"
onlar `zamiri, bu vahye ve bu belgelere inanan mü'minlerin yerini
tutuyordu. Oysa bu ifadede anlamayı zorlaştıran bir
problem yok. Çünkü "İşte bunlar ona
inanırlar" cümlesindeki "ona"dan maksat
"tanık"tır ki, o da Kur'an'dır.
Tıpkı bunun gibi, "onun da öncesinde"
ifadesindeki "onun" zamiri de, daha önce söylediğimiz
gibi, Kur'an'ın yerini tutuyor. Onlar, ona (yani
tanığa, yani Kur'an'a) inanırlar" ifadesinin
kapsamına Peygamberimizin de alınmış
olması, anlamayı zorlaştıran, kafa
karıştırıcı bir problem
sayılmamalıdır. Çünkü Peygamberimiz, kendisine
indirilen mesaja ilk önce kendisi inanmış,
arkasından da kendisini mü'minler izlemişti. Nitekim
Bakara suresinde "Peygamber,
kendisine Rabbi tarafından indirilen mesaja inandı; mü'minler
de. Hepsi birlikte Allah'a O'nun meleklerine, O'nun kitaplarına,
O'nun peygamberlerine inandılar" buyurulurken,
aynı gerçek dile getirilmiştir. (Bakara Suresi 285)
Buna göre "onlar ona inanırlar" ifadesindeki
"onlar" zamiri, Peygamberimiz ile birlikte O'nun
duyurduğu mesajın doğruluğunu
onaylamış olan mü'minleri kastediyor. Bu ifade tarzı,
Kur'an üslubuna uygun bir ifade tarzıdır;
anlaşılmayacak; kafa karıştıracak hiçbir
yanı yoktur. Ayeti okumaya devam edelim:
"Onu inkâr eden sapık grupların
varacakları yer ise cehennem ateşidir."
Bu mutlaka gerçekleşecek bir tehdittir. Çünkü onu
tasarlayıp kararlaştıran yüce Allah'dır.
Devam ediyoruz:
"Sakın Kur'an hakkında kuşkuya
kapılma. O Rabbinden gelen bir gerçektir. Fakat insanların
çoğu buna inanmazlar."
"Rabbinden kaynaklanan açık belgelere
dayandığı" belirtilen Peygamberimiz, kendisine
vahyedilen mesaj hakkında hiçbir zaman şüpheye kapılmadı,
onun gerçekliğinden hiçbir zaman kuşku duymadı.
Fakat bunca yoğun tanıkların ve delillerin
arkasından gelen bu ilahi direktif, o günlerde
Peygamberimizin vicdanını rahatsız eden
sıkıntıyı, bıkkınlığı
ve yalnızlık duygusunu hedef alıyor. O günlerdeki
çağrı kampanyasının donmuşluğuna ve
keçi inatlı karşı koymaların
yoğunluğunu gösterge oluşturuyor. İşte bütün
bu olumsuzluklar Peygamberimize moral vermeyi, O'nu teselli edip
azmini tazelemeyi gerektirmiştir. Çevresindeki sıkıntılı,
kederli mü'min azınlığın da böyle bir
yüreklendirmeye ihtiyacı vardı. Yüce Rabbleri tarafından
indirilen böylesine bir serin meltemin esintilerini, yanık gönüllerinin
ateşini yatıştıracak böylesine kesin bir iman
aşısını dört gözle bekliyorlardı.
Şimdi de bu tarihi kesitin ışığı
altında zamanımızdaki "İslâm uyanışı"nın,
"İslâm Rönesansı"nın öncülerini düşünelim.
Bu kahramanlar da dünyanın her yerinde aynı olumsuz
psikolojik şartlarla karşı
karşıyadırlar. Çeşitli yol kesmelerin,
sırt dönmelerin, alayların, istihzaların,
eziyetlerin ve işkencelerin yoğun hücumlarına göğüs
germektedirler. Bu olumsuz reaksiyonların hem maddi
olanları hem de manevi türden olanları ile
başları beladadır. Gerek yerel cahiliye güçleri
ile gerekse milletlerarası cahiliye odakları ile sürekli
boğuşma halindedirler, onlar tarafından sürekli koğuşturma
altında tutulmaktadırlar. En iğrenç ve en amansız
savaş türlerinin kesintisiz akınlarına göğüs
göğüse karşı koymak durumundadırlar. Sonra
da cahiliyenin iç ve dış güçleri, bu amansız
savaşlarda kullandıkları kuklaların ve bu
acımasız koğuşturmada
yararlandıkları uşakların onuruna
davulları çalmakta, bayraklar dalgalandırmaktadır.
İşte bu öncülerin bu ayetin her cümlesini düşüne
düşüne okumaya, onun her işaretini, her çağrışımını,
her imasını kavramaya ne kadar çok ihtiyaçları
vardır!
Onların, şu ilahi vurgulamanın
taşıdığı kesin inanç aşısına
ne kadar çok ihtiyaçları vardır:
"Sakın Kur'an hakkında kuşkuya
kapılma. O Rabbinden gelen bir gerçektir. Fakat insanların
çoğu bunu bilmezler."
Bu kahraman öncüler, yüce Allah'dan gelen kesin belgelerin
ve rahmetin, peygamberlerin kalplerine aşıladığı
ferahlığın aynısını kalplerinde
bulmaya ne kadar çok muhtaçtırlar! O belgeler ki, apaçıktırlar
ve o rahmet ki, peygamberler onun varlığından bir
kez bile kuşkuya düşmemişler ve hiçbir zaman
onsuz kalmamışlardır. Böyle olmalıdır
ki, bu kahramanların yollarına devam etmeye ilişkin
azimleri bilensin, hiçbir engel onlar için caydırıcı,
vazgeçirici olmasın. 0 ayeti bir daha okuyoruz:
"Ey soydaşlarım, baksanıza, eğer ben
Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam, O bana
kendi katından bir rahmet bağışladı ise,
emrine karşı geldiğim taktirde beni O'ndan kim
kurtaracak? Sizin bana zararımı arttırmaktan
başka hiçbir katkınız olamaz."
Bu kahraman öncüler, vaktiyle peygamberler kafilesinin karşılaştıkları
engellerin tıpkısı ile
karşılaşıyorlar; cahiliye, peygamberlere
karşı hangi kötülükleri yaptı ise, onlara da
aynı kötülükleri yapıyor. Zaman döndü, dolaştı
ve Peygamberimizin geldiği gününün aynısını
karşımıza çıkardı. Günümüzde bu dini
tüm insanlığa duyurmak üzere gelmiş olan
Peygamberimizin yaşadığı şartların
aynısını yaşıyoruz, Peygamberimizin
vaktiyle yüzyüze gelmiş olduğu cahiliye zihniyetinin
tıpkısı ile yüzyüzeyiz. O günlerdeki cahiliye
zihniyeti, daha önce Hz. İbrahim'in, Hz. İsmail'in, Hz.
İshak'ın, Hz. Yakub'un, O'nun torunlarının,
Hz. Yusuf'un, Hz. Musa'nın, Hz. Harun'un, Hz. Davud'un, Hz. Süleyman'ın,
Hz. Yahya'nın, Hz. İsa'nın, kısacası tüm
peygamberlerin getirip yaydıkları İslâm aydınlığının
arkasından insanlığa egemen olmuştu.
Sözünü ettiğimiz cahiliye zihniyeti kimi dönemlerinde
yüce Allah'ın varlığını kabul eder, kimi
dönemlerinde etmez. Fakat her iki durumda da yeryüzünde
insanlar için çeşitli rabbler ortaya çıkarır. Bu
rabbler, bu düzmece ilahlar, yüce Allah'ın indirdiği
ilkeler dışındaki ilkeler uyarınca insanlara
egemen olurlar. İnsanların önüne çeşitli
yasalar, değer yargıları, gelenekler ve sosyal
kurumlar koyarlar. Böylece insanlar, yüce Allah'ın
egemenliğini bir yana bırakarak bu sahte rabblerin
egemenliği altına girerler.
İşte İslâm çağrısı da bu
noktada ortaya çıkar. Bütün insanları bu yeryüzü
kaynaklı rabbleri hayatlarından, sosyal
kurumlarından, toplumlarından,değer
yargılarından ve yasalarından kovmaya,
ayıklamaya çağırır. Buna
karşılık onlara her konuda yüce Allah'a dönmeyi,
O'nu ortaksız Rabb kabul etmeyi, O'nun rakipsiz
egemenliğini benimsemeyi, sadece O'nun yasalarına ve
sistemine uymayı, O'nun buyruklarından ve
yasaklarından başka hiçbir buyruğu, hiçbir yasağı
dinlememelerini telkin eder. Bu noktadan sonra tek Allah
inancı ile müşriklik arasında, cahiliye zihniyeti
ile İslâm arasında tarih boyunca görülen amansız
savaş kopuyor. İşte günümüz İslâm
Rönesansı'nın öncüleri ile dünyanın her
tarafındaki zorbalar, diktatörler ve putlaştırılmış
liderler arasında süren savaş da bu amansız
savaşın çağdaş uzantısıdır.
Bundan dolayıdır ki, bu kahraman öncüler, Kur'an'ın
bu zor günlerin eski benzerlerine ilişkin direktiflerini
vicdanlarına ve davranışlarına tam olarak
yansıtmalıdırlar. İşte bize yukarıda
okuduğunuz şu sözleri söyleten düşüncelerin bazıları
bunlardır: "Ancak böyle bir savaşa girenler,
Kur'an'ın karşı koyup yönlendirmek üzere indiği
o şartların benzerleri ile yüzyüze gelenler bu kitabın
zevkine varabilirler. Oturdukları yerde Kur'an'ın
anlamlarını ve mesajlarını arayanlar, bu
savaştan bu hareketten uzak, donuk ve eylemsiz
oturuşları sırasında bu kitabın gerçek
mahiyetini asla kavrayamazlar..."
İFTİRACILARIN TEŞHİR
EDİLİŞİ
Daha sonraki ayetler, Kur'an'ı inkâr edenleri, onun yüce
Allah tarafından
gönderilmiş
bir kitap olmayıp, uydurma olduğunu iddia edenleri, böylece
yüce Allah'a ve Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun-
iftira edenleri gündeme getiriyor. Bu amaçla karşımıza
kıyamet sahnelerinden birini getiriyor. Bu sahnede yüce
Allah'a asıl iftira atanlar gözlerimizin önüne
getiriliyor. Bu iftiracıların kimileri "Bu
kitabı Allah indirmedi" diyen kimselerdir, kimileri yüce
Allah'a ortak koşmuşlardır, kimileri de yüce
Allah'ın kendine özgü yetkisi olan rabblik, egemenlik
yetkisini yeryüzü kaynaklı sahte egemenlere
yakıştırmışlardır.
İnceleyeceğimiz ayetler, "Allah'a yalan
yakıştırma" kavramının ifade
ettiği bütün sapık yönelişleri içermek amacı
ile bu konuda ayrıntı vermekten bile bile kaçınıyorlar.
Bu iftiracılar, bir kıyamet sahnesinde gözler
önüne serilerek onca tanığın önünde, "teşhir"
ediliyor, rezil ediliyor. Bu iftiracıların
karşısında mü'minlerin, Rabblerine güvenenlerin
ve onları bekleyen nimetlerin ve mutluluğun tablosu ile
karşılaşıyoruz. Ayetlerin sonunda bu iki
kesim, kör ve sağırlar ile görebilen ve işitebilen
kimselere benzetiliyor, bu örnek aracılığı
ile sözkonusu iki kesim arasındaki
bağdaşmazlık ve uçurum çapındaki
farklılık vurgulanıyor. Şimdi bu ayetleri
okuyoruz:
"Allah'a yalan yakıştırma yapanlardan daha
zalim kim olabilir? Onlar Rabblerinin huzuruna çıkarıldıklarında
tanıklar, `Bunlar, Rabbleri hakkında yalan
yakıştırmalar düzmüşlerdir' derler.
Haberiniz olsun ki, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerindedir.
Onlar insanları Allah yolundan alıkoyarlar. O yolu
eğri göstermeye yeltenirler ve ahireti de inkâr ederler.
Bunların Allah'ın yapacaklarına engel
olmaları sözkonusu değildir. Allah
dışında dayanakları, destekçileri de yoktur.
Azapları katlanır. Ne işitebilirler ve ne de görebilirler.
Bunlar kendilerini hüsrana düşürmüşler ve
uydurdukları ilahlar-ortalıkta görünmez olmuşlardır.
Onlar, hiç kuşkusuz, ahirette en ağır hüsrana
uğrayacak kimseler olacaklardır.
İman edip iyi ameller işleyenlere ve Allah'a gönülden
saygı besleyenlere gelince, onlar cennetliklerdir ve orada
ebedi olarak kalacaklardır.
Bu iki grup, kör ve sağır ile görebilen ve işitebilen
kimselere benzer. Hiç bir iki grubun durumu bir olur mu? Acaba
ibret dersi almaz mısınız?"
İftira, başlıbaşına iğrenç bir
suçtur, gerçeğe ve aleyhinde yalan düzülene karşı
işlenmiş bir zulümdür. Hele bu iftira yüce Allah'a
karşı düzülürse, işlenen suçun ne kadar ağır
olacağını varın siz düşünün. Ayetlerin
ilgili cümlelerini birlikte okuyalım:
"Onlar Rabblerinin huzuruna çıkarıldıklarında
tanıklar `Bunlar, Rabbleri hakkında yalan
yakıştırmalar düzmüşlerdir' derler."
Ayette yeralan "Bunlar, Rabbleri hakkında yalan
yakıştırmalar düzenlerdir" ifadesindeki
"Bunlar" zamiri "işaret" yolu ile o
kimseleri "teşhir etme ve kınama anlamını
taşır. Bu kimseler kim hakkımda yalan düzmüşler?
"Rabbleri hakkında" başka biri hakkında
değil. Bu sahnenin egemen atmosferi rezillik atmosferidir. Bu
rezilliği, işlenen suçun iğrençliğine denk düşen
lânet motifi izliyor:
"Haberiniz olsun ki, Allah'ın laneti zalimlerin
üzerindedir."
Bu sözü sahnedeki "tanıklar" böyle
söylüyor. Tanıklar ya melekler, peygamberler ve mü'minler
ya da tüm insanlardır. O halde bu lânet, bu kalabalık
ortasında gerçekleşen bir utandırma,
aşağılama ve "teşhir"
cezasıdır. Ya da tanık kalabalığı
karşısındaki bu rezil etmenin, ipliklerini pazara
çıkarmanın yanısıra onlara ilişkin yüce
Allah'ın bir başka kararıdır.
Tekrarlıyoruz:
"Haberiniz olsun ki, Allah'ın lâneti zalimlerin
üzerinedir."
Buradaki "zalimler"den maksat, müşriklerdir. Yüce
Allah hakkında yalan yakıştırmalar yapanlar ve
bu yolla insanları Allah'ın yolundan alıkoymak
isteyenler onlardır. Devam ediyoruz:
"O yolu eğri göstermeye yeltenirler."
Onlar doğru yolu, sapmasız rotayı istemezler.
Çarpıklığı, kaypaklığı,
zigzağı ve sapmayı isterler. Böyle olmasını
istedikleri şey, yol da olabilir, hayat da olabilir,
hayatın olguları da olabilir. Ayetin anlamı
bunların hepsini içerir. Bunun yanısıra
"Bunlar ahireti de inkâr eden" kimselerdir. Bu ifadede
"onlar" zamiri iki kez tekrarlanıyor. Amaç pekiştirme
yolu ile sözkonusu müşriklerin suçluluklarını
vurgulamak, bu suça dikkatleri çekmek sureti ile onları
"teşhir" etmektir.
Yüce Allah'a ortak koşanlar -ki, bunlar zalimlerdir-
İslâmın dosdoğru rotasından
ayrılınca hayatın tüm alanlarını
eğriliğe yöneltmeyi amaçlarlar. Zaten yüce Allah'ın
egemenliği dışındaki bir başka merciin
egemenliğine girmek, hem insan kişiliğinin bütün
cephelerini ve hem de sosyal hayatın tüm kesimlerini eğriliğe
mahkûm eder.
Yüce Allah'dan başkasına kul olmak, insan
vicdanında onursuzluk ve aşağılıklık
meydana getirir. Oysa yüce Allah, insan vicdanının
onurla donanmasını istemiştir. Öte yandan kula
kulluk, sosyal hayatı zulmün ve azgınlığın
pençesine düşürür. Oysa yüce Allah, bu hayatın
adalete ve eşitliğe dayalı olmasını
istemiştir. Ayrıca kula kulluk ilkésinin egemen olduğu
toplumlarda insanlar, toprak kökenli egemenleri, sahte rabbleri
ilahlaştırma emeklerini, çabalarını boşa
harcarlar. Bu amaçla durmadan davullu-zurnalı şenlikler
düzenlerler. Bu şenliklerde durmadan nefes tüketirler. Bu
yolla düzmece ilahlarını yücelterek gerçek Rabbin
yerini doldurmaya çalışırlar. Fakat bu düzmece
egemenler, bu sahte ilahlar, özleri itibarı ile küçük ve
zavallı oldukları için bir türlü gerçek Rabbin
yerini tutamazlar, yüce Allah'a inançsızlıktan
doğan boşluğu dolduramazlar.
Bu yüzden o düzmece ilahların zavallı kulları,
sefil köleleri sürekli bir çaba, kesintisiz bir didinme
içindedirler. Gece-gündüz durmadan bu düzmece ilahları
şişirmek için çalışırlar. Dikkatleri ve
projektörleri üzerlerine ,çekmeye uğraşırlar.
Aralıksız biçimde onlar adına davul-zurna
çalarlar. Marşlı, şarkılı, bandolu,
trompetli şenlikler düzenlerler. Böylece yararlı
üretim faaliyeti uğrunda harcanması gereken insan
emekleri, bu sonuçsuz, bu uğursuz çabalar uğrunda, bu
onur kırıcı ve gelişmeyi durdurucu amaçlar peşinde
harcanır. Bundan daha büyük bir eğrilme, bundan daha büyük
bir yamukluk düşünülebilir mi?
"Onlar..."
Yani o lânete uğramış, yüce Allah'ın
rahmetinden uzaklaştırılmış,
kovulmuşlar:
"Allah'ın dünyada yapacaklarını
engelleyemezler."
Onlar, yüce Allah'ın iradesine set çekecek güçte değildirler.
Yüce Allah istese dünyada yakalarına yapışıp
kendilerini azaba çarptırır. Devam ediyoruz:
"Onlar Allah dışında bir dayanakları,
bir destekçileri de yoktur." Allah'a karşı
kendilerine yardım edecek; O'nun azabı gelince
kendilerine arka çıkacak bir koruyucuları yoktur. Yüce
Allah, eğer onları somut dünya azabına çarptırmıyorsa,
eğer bunun yerine işlerini ahiret azabına havale
ediyorsa, bunun sebebi hem dünya azabını, dünya perişanlığını
ve hem de ahiret azabını birlikte ve eksiksiz olarak
çekmeleridir. Okuyoruz:
"Azapları katlanır."
Onların algılama mekanizmaları işlemez bir
halde, basiretleri bağlı olarak yaşadılar.
Sanki kulakları ve gözleri yokmuş gibi ömür
sürdüler:
"Ne işitebilirler ve ne de görebilirler."
"Bunlar, kendilerini hüsrana düşürmüşlerdir."
En ağır hüsran, en büyük kayıp budur.
Kendini, özbenliğini kaybeden kimse, bunun
dışındaki kazançlarından hiçbir yarar sağlayamaz.
İşte bunlar, dünyada özbenliklerini kaybetmişler,
öz varlıklarını hasara
uğratmışlardır. Her şeyden önce insanlık
onurlarını yitirmişler, onun bilincinden yoksun
yaşamışlardır. Bu bilinç, yüce Allah'dan başkasının
kulluğunu reddetme onurunda, kula kulluğun
boyunduruğundan kurtulup Allah'a kul olmanın
şerefine yüceltme tutumunda somutlaşır. Bunun
yanısıra bu bilinç, dünya nimetlerinden yararlanmayı
ihmal etmemekle birlikte, bu hayatın
tutsaklığından sıyrılıp daha yüksek
ve daha yüce bir hayata göz dikmeyi beraberinde getirir. Fakat
bu adamlar ahireti inkâr etmekle, yüce Allah'ın
karşısına çıkacakları gerçeğini
yalanlamakla bu bilinçten yoksun olduklarını
kanıtlamışlardır. Çünkü dünyadaki bu
onursuz hayatlarının karşılığı
olarak orada rezil-sefil olacaklardır, kendilerini bekleyen
tek şey azaptır. Devam ediyoruz:
"Uydurdukları ilahlar da ortalıkta görünmez
olmuştur."
Bu adamlar, yalan yere uydurdukları düzmece ilahlarını
yanlarında bulamamışlar, onlarla
buluşamamışlardır. Bu asılsız
ilahlar gözlerden kaybolmuş, yokolmuş,
sıvışıp gitmişlerdir. Devam ediyoruz:
"Onlar hiç kuşkusuz ahirette en ağır hüsrana
uğrayacak kimseler olacaklardır."
Hiçbir kayıp, hiçbir hüsran, onların
uğrayacakları kayba, onların
karşılaşacakları hüsrana denk olamaz.
Çünkü onlar hem dünyada ve hem de ahirette kendilerini,
özbenliklerini yitirmişlerdir.
Öbür yanda mü'minler, iyi amel işleyenler yeralır.
Bunlar Rabblerine güvenenler, O'na bel bağlayanlar,
şikayetsiz ve endişesiz olarak O'nun himayesinde huzur
bulanlardır. Okuyoruz:
"İman edip iyi ameller işleyenlere ve Allah'a gönülden
saygı besleyenlere gelince, onlar cennetliklerdir ve orada
ebedi olarak kalacaklardır." Buradaki "ihbat (gönülden
saygı besleme)" kelimesi "güven, istikrar,
teslimiyet ve bel bağlama" anlamlarına gelir. Bu
kelime, mü'minin Rabbine yönelik tutumunu tasvir eder. Buna
göre, mü'minler Allah'a sığınırlar, O'ndan
gelecek her şeye razı olurlar. Yüce Allah'ın
kendilerine yönelik tasarrufları karşısında
vicdanları rahattır, kalpleri emniyettedir, gönülleri
güven, huzur ve hoşnutluk duyguları ile doludur. Devam
ediyoruz:
"Bu iki grup kör ve sağır ile görebilen ve işitebilen
kimselere benzer. Hiç bu iki gru bun
durumu bir olur mu?"
Burada somut bir tablo karşısındayız.
Tabloda iki grubun durumu elle tutulur biçimde tasvir ediliyor.
Birinci grup gözleri görmeyen körlere ve kulakları
işitmeyen sağırlara benziyor. Bunlar duyu ve
algılama organlarını işlemez hale getirenler,
onları fonksiyonlarını yerine getiremez duruma düşürenlerdir.
Bu organların fonksiyonları kalbe ve akla mesaj ileten
araçlar olmalarıdır; kalp ve akıl da
aldıkları bu mesajlarının anlamını
kavramakla ve özünü değerlendirmekle görevlidirler. Fakat
bu kimseler sanki bu duyu ve algılama organlarından
yoksun gibidirler.
İkinci gruptakiler ise, normal olarak görebilenler ve işitebilenler
gibidirler. Buna göre bunlar gözlerinin ve kulaklarının
kılavuzluğundan, yol gösterici fonksiyonundan sürekli
biçimde yararlanan kimselerdir. Şimdi;
"Hiç bu iki grubun durumu bir olur mu?"
Bu soru, somut tabloyu izleyen ve cevap gerektirmeyen bir
sorudur. Çünkü gözlerimizin önüne serilen somut tablo, bu
sorunun açık cevabını içermektedir. Ayetlerin son
cümlesini okuyoruz:
"Acaba ibret dersi almaz mısınız?"
Mesele bu hali ile "ibret" dersi almaktan başka
hiçbir tepkiyi kaldırmaz. O kadar yalındır, o
kadar apaçıktır ki, üzerinde düşünmeye hiç
gerek yoktur.
İşte Kur'an üslubunun ağırlıklı
unsurunu oluşturan "tasvir" yönteminin fonksiyonu
budur. Bu yöntem tartışmayı gerektiren düşünce
içerikli meseleleri, yalın ve söz götürmez kesin
gerçeklere dönüştürür. Bu tür gerçekler karşısında
insanın yapacağı tek şey onları görmek
ve onlardan gerekli ibret derslerini çıkarmaktır.
NUH PEYGAMBER VE KAVMİ
Peygamber hikâyeleri bu surenin iskeletini oluşturur.
Fakat bu hikâyeler, bağımsız ve sonuçtan kopuk
olarak anlatılmış değildir. Tersine bu hikâyeler
surenin anlatmak üzere indiği ve başlangıç kısmında
özetle değinilen büyük gerçekleri doğrulama, somut
olaylarla kanıtlama amacı taşırlar. Surenin sözkonusu
başlangıcını bir kere daha okuyalım:
"...Bu Kur'an; her işi yerinde ve her şeyden
haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümleler ile
örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan
ayetlerden oluşmuş bir kitaptır.
(İçeriğinin özü şudur:) Sırf Allah'a
kulluk ediniz. Ben O'nun size gönderdiği bir
uyarıcı ve müjdeleyiciyim.
Rabbinizden af dileyiniz, pişmanlık duygusu içinde
O'na yöneliniz ki, belirli bir sürenin sonuna kadar sizi mutlu
yaşatsın ve her erdemli kişiye erdemli
davranışlarının ödülünü versin. Eğer
O'na sırt çevirirseniz, sizin hesabınıza `büyük
gün'ün azabından korkarım.
Dönüş yeriniz Allah'ın huzurudur, O'nun gücü her
şeye yeter."
Surenin giriş bölümünde bu gerçeklerin irdelenmesine
ilişkin çeşitli gezintiler düzenleniyor. Bu
bölümdeki ayetleri okurken, kimi zaman göklerin ve yerin
görkemli sırları arasında, kimi zaman da
Mahşer kalabalığı arasında gezintiye çıkıyoruz.
Şimdi okuyacağımız ayetler ise, bizi
başka gezintilere çıkarıyorlar. Bu gezilerde
kendimizi yeryüzünün değişik yörelerinde, tarih
sürecinin değişik dönemlerinde buluyor ve geçmiş
milletlerin bazı hayat maceralarını yeniden
yaşıyoruz. Bu geziler sırasında "İslâm
inancı" akımının tüm insanlık
tarihi boyunca cahiliye zihniyeti karşısında
giriştiği sürekli mücadelenin bazı kritik
evreleri gözlerimizin önünde canlandırılıyor.
Bu surede anlatılan peygamber hikâyeleri oldukça
uzundur. Özellikle Hz. Nuh'a ve Tufan olayına ilişkin
hikâye hepsinden uzun bir biçimde anlatılıyor. Bu hikâyeler,
bu surenin başlangıcında yeralan ve tüm surelerin
iniş gerekçesini oluşturan inanç sistemine ilişkin
gerçekler etrafındaki tartışmaları içerirler.
İnsan bu tartışmaları izlerken dünün
yalanlayıcıları ile bugünün yalanlayıcılarının
arasında önemli bir fark olmadığını, her
ikisinin de hemen hemen aynı karakteri
paylaştıklarını, tüm insanlık tarihi
boyunca sergiledikleri zihniyetin aşağı-yukarı
aynı zihniyet olduğunu açıkça görür.
Bu surede anlatılan peygamber hikâyeleri kronolojik sırayı
izler. Buna göre önce Hz. Nuh'un, arkasından Hz. Hud'un,
daha sonra Hz. Salih'in hikâyeleri anlatılır. Sonra Hz.
Lût'a gidilirken Hz. İbrahim'e uğranır.
Arkasından Hz. Şuayb'in hikâyesine geçilir, sonra da
Hz. Musa'nın hikâyesine kısaca değinilir. Bu hikâyelerde
tarih çizgisinin aşamalarına bağlı
kalınır. Çünkü amaç, tarihin sürekli akışı
içinde ve oluş zincirine bağlı kalınarak yeni
kuşaklara eski kuşakların akıbetlerini,
sonlarının ne olduğunu hatırlatmaktır.
İlk hikâye, Hz. Nuh ile soydaşları
arasındaki olayları anlatan hikâyelerdir. Bu hikâye,
anlatılan hikâyelerin en eski tarihlisi olduğu gibi
surede ele alınan hikâyelerin de ilkini oluşturuyor.
Şimdide Aşağıda Hz. Nuh kıssasına
ilişkin ayetleri inceleyelim:
|
|
O |
|
O |
|