O |
Hüd
|
O |
|
120- Sana anlattığımız, önceki
peygamberlerin hayatına ilişkin her olay, gönlünü
ferahlatmayı ve azmini pekiştirmeyi amaçlıyor. Bu
hikâyeler sana gerçeği ilettikleri gibi mü'minler için de
öğüt ve hatırlatma niteliğindedirler.
121- İnanmayanlara de ki; `Siz bildiğiniz gibi
hareket ediniz, biz de bildiğimiz gibi hareket edelim. '
122- Bekleyiniz bakalım, biz de bekliyoruz.
123- Göklere ve yere ilişkin bilinmezliklerin (gaybın)
bilgisi Allah'ın tekelindedir. Her işin kesin çözüm
mercii O'dur. Öyleyse sırf O'na kulluk sun, yalnız O'na
dayan; Rabbın onların neler yaptıklarından
habersiz değildir.
Aman Allah'ım... Yüce Allah'ın peygamberine söylediklerine
bakın... Hiç kuşkusuz Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- kavminden, nefislerinin sapmalarından ve
davetin acılığından etkileniyor, üzülüyordu.
Bunlar da teselli etmeyi, gönlünü ferahlatmayı, yüreklendirmeyi
gerektiren şeylerdi. Oysa Hz. Peygamber -salât ve selâm
üzerine olsun- sabırlı, dirençli ve Rabbine güvenen
biriydi.
"Sana anlattığımız önceki
peygamberlerin hayatlarına ilişkin her olay, gönlünü
ferahlatmayı ve azmini pekiştirmeyi amaçlıyor."
"Bu hikâyeler sana gerçeği iletiyorlar."
Yani bu surede davet işine, peygamberlerin hikâyelerine,
Allah'ın evrensel yasalarına, insanların
doğrulamalarına ve tehditlere ilişkin gerçek yeralıyor.
"Mü'minler için de öğüt ve hatırlatma
niteliğindedirler."
Geçmiş çağlarda meydana gelen ibret verici
olaylarla onlara öğüt veriyor. Allah'ın
kanunlarını, emir ve yasaklarını
hatırlatıyor.
Ama inanmayanlara gelince, bundan sonra öğüt alacakları
yok, gerçekleri de göremezler. Son sözü söylemek gerekir,
bundan sonra kesin ayrılık kaçınılmazdır.
"İnanmayanlara de ki; `Siz de bildiğiniz gibi
hareket ediniz, biz de bildiğimiz gibi hareket edelim."
"Bekleyiniz bakalım, biz de bekliyoruz."
Tıpkı, bu surede hikâyeleri yeralan kardeşlerinin
kavimlerine dedikleri gibi, onları akıbetleri ile
başbaşa bıraktıkları gibi, Allah'a özgü
gaybın kapsamında olan azaplarını görmek
üzere terkettikleri gibi.
"Göklere ve yere ilişkin bilinmezliklerin (gaybın)
bilgisi Allah'ın tekelindedir."
Her şey O'nun kontrolündedir. Senin, mü'minlerin ve
inanmayanların durumu O'nun bilgisinin
kapsamındadır. Bütün bu yaratıkların durumu,
ona ait gaybın içerdiği her şeyi ve ilerde olacak
her şeyi bilir.
"Öyleyse sırf O'na kulluk sun."
Çünkü ibadete ve boyun eğilmeye sadece O lâyıktır.
"Yalnız O'na dayan."
Tek dostunuz ve yardımcınız O'dur. İyi kötü
işlediğiniz her şeyi bilir. Hiç kimsenin amelini
karşılıksız bırakmaz.
"Rabbin onların neler yaptığından
habersiz değildir."
DÖNÜŞ ALLAH'ADIR
Böylece, Allah'a ibadet ederken, O'na tevbe edip sığınırken,
en sonunda O'na dönerken tevhidin gözetilmesi gerektiğini
vurgulayarak başlayan bu sure, sona erdi. Tıpkı
başladığı gibi sadece Allah'a ibadet edilmesi,
yalnız O'na dönülmesi gerektiğini, en sonunda O'na dönüleceğini
vurgulayarak sona erdi.
Daha önce evrenin uçsuz bucaksız ufuklarında,
insanın ruhunun dipsiz derinliklerinde ve geçmiş
asırların karanlık evrelerinde uzun bir
yolculuğa çıkılmıştı.
Böylece surenin başı ile sonundaki edebi ahenk ve güzellik
bulunmuş oluyor. Surede yeralan hikâyeler ile surenin genel
akışı arasındaki uyum Kur'an-ı Kerim'deki
bakış, düşünce ve yöneliş bütünlüğü
ile güzel bir uyum oluşturuyor. Oysa eğer bu Kur'an
Allah'dan başkasından gelmiş olsaydı, içinde
birçok çelişkiler bulurlardı.
Şimdi, bu surenin akışını topluca
inceleyenler, daha doğrusu Kur'an'ın Mekke'de inen
kısmını inceleyenler göreceklerdir ki, ortada,
köklü, kalıcı, geniş ve derin bir çizgi vardır.
Bu sureler, bu çizginin etrafında
yoğunlaşmaktadırlar. Surelerin etrafında döndüğü
ekseni bu çizgi oluşturmaktadır. Diğer çizgiler
hep bu temel çizgiye dönüktür. Tüm ipler ona bağlanmaktadır...
Bu çizgi bu dinin etrafında
yoğunlaştığı inanç çizgisidir. Bu,
inanç eksenidir; insanlık hayatını her yönüyle
düzenleyen, en ince ayrıntısına kadar ele alan bu
ilahi sistem işte bu eksen etrafında dönmektedir.
Bu sureyi topluca değerlendirirken, surenin
akışı içinde belirginleştiği
şekliyle bu çizgi ve bu eksen üzerinde ana hatlarıyla
durma gereğini duyacağız. Su renin
akışı içinde bu konuyu ele alırken, daha
önce yaptığımız açıklamalara değin
de bulunmamız gerekecektir. Bu son değerlendirmenin bölümlerini
birbirine bağlamak için kaçınılmazdır.
Surenin tüm akışı içinde ön plana çıkan
ilk gerçek... Gerek Hz. Muhammed'le -salât ve selâm üzerine
olsun- birlikte gönderilen kitabın içeriğinin
sunulduğu giriş kısmında, gerek insanlık
tarihi boyunca İslâm inancına göre hareke
stratejisinin sunulduğu kıssalarda, gerekse Hz.
Peygambere, hem kıssalardan ben de kendisiyle birlikte gönderilen
kitabın içeriğinden çıkarılan sonuçlarla
müşriklere karşı koyması direktifinin
verildiği bitiş değerlendirmesinde...
Evet surenin bütünü içerisinde ön plana çıkan ilk
gerçek... Tüm konuların tek başına Allah'a kulluk
etmenin emredilmesi, ondan başkasına kulluk
etmenin
yasaklanması etrafında
yoğunlaştığı gerçeğidir. Allah'a
kulluk etmenin, ondan da başkasına kulluk etmemenin
"din" demek olduğunun vurgulanmasıdır.
Verilen sözler, tehditler, hesaplaşma ve amellerin
karşılığı meselesi, sevap ve ceza
meselesi bu köklü, kapsamlı tek ve değişmez
temele dayandırılmaktadır. Nitekim surenin
girişinde ve surenin akışı ile birlikte
değişik yerlerde bu gerçeğe işaret
etmiştik.
Burada öncelikle Kur'an metodunun bu gerçeği vurgulama yöntemini
ve bu yöntemin değerini ön plana çıkarmak
kalıyor bize.
Tek başına Allah'a kulluk etme gerçeği surede
iki üslupla ifade ediliyor.
"Ey soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz,
O'ndan başka ilahınız yoktur."
"Allah'dan başkasına kulluk sunmayınız.
Ben O'nun size gönderdiği bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim."
Emir ve yasaklama üslupları arasındaki
farklılık gayet açıktır. Acaba ikisinin de
anlamı bir midir?
' Birinci ifade; Allah'a kulluk edilmesini emretmekte, onun
dışında ibadet edilecek bir ilahın
olmadığını vurgulamaktadır. İkinci
ifade ise; Allah'dan başkasına kulluk etmeyi
yasaklamaktadır.
İkinci ayetin ifade ettiği anlam, birinci ayetin
anlam ve içeriğinin gerektirdiği bir sonuçtur. Ne var
ki, birincisi, sözlü olarak ifade edilirken, ikincisi ifadeden
anlaşılmaktadır. Kuşkusuz yüce Allah'ın
hikmeti bu büyük gerçeğin açıklanması
bakımından sadece Allah'dan başkasına kulluk
etmenin yasaklanmasının ifade ettiği anlamla
yetinilmemesini, ayrıca bu yasağın
bağımsız bir yoldan sözlü olarak da ifade
edilmesini öngörmüştür. Her ne kadar bu yasak ilk emrin
anlamında ve içeriğinde yeralsa da...
Bu da o büyük gerçeğin değeri ve yüce Allah'ın
terazisindeki ağırlığı hakkında
oldukça etkili bir mesaj vermektedir bize. O kadar ki, bu gerçek,
Allah'a kulluk etmenin emredildiği ve O'nun
dışında ibadet edilecek bir ilahın
olmadığının vurgulandığı
ifadenin içerdiğinden anlaşılmak üzere bırakılmıyor.
Ayrıca Allah'dan başkasına kulluk etme
yasağı sözlü olarak ve bağımsız bir
ifadede yeralıyor. Bu yasak doğrudan doğruya bir hüküm
olarak yeralıyor, Allah'a ibadet etmeye ilişkin emrin içeriğinden
elde edilen bir anlam olarak değil. Onun zorunlu bir
gereği değil de başlı başına bir hüküm
olarak ifade ediliyor.
Ayrıca bu, Kur'an-ı Kerim'in sözedilen gerçeği
iki yönüyle, Allah'a kulluk etme, O'ndan başkasına
kulluk etmeme yönleriyle ortaya koyma yöntemini de
göstermektedir bize. Buna göre insanlık, bu gerçeğin
iki yönünü de içeren kesin bir hükme ihtiyaç duymaktadır.
İnsan psikolojisi Allah'a kulluk etmenin emredilmesi, onun
dışında kulluk edilecek bir ilahın
olmadığının vurgulanması ile yetinmiyor.
Tek başına Allah'a kulluk etmeye ilişkin emrin içeriğinden
çıkan dolaylı anlamın yanında, Allah'dan
başkasına kulluk etmenin de açıkça yasaklanmasını
da gerektiriyor. Çünkü gün gelir insanlar Allah'ı inkâr
etmedikleri, O'na kulluk etmekten vazgeçmedikleri halde, O'nunla
birlikte başkasına da kulluk edebilirler. Kendilerini müslüman
(!) sanırlarken şirke düşebilirler.
İşte bu yüzden Kur'an-ı Kerim tevhid gerçeğini
emir ve yasağa birlikte yer vererek ifade etmektedir,
yekdiğerini desteklesin diye. Böylece birçok çeşidi
bulunan şirkin nüfuz edebileceği bir delik
bırakılmayacak şekilde vurgulu olarak dile
getirilmektedir bu gerçek.
Kur'an-ı Kerim'de buna benzer ifadeler değişik
yerlerde yinelenmiştir. Örnek olarak bu sureden ve başka
surelerden bazı ayetleri aşağıya
alıyoruz:
Elif, Lâm, Ra. Bu Kur'an, her işi yerinde ve her
şeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümlelerle
örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan
ayetlerden oluşmuş bir kitaptır.
(İçeriğinin özü şudur): Allah'dan
başkasına kulluk sunmayınız. Ben, O'nun size gönderdiği
bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim. (Hud S uresi
1-2)
Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik,
onlara dedi ki; "Ben sizin için açık bir
uyarıcıyım."
Sırf Allah'a kulluk sununuz. Yoksa sizin
hesabınıza acıklı bir günün azabından
korkarım." (Hud suresi 25-26)
Fakat azabım da son derece acıklı bir
azaptır. (Hud Suresi 50)
İbrahim ne yahudi ve ne de hristiyan idi. O dosdoğru
bir müslümandı, müşriklerden değildi. (Ali
İmran suresi 67)
Ben yüzümü, dosdoğru bir şekilde gökleri ve yeri
yoktan varedene yönelttim, ben O'na ortak koşanlardan
değilim. (En'am suresi 79)
Kur'an-ı Kerim'de tevhid gerçeği ifade edilirken bu
yönteme sıkça baş vurulmaktadır. Hiç kuşkusuz
bunun özel bir anlamı vardır. Gerek tevhid gerçeğinin
değerinin ve öneminin vurgulanması bakımından
-Öyle ki bu gerçeğin hiçbir tarafı dolaylı
anlaşılmaya, zorunlu olarak çıkarılacak sonuçlara
bırakılmıyor tersine bu gerçeğin hiçbir
tarafı eksik bırakılmadan sözlü olarak ifade
edilen bir hüküm olarak indiriliyor- gerekse bu yöntemin yüce
Allah'ın insan denen varlığın
tabiatını bildiğini göstermesi bakımından...
Buna göre yüce Allah insanın bu büyük gerçeğin bu
şekilde açıkça belirtilmesine ihtiyacı
olduğunu biliyor. Bu gerçeğin insanın duygu ve düşüncesinde
her türlü şüpheden ve kapalılıktan korunup bu
şekilde ince bir ifadeyle vurgulanması gerektiğini
biliyor. Amacı ve hedefi son derece belirgin bir ifadeyle
bunu belirtiyor yüce Allah. Hiç kuşkusuz yüce Allah
üstün hikmet sahibidir. Yarattıklarını en iyi
bilir. O latiftir, her şeyden haberdardır.
Şimdi, tek başına yüce Allah'a kulluk
edilmesinin emredilmesini ve ondan başkasına kulluk
etmenin yasaklanması üzerinde bu kadar yoğunlaşılmasının
ayrıca, bu gerçeğin sözle ifade edilen bir hüküm
olarak ve her iki yönünü kapsayacak şekilde dile
getirilmesine gösterilen özenin ve dolaylı anlamlarla
yetinilmemesinin ötesi eki hikmeti kavrayabilmemiz için bu
surede, ayrıca bütün
Kur'an'da geçen
kulluk/ibadet kavramı üzerinde duralım.
Daha önce Hud peygamber -selâm üzerine olsun- ve kavmi kıssası
üzerinde değerlendirme yaparken, bunca
yoğunlaşmayı, bunca özeni, saygın
peygamberler kafilesinin uğruna bunca emek sarfetmesini, her
gün insanları tek başına Allah'a kulluk etmeye çağıran
davetçilerin uğruna çektiği bunca azapları, bunca
acıları hakeden "kulluk/ibadet"
kavramının anlamı üzerinde durmuştuk.
Şimdi ise yaptığımız bu
değerlendirmeye bazı değimlerle eklemede bulunmak
istiyoruz.
İnsanlar arası ilişkileri "muamelat"
kavramı ile nitelendirmek buna karşılık kul
ile Rabb arasındaki ilişkileri bireysel ve sembolik
kulluk kastı taşıyan davranışları
"ibadet kavramı ile nitelendirmek, Kur'an-ı
Kerim'in indiği dönemden çok sonraları ortaya çıkmış
bir yaklaşımdır. İslâmın ilk dönemlerinde
bu ayırım bilinmiyordu.
"İslâm Düşünceleri" adlı
eserimizde, bu meselenin tarihine ilişkin, olarak bazı açıklamalarda
bulunmuştuk, oradan bazı bölümler aktarıyoruz.
"İnsanın hareketlerini "ibadet" ve
"muamelat" olarak ayırmak fıkıh
eserlerinin yazılmasından sonra ortaya çıkmış
bir meseledir. Bununla beraber -ilk önceleri- amaç, yalnızca
ilmi eserlerin özelliği olan "teknik" bir
ayırımdı. Maalesef bu ayırım İslâm
düşüncesinde birçok kötü sonuçların
doğmasına neden olmuştur. Bunun sonucu olarak da
-bir dönem sonra- islâmi hayatın her alanında kötü
etkileri ortaya çıkmıştır. Böylece
"ibadet" sıfatının insanların
kafalarında "ibadet fıkhının" ele
aldığı hareketler olduğuna ilişkin bir düşünce
uyandı. Bu hareketlerin "muamelat
fıkhının" ele aldığı hareketler
olduğuna ilişkin bir düşünce uyandı. Bu
hareketlerin "muamelat fıkhının" içerdiği
ikinci tür hareketlerden ayrı oldukları düşüncesi
doğdu. Hiç kuşkusuz bu, İslâm düşüncesinden
sapmadır. Bunun ardından İslâm toplumunun hayatının
her alanında sapmaların baş göstermesi kaçınılmaz
olmuştur.
"İslâm düşüncesine göre insanın hiçbir
hareketi yoktur ki, "ibadet" kavramının
kapsamına girmesin, ya da bu sıfatın gerçekleşmesi
istenmesin. İslâm sisteminin ilk ve son amacı
"ibadet"in anlamını gerçekleştirmektir."
"İslâm sisteminde, idari ve ekonomik düzenin, ceza
yasasının, medeni kanunun, aile hukukunun ve bu sistemin
içerdiği diğer yasaların bunun
dışında bir gayesi yoktur."
"İnsan hayatında ibadetin anlamını gerçekleştirmekten
başka bir hedef sözkonusu değildir. Ama insanın
hareketleri bu sıfatla nitelenemez, bu hedefi gerçekleştirmiş
sayılamaz -ki Kur'an bunun insan
varlığının gayesi olduğunu
belirtmektedir- bu hareketler ilahi sisteme uygun olmadıkça...
Çünkü ancak o zaman yüce Allah'ın ilahlıkta bir
olduğunu vurgulanmış, kulluk, sadece O'na Yöneltilmiş
olur. Aksi takdirde bu, ibadetin dışına çıkmaktır,
çünkü kulluğun sınırlarını
aşmaktır. Yani yüce Allah'ın istediği
şekliyle insan varlığının hedefinden
sapmaktır. Yani Allah'ın dininden çıkmaktır.
Fıkıhçıların -İslâm düşüncesinde
bu anlayışın yeri olmadığı halde
de"ibadet" ismini verdikleri ve ibadet
kavramını onlara özgü kıldıkları
hareket türlerinin Kur'an-ı Kerim'de ele
alındığı yerlere
bakıldığında görmezlikten gelinmeyecek son
derece belirgin bir gerçek açığa çıkar... Bu
hareketlerin tek başına ele alınmadıkları
ve fıkıhçıların "muamelat"
adını verdikleri hareketlerden ayrı geçmedikleri
görülecektir. Her iki hareket türünün de Kur'an'ın
akışı içinde ve yönlendirme yönteminde
birbirlerine bağlı olarak geçtikleri görülecektir.
Çünkü bu da öteki gibi, "ibadet" sisteminin bir
yönünü oluşturmaktadır. İnsan
varlığının hedefi budur. İbadetin
anlamının ve yüce Allah'ın ilah olarak bir kabul
edilmesinin anlamının gerçekleşmesi budur.
Zamanla bu ayırım, bazı insanların
"muamelat"ın kapsamına giren hareketleri
Allah'ın dışında O'nun izin vermediği
konularda kendileri için kanun koyan kimselerin koyduğu
sistemlere uygun olarak gerçekleştirirken
"ibadet"in kapsamına giren hareketleri İslâmın
hükümlerine göre gerçekleştirdiklerinde, "müslüman"
olabileceklerini sanmalarına engel oldu.
Bu büyük bir vehimdir. Çünkü İslâm bölünmez bir
bütündür. Onu bu şekilde ikiye bölen herkes bu bütünün
dışına çıkmaktadır. Diğer bir
ifadeyle, bu dinden çıkmaktadır.
İşte bu gerçekten müslüman olmak aynı zamanda
insan olarak varlığının hedefini gerçekleştirmek
isteyen herkesin aklında bulundurması gereken büyük
bir gerçektir.
Şimdi de İslâm düşüncesi kitabından
aktardığımız bu bölümlere, daha önce bu
cüzde yaptığımız açıklamaları
ekliyoruz. İlk defa bu Kur'an'la muhatap olan Araplar,
Allah'a ibadet etmekle emrolundukları zaman ibadet, kulluk
kavramının anlamını yalnızca kulluk
kastı taşıyan, bireysel sembolik
davranışlarla
sınırlandırmıyorlardı. Hatta ilk defa
Mekke'de bu Kur'an'la muhatap oldukları sırada henüz
sembolik ibadet şekilleri farz
kılınmamıştı bile. Araplar bu Kur'an'la
ilk defa muhatap oldukları sıralarda bu kavramla, her
konuda sadece Allah'a itaat etmenin, O'na boyun eğmenin her
konuda O'ndan başkasına itaat etme, O'ndan
başkasına boyun eğme, zilletinden çıkmanın
istendiğini anlıyorlardı. Nitekim Peygamberimizin
de -salât ve selâm üzerine olsun- bir hüküm olarak
"ibadet/kulluk" kavramını "emrine uyma,
boyun eğme" şeklinde açıklamıştır.
Peygamberimiz, Adiy b. Hateme yahudi ve hristiyanların
hahamlarını ve papazlarını Rabb edindiklerini
söyleyerek şu açıklamada bulunmuştu "Evet
hahamlarına ve papazlarına ibadet ettiler. Çünkü
hahamları ve papazları helalleri haram, haramları
da helal kıldılar, onlar da hahamlarının ve
papazlarının dediklerine uydular. Bu da onlara
"ibadet/kulluk ediyorlar demektir."
Sembolik "tapınma" hareketlerine kulluk/ibadet
denmesinin nedeni bu hareketlerin Allah'a boyun eğmenin, O'na
itaat etmenin bir şekli olmasıdır. Ancak bu
şekil, ibadet kavramının tüm anlamını
kapsamaz. Daha doğrusu sembolik ibadetler "ibadet"
kavramının özünden çok ikinci derecede anlamını
temsil ederler.
KULLUK GERÇEĞİ
Daha önce bu cüzde şunları söylemiştik.
Şurası bir gerçektir ki, şayet ibadet/kulluk
kavramının gerçek anlamı sadece sembolik
tapınma davranışları olsaydı uğruna
bunca peygamberin gelmesini, bunca risaletlerin gönderilmesini
haketmezdi. Gelmiş geçmiş peygamberlerin -selâm
üzerlerine olsun- büyük çabalar sarfetmesini haketmezdi. Tarih
boyunca davetçilerin, mü'minlerin karşı
karşıya kaldığı bunca işkenceyi,
bunca acıyı gerektirmezdi. Tersine insanları topyekün
kullara boyun eğmekten kurtarıp, her işte ve her
durumda, dünya ve ahiretteki hayat sistemlerinde sadece Allah'a
boyun eğmelerini, O'na itaat etmelerini gerçekleştirme
olgusu haketmiştir bu ağır bedeli.
"İlahlığın birliği,
Rabblığın birliği, otoritenin birliği,
egemenliğin birliği, yasama kaynağının
birliği, hayat sisteminin birliği, insanların
kapsamlı bir şekilde boyun eğdikleri, emirlerine
uydukları merciin birliği... Evet, bunca peygamberin gönderilmesini,
uğrunda bunca emeğin harcanmasını, tevhid gerçeği
haketmiştir. Bunca işkenceler, tarih boyunca
katlanılan bunca méşakkatler tevhidin gerçekleşmesi
uğruna olmuştur. Yüce Allah'ın böyle bir
şeye ihtiyacı olduğundan değil elbette.
Çünkü yüce Allah alemlerin hiçbir şeyine muhtaç değildir.
insanlık hayatı, tevhidin egemenliği
olmaksızın islah olamadığı, doğru
bir çizgiyi izleyemediği, yücelemediği, insana
yaraşır bir hayat niteliğini
kazanamadığı için bunca çaba sarfedilmiştir.
Hiç kuşkusuz tevhidin egemenliği her yönüyle insanlık
hayatı üzerinde sınırsız bir etkinliğe
sahiptir."
Yukarıdaki açıklamayı yaparken, bitiş
değerlendirmesinde konuyu biraz daha açıklayacağımıza
söz vermiştik.
İşte şimdi tevhid gerçeğinin her yönüyle
insanlık hayatındaki değerine ana hatlarıyla
değineceğiz.
TEVHİD GERÇEĞİ
1- En başta -bu kapsamlı şekliyle- tevhid gerçeğinin,
bizzat varlığı fıtri ihtiyacı ve
insanı bileşimi açısından insan denen
varlığın yapısı üzerindeki etkisine,
onun düşüncesi üzerindeki etkisine, bir de bu düşüncenin
insan bünyesi üzerindeki etkisine bakalım.
Bu düşünce meselesi, böylesine evrensel bir
şekilde ele aldığından, tüm yönlerini tüm
isteklerini, tüm ihtiyaçlarını ve tüm eğilimlerini
gözönünde bulundurarak insanın yapısına hitap
eder. Onu sürekli ilişki halinde bulunacağı tek
bir merciye yöneltir. Her şeyi bu merciden ister ve her
şeyiyle bu merciye yönelir. Ümitle bağlandığı,
korku duyduğu bu biricik mercidir. O'nun öfkesinden sakınır,
hoşnutluğunu arzular. İhtiyaç duyduğu,
beklentisi içinde olduğu her şeye bu biricik merci
sahiptir. Çünkü her şeyin yaratıcısı, her
şeyin sahibi ve her şeyïn idarecisi O'dur.
Bu düşünce insanın bünyesini varlığını
tek bir kaynağa yöneltir. Böylece insan düşüncesini,
anlayışını, değer ve ölçülerini,
şeriat ve kanunlarını bu kaynaktan edinir. Evrene,
hayata ve insana yönelirken, kendisini etkileyen tüm işaretlerin
içinde uyanan tüm soruların cevabını bu kaynaktan
alır.
Bu durumda insanın bünyesi, bir bütün haline gelir.
İnanç ve sistem konusunda yardım dileme ve
başvuruda bulunma konusunda hayat ve ölüm konusunda çalışma
ve hareket konusunda, sağlık ve rızık
konusunda, dünya ve ahiret konusunda bilinç ve davranış
olarak, düşünce ve pratik olarak bir bütünlük arzeder.
Parçalanıp ayrılmaz. Birbirinden farklı yollara,
değişik ufuklara yönelmez. Birbiriyle uyuşmayan
değişik yollara girmez.
İnsan bünyesi yapısı belirtilen tarzda bütünlük
arzettiği zaman, gelebileceği en iyi duruma gelmiş
demektir. Çünkü o zaman "birlik" haline gelmiş
olur. Ve bu, her alanda gerçeğin özelliğidir:..
Çünkü birlik yüce yaratıcının gerçeğidir.
Değişik görüntüleri, şekilleri ve durumları
ile birlikte evrenin gerçeğidir. Birlik, hayat ve
canlıların tüm ve cinslerin farklılığı
ile beraber gerçeğidir. Bireylerin ve yeteneklerin çeşitliliği
ile beraber insanın gerçeği de birliktir. Birlik insan
varlığının gayesidir de. Bu da alanların
ve şekillerin farklılığı ile birlikte
kulluk gerçeğidir. İnsan bu varlık aleminde gerçeği
araştırdığında, bunun böyle olduğunu
görecektir.
İnsanın bünyesi, yapısı, her alanda
"gerçeğe" uygun bir durumda olduğu zaman,
kişisel olarak gücünün doruğuna ulaşır.
İçinde yaşadığı,
karşılıklı iletişim kurduğu bu
evrenin özünde yereden "gerçek"le ve karşılıklı
etkileşim halinde bulunduğu varlıklar aleminin
dayanağı olan "gerçek"le uyumlu olmanın
doruklarına ulaşır. Bu uyum onun en görkemli
eserleri meydana getirmesine ve önemli rolleri yerine getirmesine
yardımcı olur.
Bu gerçek, ilk müslümanlardan oluşan seçkin toplumun
şahsında doruğa çıkınca, yüce Allah,
bunlar aracılığı ile hem insan
varlığının, hem de insanlık tarihinin
planında derin etkileri bulunan son derece önemli rolleri
gerçekleştirdi.
Bu gerçek bir kez daha meydana geldiğinde -Allah'ın
izni ile meydana geldiğinde. Allah'ın izni ile meydana
gelmesi bir kaçınılmazdır- Yüce Allah daha
büyük, daha çok işler gerçekleştirecektir. Yolunda
ne kadar engeller bulunursa bulunsun. Çünkü bu gerçeğin
varlığı bizzat karşı konulmaz bir güce
kaynaklık etmektedir. Çünkü bu evrenin gücü ile özde
birdir. O da bu evreni yaratan güce yöneliktir.
Bu gerçeğin önemi sırf imanı düşünceyi
doğrultmasından gelmez. Gerçi bu doğrultma bile, tüm
hayat binasının dayanağı olan büyük bir
hedeftir. Bu gerçeğin önemi, hayattan iyi zevk almayı
sağlamasından ve bu zevki yeterlilik ve
ahenkliliğin en üst noktalarına
ulaştırmasından kaynaklanır. Çünkü insan
hayatının değeri artar, bütünüyle Allah'a ibadet
haline geldiği zaman, insan hayatındaki -büyük
küçük- tüm hareketler, ibadetin bir parçası ya da
-ibadette gizli olan anlamı gözönünde bulundurursak-
ibadetin tümü olarak algılandığı zaman...
İbadetin özünde yereden büyük anlam; ilah olarak yüce
Allah'ın bir ve ortaksız kabul edilmesi, kulluğun
sadece O'na yöneltilmesidir. İnsan, bundan daha yüksek bir
makama yükselecek değildir. Bu makam gerçekleşmediği
sürece, insan olgunluk düzeyine ulaşamaz. Bu da
Peygamberimizin yükselebildiği en yüce makamdır.
İlahtan vahiy alma makamıdır. İsra-mescidi
haramdan mescidi aksaya bir gecede gerçekleşen mucizevi
yolculuk makamıdır.
Tüm alemlere bir uyarı olsun diye Furkan'ı kuluna
indiren Allah eksikliklerden uzaktır." (Furkan 1)
"Kulu Muhammed'i, bir gece, Mescid'i Haram'dan (Kâbe'den)
yola çıkararak kendisine bazı mucizelerimizi,
olağanüstülüklerimizi gösterelim diye, çevresini kutsal
kıldığımız Mescid'i Aksaya (Kudüs'e) ulaştıran
Allah, her türlü noksanlıktan uzaktır. O her şeyi
işiten ve her şeyi görendir." (İsra-1)
2- Tek başına Allah'a boyun eğme, sadece O'na
itaat etme anlamında ibadette/kullukta tevhidin
değerlerinden bir diğerine ve bunun insan
hayatındaki etkilerine geçiyoruz.
Hiç kuşkusuz Allah'a boyun eğmek, O'ndan
başkasına boyun eğmekten kurtuluştur. Kula
kulluktan çıkıp, sadece Allah'a kul olma onuruna
ermektir. İnsan ancak bu şekilde gerçek onurunu
kazanabilir. Ancak bu şekilde gerçekten özgür olabilir.
İnsanın onuru ve özgürlüğü İslâm nizamının
dışındaki hiçbir düzende garanti altına
alınamaz. Yani insanlardan bazısının
bazısına çeşitli şekilleri ile kulluk etmek
suretiyle boyun eğdiği tüm düzenlerde insanın
onuru ve özgürlüğü ayaklar altına alınır.
İnsanların birbirlerine kulluk etmesi, inanç sistemine
uymak sembolik ibadetleri de sunmak ya da konulan yasalara boyun eğmek
şeklinde olması durumu değiştirmez. Hepsi de
kulluktur, hepsi de birbirinin aynısıdır. Bütün
durumlarda boyunlar Allah'dan başkasının önünde eğilir.
Hayatı ilgilendiren herhangi bir meselede Allah'dan
başkasının ilkelerine göre hareket edilir. O'na
boyun eğilir.
İnsanlar birine boyun eğmeden, birine itaat etmeden
yaşayamazlar. Bu yüzden birinin otoritesine boyun eğip
itaat etmeleri kaçınılmazdır. Sadece Allah'a boyun
eğip itaat etmeyenler, hayatın her alanında derhal
Allah'dan başkasına kul olmanın çeşitli kötülüklerinin
girdabına düşerler.
Hiçbir sınır, hiçbir kural tanımayan
arzularının, ihtiraslarının kurbanı
olurlar. Bu yüzden insan olma özelliklerini kaybedip hayvanlar
alemine yuvarlanırlar.
"Kâfirler hayanlar gibi yerler, eğlenirler.
Durakları cehennemdir onların. (Muhamme d-12)
İnsanın insanlığını yitirmesi,
hayvanlar alemine yuvalanıp gitmesi, kadar büyük kaybı
olamaz. İnsan sırf Allah'a kulluk etmenin sadece O'na
boyun eğmenin sınırlarını aşar
aşmaz, arzu ve ihtiraslarına boyun eğer eğmez
insanlığını. yitirip hayvanlar alemine
yuvarlanır. Çeşitli şekilleri bulunan kula
kulluğun kurbanı olurlar. Çeşitli şekilleri
ile egemenlerin başkanların kulu olmanın neden
olduğu türlü kötülüklerin girdabına düşerler.
Bu egemenler ve başkanlar kendi kafalarına göre
uydurdukları yasalar doğrultusunda onları yönetirler.
Bu kanunların da kanun koyucuların çıkarlarını
korumaktan başka bir hedefi, bağlayıcı bir
amacı olmaz. Bu kanun koyucuların, her şeyin.
egemenliğini elinde bulunduran bir fert, bir sınıf
ya da bir ırk olması durumu değiştirmez.
İnsanlığın genel düzeyine bakıldığında,
sadece Allah'dan kaynaklanmayan, O'nun şeriatı ile
sınırlı olmayan, onun şeriatını
bağlayıcı kabul etmeyen insanların
koyduğu tüm hükümlerde bu gerçeği görmek
mümkündür.
Ne var ki kula kulluk, egemenlere, başkanlara, kanun
koyuculara kul olmakla sınırlı kalmaz. Bu kula
kulluğun en belirgin şekillerinden biridir, ama her
şey bundan ibaret değildir. Kula kulluğun
diğer bazı gizli şekilleri de vardır. Ve kula
kulluğun bu şekli ötekisinden daha köklü, daha katı
olur. Buna örnek olarak modacılara yönelik kulluğu gösterebiliriz.
Bu modacıların, kendilerini uygar kimseler olarak
adlandıran insanların büyük bir kısmı
üzerindeki bu egemenlikleri nereden gelir? Hiç kuşkusuz
-ister giyim-kuşamla, ister otomobillerle, ister ev-barkla,
ister dekorasyonla, ister kutlama partileriyle ilgili olsun, moda
tanrılarının uygun gördüğü kıyafetler,
stiller, tartışmasız, kesin bir kulluğu temsil
etmektedir. Cahiliye mensubu bir kadının veya
erkeğin bu kulluktan kaçınması imkânsızdır.
Bunun dışına çıkmayı bile düşünemez.
Eğer, bu uygar cahiliyeyi yaşayan insanlar moda
tanrılarına olduğu gibi, Allah'a boyun
eğmiş olsalardı, hiç kuşkusuz, her şeyi
ile kendilerini Allah'a adamış birer salih kul
olacaklardı. Bu da değilse, peki nedir kulluk? Moda
tanrılarının bu yaptıkları Rabblik
değilse, hakimiyet değilse, nedir Rabblik, nedir
hakimiyet?
Zavallı, düşkün kadınlara rastlar zaman zaman
insan... Ayıp yerlerini ortaya koyan kıyafetlere bürünmüşler.
Ama bu kıyafetler boylarını, poslarını,
yakışmıyor aslında. Gittikçe çirkinleştiren
ya da komik hale getiren boyalar sürünmüşler. Ne var ki
moda, Rabblerinin elindeki bu karşı konulmaz
ilahlık, o zavallı kadınları bu çirkefi işlemeye
zorluyor. Karşı koyacak güçleri, iradeleri yoktur
çünkü. Moda tanrılarının buyruklarına boyun
eğmeme, itaat etmeme gücüne sahip değildirler.
Çünkü çevrelerindeki toplum, topyekün bu tanrılara boyun
eğmektedir. Nedir boyun eğmek, nedir itaat etmek, bu da
değilse? Şayet bu değilse, nasıl oluyor
hakimiyet, nasıl oluyor Rabblik?
İnsanlar sadece Allah'a boyun eğmedikleri; O'nun
dışında birtakım kullara boyun eğdikleri
zaman yaşayacakları aşağılayıcı
kulluğun yalnızca insanın insana
egemenliğinin, insanın insana kulluğunun
aşağılayıcı iğrenç şekli
sadece başkanların, egemenlerin hakimiyetinde
somutlaşmaz.
Bu da, insanların canlarının,
ırzlarının, mallarının korunması
bakımından ibadet ve boyun eğmede tevhidin sahip
olduğu değeri göstermektedir. Ne şekilde olursa
olsun, ister kanun egemenliği şeklinde olsun, ister
gelenek ve göreneklerin egemenliği şeklinde olsun,
ister inanç ve düşüncelerin egemenliği şeklinde
olsun, kulların kullara boyun eğdiği bir ortamda,
kulların kullara kulluk ettiği bir toplumda
insanların ruhları, ırzları vé malları
korumasız kalır.
İnanç ve düşüncede Allah'dan başkasına
itaat etmenin O'ndan başkasına boyun eğmenin
anlamı bitmez tükenmez kùrùntuların, efsanelerin ve
hurafelerin pençesine düşmektir. Putperest cahiliye
toplumları bunun değişik şekillerini temsil
etmektedir. Halk tabakalarının asılsız
kuruntuları da buna örnektir. Halk tabakaları, bozuk
inançlarının, sapık düşüncelerinin baskısı
sonucu mallarından, -kimi zaman evlâtlarından-
kurbanlar, adaklar adarlar ve hurafeler uğruna. İnsanlar
hep korku duyarlar. Bu farklı ve mevhum rabblerden ve bu
rabblerle ilişki halinde olan tapınak bekçilerinden,
kâhinlerden... Cinler ve ifritlerle ilişki kuran büyücülerden...
Gizli sırların sahibi şeyhlerden, velilerden... Ve
daha nelerden, nelerden... İnsanların ürperdikleri,
korktukları, sürekli yakınlaşmak istedikleri,
ümit bağladıkları bir sürü hurafelerden...
Boyunlarını büken, emeklerini çarçur eden,
enerjilerini bir hiç uğruna tüketen asılsız
kuruntulardan...
Gelenek ve görenekler açısından Allah'dan
başkasına boyun eğmenin ondan başkasına
itaat etmenin getirdiği zorluklara örnek olarak kılık
kıyafet ve moda tanrılarının
buyruklarını göstermiştik. Bunun yanında bu
tanrıların uğruna -Paymal olan ırz ve ahlâkın
yanında nice malların, nice emeklerin
harcandığını da bilmemiz gerekir.
Orta gelirli bir aile, çeşitli kremlere, parfümlere, ruj
ve boyalara saç yaptırmalar ve (ondüle) ettirmeler, her yıl
değişen kıyafetlerin yapımında
kullanılan kumaşlara, ardından uygun
ayakkabılara, ayakkabılar kıyafet ve saç modeli
ile uyuşacak takılara... Bu uğursuz
tanrıların emrettiği daha bir süre şeye...
Evet orta gelirli bir aile, gelirinin, emeğinin
yarısını bu tanrıların değişen
ve hiçbir durumda karar kılmayan arzularına cevap
vermek için harcar. Hiç kuşkusuz bunun arkasında
kapital sahibi yahudiler yer almaktadır. Bu
tanrıların dünyasına özgü sanayide en büyük
görevi onlar üstlenmiştir çünkü. Bu yorucu çabanın,
bu kışkırtmanın içinde yeralan hiçbir kadın,
hiçbir erkek, bir an bile bu uğursuz boyun eğmenin
gereklerini yerine getirmekten geri kalamaz. Bu uğurda
emeğini, malını, ırzını, ahlâkını
feda etmekten kaçınamaz.
Son olarak insanın uydurduğu yasaların
egemenliğine kul olmanın getirdiği
zorluklara değinelim... Allah'a kulluk yapan birinin Allah'a
sunduğu kurbanların kat kat fazlasını
Allah'dan başkasına kulluk edenler egemen Rabblere
sunarlar. Mallarını, canlarını ve
ırzlarını bu uğurda harcarlar.
"Vatan"dan "millet"ten,
"ırk"tan, "sınıf"tan ve "üretim"den
putlar dikilir... Bunların dışında daha bir sürü
putlar ve Rabbler...
Bunlar için davullar çalınır, bayraklar dikilir.
Putlara kulluk edenler, canlarını ve mallarını
bu tanrılar uğruna tereddütsüz feda etmeye çağırılırlar.
Yoksa tereddüt geçirmek ihanettir, ayıptır. Hatta
ırzlar bile, bu putların istekleri çakışacak
olursa, feda edilecek olan ırzlarıdır. Bu durum,
uğruna kan dökülecek kadar büyük bir şereftir
onlarca. Bu putların çevresine yerleştirilen
borazanlar, onların ötesinde yeralan Tanrılar ve
egemenler böyle söylemektedir çünkü.
Yeryüzünde sadece Allah'a kulluk edilsin, insanlar tağutlara
ve putlara kulluk etmekten kurtulsun ve insanlık hayatı
yüce Allah'ın insanlar için dilediği yüce ufuklara
ulaşsın diye Allah yolunda yapılan cihadın
gerektirdiği tüm fedakârlıklar... Evet Allah yolunda
cihadın gerektirdiği tüm fedakârlıkların
aynısını hatta fazlasını Allah'dan
başkasına boyun eğenler feda etmektedirler. Allah
yolunda cihad ettiklerinde, çekecekleri azap ve meşakkatlerden
şehit olmaktan, can, mal ve evlât kaybından korkanlar,
Allah'dan başkasına kul olmanın, ondan
başkasına boyun eğmenin, cana, mala ve evlâda
getirdiği yükümlülükleri bir düşünsünler. Bu uğurda
paymal olan ırzlar ve ahlâk da çabası... Yeryüzüne
egemen olmuş tağutlara karşı Allah yolunda
girişilen cihadın gerektirdiği yükümlülükler,
Allah'dan başkasına boyun eğdiklerinde, yerine
getirmek zorunda oldukları yükümlülükler kadar değildir.
Bütün bunların dışında bir de zillet için
çirkefler. ile dolu utanç verici bir hayat...
3- Öte yandan, ibadette tevhid, sadece Allah'a boyun eğme,
O'nun dışında birtakım yaratıklara kulluk
etmeyi reddetmek, insan enerjisini sahte tanrıların
ilahlaşması uğruna harcanmaktan koruması ve bu
enerjiyi topyekün yeryüzünün imarına,
kalkınmasına, yeryüzündeki hayat düzeyinin
yükselmesine yöneltmesi bakımından büyük değere
sahiptir.
Bu cüzde daha önce de işaret ettiğimiz gibi ortada
inkâr götürmez apaçık bir gerçek vardır... Her ne
zaman Allah'ın kullarından bir kul, kendisini bir
tağut haline getirip insanların Allah'ı
bırakıp kendisine kulluk yapmalarını
istemişse, bu tağut öncelikle, kendisine kulluk yapılması
(yani itaat edilmesi, emirlerine uyulması) için tüm kuvvet
ve enerjilerin şahsının korunması sonra da
kendisinin ilahlaşması uğruna harcanmasına
ihtiyaç duyacaktır. Kendisini övgüyle tesbih eden, adını
zikreden yüce `ilahlık' makamını doldurması için
basit `kulluk' görüntüsüne üfleyip şişiren
kuklalara, dalkavuklara, borazanlara ihtiyaç duyacaktır. Bu
"kulluk" görüntüsüne üflemekten, çevresinde
ilahiler ve dualar mırıldanmaktan bir an bile geri
kalmamaları gerekecektir. İsminin yücelmesi, kendisine
kulluk edilen bir atmosferin oluşması için -çeşitli
yöntemlerle gösteriler, toplantılar düzenlenmesine
ihtiyaç duyacaktır.
Ne var ki bu, hiçbir zaman durmayacak, son derece yorucu bir
çabadır. Çünkü basit "kulluk" görüntüsü,
çevresindeki üflemeler, davullar, çalgılar, tütsüler,
tesbih sesleri ve mırıldanmalar kesilir kesilmez, büzülür,
basitleşir, küçülür ve kısılır kalır.
Bunun için yeniden bu yorucu çabaya ihtiyaç duyacaktır.
Bu yorucu çaba esnasında enerjiler; mallar -kimi zaman
canlar kimi zaman da ırzlar- harcanır. Eğer
bunların bir kısmı yeryüzünün imarı ve bol
üretim için harcanacak olsaydı, insanlık
hayatının yükselmesi ve refah düzeyinin artması için
harcansaydı, insanlığa sonsuz iyilikler
sağlayacaktı. Ne var ki, bu enerjiler ve mallar -kimi
zaman canlar ve ırzlar- insanların iyiliği ve
refahı için harcanmaz. İnsanlar tek başına
Allah'a boyun eğmeyip, O'nun dışında
tağutlara boyun eğdikçe...
Bu değinmelerle insanların tek başına
Allah'a boyun eğmeyip, O'ndan başkasına kul
olmaları durumunda enerji, mal, imar ve üretim alanında
uğrayacakları zararın boyutlarını ortaya
koymaktadır. Bu can ve ırz, konusunda
uğradığı zararla birliktedir. Değer ve
ahlâk kaybına ek zararlardan bunlar. Bir de zillet,
baskı, çirkef ve utanç verici bir hayat vardır. Bu
durum yeryüzü menşeli düzenlerin sadece biri için
geçerli değildir. Hepsi de birdir bu noktada. Sadece
rejimler ve fedakârlıkların türü değişiktir.
Yine ortaya çıkıyor ki, yalnız Allah'a
bağlılık ilkesinden sapıp, kendilerinden
birilerïne Allah'ın yasası dışında bir
yasa ile hükmetme fırsatı verenler, neticede Allah'dan
başkasına kulluk etmenin bedbahtlığına düşmüş
olurlar. Sonuçta insanın, insanlığını,
onurunu ve özgürlüğünü yiyip bitiren bir kulluğa düçar
olurlar. İnsanlara hükmeden bu düzenlerin şekli ne
kadar değişirse değişsin farketmez.
İsterse bu düzen birtakım insanların kendilerine
insanlığı, özgürlüğü ve onurlu bir hayatı
getireceğine inandıkları bir düzen olsun!
Avrupa sahte bir din anlayışı ile kendisine
zalimlik ve diktatörlük yapan kiliseden kaçtığı
sırada Allah'dan da kaçıyordu. Bütün insani değerlerini
ayak altına alan kiliseye yönelik devrimi sırasında,
evet bu ilginç ve cahil zaferinin ilk dönemlerinde yüce Allah'a
da başkaldırdı! İşte burada insanlar
bireysel iradeye dayanan demokratik düzenlerin himayesinde,
insanlıklarına, özgürlüklerine, onurlarına ve çıkarlarına
en uygun düzene kavuşacaklarını sandılar. Böylece
bütün umutlarını insanlar tarafından düzenlenen
anayasaların teminat altına aldıkları hak, güvence
ve özgürlüklere, demokratik parlamenter rejimlere, basın
özgürlüğüne, yasama ve yürütme mekanizması
tarafından verilen güvencelere, seçmen çoğunluğunun
kararına ve burada adını vermediğimiz, fakat
bu demokratik düzenleri kuşatan korkunç hayaletlere bağladılar...
Fakat sonuç ne oldu? `Kapitalizm' daha da azgınlaştı.
Öyle bir azgınlaştı ki, bu güvencelerin tamamını
ve bu kurumların hepsini kuşattı. Onların
hepsini kuru laflar, soyut hayaller haline çevirdi! Çoklukla
kapitali elinde bulunduran zalim, azınlığı alçakça
bir kulluk yapma zilletine düşürdü. Çünkü parayı
elinde bulunduran, aynı zamanda parlamentonun çoğunluğunu
da eline geçirmişti. Dolaysıyla insanlar
tarafından düzenlenen anayasaları da yine bu
azınlık yapmış oluyordu. Basın özgürlüğünü
de, insanların yüce Allah'dan uzak bir şekilde kendi
insanlıklarına, özgürlüklerine ve onurlarına güvence
ve teminat zannettikleri diğer bütün güvenceleri verenler
de, onlardı!
Sonra insanlardan bir kesim, `kapital'in ve `burjuva'nın
azmasına zemin hazırlayan, bireyin tercihine dayalı
bu ferdiyetçi düzenlerden kaçıp `sosyalist düzenler'e sığındı!
Peki bunlar ne yaptılar? `Kapitalist' burjuva
sınıfının egemenliğini, `proletarya'
sınıfının egemenliği ile
değiştirdiler! Veya kapitale ve şirketlere sahip
olan kesime boyun eğmeyi, hem mala, hem de otoriteye sahip
olan devlete boyun eğme ile değiştirdiler! Bu ise,
kapitalist sınıfın egemenliğinden daha
tehlikeli bir durumdur! İnsanın insana boyun
eğdiği her durumda, her rejimde, her düzende, insanlar,
mallarının ve canlarının en ağır
vergisini vermişlerdir. Her zaman değişik biçimde
ortaya çıkan ilahlara bu vergilerini takdim
etmişlerdir! Herhalde ve mutlaka bir kulluk yapısı
gerekmektedir! Eğér bu kulluk yalnız Allah için
olmazsa, Allah'dan başkasına yapılmış
demektir... Tek Allah'a kulluk, insanları kurtarır.
Onları özgür, onurlu, şerefti ve üstün kılar...
Allah'dan başkasına kulluk ise, insanın
insanlığını, onurunu, özgürlüklerini ve
üstünlüklerini yiyip bitirir... Bunun yanında onların
mallarını ve-maddi menfaatlerini de sonuna kadar sömürmeye
devam eder!
İşte bütün bu öneminden dolayı, yüce Allah'ın
peygamberlik misyonlarında (risalet) ve kitaplarında,
ilahlık ve kulluk meselesine bu kadar önem verilmiştir..
İşte bu surede, sözkonusu önemli meselenin yalın
bir örneğini sergilemektedir. Bu mesele, sadece tarihteki
basit cahiliye sistemlerinde yeralan putlara ve heykellere
tapmakla ilgili değildir. Her yerde ve her zaman varolan bütün
insanlarla ilgili bir meseledir. Bütün cahiliye sistemleri ile
ilgilidir.. Tarih öncesi cahiliyesini, tarih sonrası
cahiliyesini, yirminci yüzyılın cahiliyesini ve
kulların kullara kulluğu ilkesine dayanan bütün
cahiliyeleri kapsamına almaktadır.
Bu mesele hakkında söyleneceklerin özü şudur: Bir
bütün olarak bu Kur'an'ın direktiflerinden bu sure de ona
örnektir- açıkça anlaşılıyor ki, bu surede
"ibadet" olarak ifade edilen boyun eğme, itaat etme
ve hakimiyet meselesi, inanç, iman ve İslâm meselesidir. Fıkıh,
siyaset ya da düzen meselesi değildir.
Bu bir inanç meselesidir, inancın varlığı
ya da yokluğu meselesidir. Bu bir iman meselesidir.
İmanın geçerliliği ya da geçersizliği
meselesidir. Bu İslâm meselesidir; İslâmın gerçekleşmesi
ya da gerçekleşmemesi meselesidir.
Sonra bu -önce değil sonra- kanun, nizam ve hükümlerde,
rejimlerde kanun ve nizamı gerçekleştiren, hükümleri
uygulayan toplumlarda somutlaşan pratik hayatın sistemi
meselesidir.
Ayrıca "ibadet/kulluk" meselesi sembolik
tapınmalar meselesi değildir. Pratik hayatın içinde,
boyun eğme, uyma, düzen, yasa, fıkıh, hüküm ve
rejim meselesidir. Böyle olduğu için, bu dinde somutlaşan
ilahi sistem de bu kadar önem kazanmıştır bu
mesele. Peygamberlerin ve dinlerin gönderilmesini bu yüzden
gerektirmiştir. Bunca işkencenin meşakkatin
çekilmesini bunca fedakârlığa
katlanılmasını böyle olduğu için haketmiştir.
İNSANLIK VE DİNLER TARİHİ
Şu anda, sure içinde bu hikâyelerin peşpeşe
sıralanışı ve bunun insanlık tarihi içindeki
İslâm inancının stratejisine işaret etmesi
meselesine gelmiş bulunuyoruz.
Daha önce Hz. Nuh'un -selâm üzerine olsun- hikâyesini değerlendirirken,
insanlığın bildiği ilk inanç sisteminin
İslâm olduğunu ve insanlığın bu inanç
sisteminin insanlığın ilk babası Hz. Adem'den
-selâm üzerine olsun- sonra insanlığın ikinci
babası Hz. Nuh'dan -selâm üzerine olsun- daha sonra da
gelen tüm peygamberlerden öğrendiğini
belirtmiştik. Yine İslâmın; inanç, düşünce;
kulluk ve sembolik davranışlara ilişkin direktifler
açısından ilahlığın birliğini,
itaat etme, uyma, otoritesine girme ve boyun eğme açısından
Rabblığın birliğini öngördüğünü
vurgulamıştık. İslâmın otorite,
hakimiyet, yönlendirme ve yasama birliği olduğunu açıklamıştık.
Aynı şekilde -ister inanç, düşünce, ibadet ve
sembollerdeki cahiliye olsun, ister otoriteyi kabul etme, ùyma,
itaat etme ve boyun eğmedeki cahiliye olsun, ya da her ikisi
beraber olsun- cahiliyenin de sonradan ortaya çıktığını
belirtmiştik. İnsanların, peygamberler -selâm
üzerlerine olsun- aracılığı ile İslâmı
öğrendikten sonra inançları, düşünceleri
bozulduğu gibi, Allah`dan başkasına boyun
eğdiklerinden dolayı, hayatları ve siyasal
rejimleri de bozulmuştur. İnsanların Allah'dan
başkasına boyun eğmeleri, ister bir totem, bir
taşa, bir ağaca bir yıldıza, bir gezegene, bir
ruha ya da değişik ruhlara uymaları şeklinde
olsun, ister insanın insana boyun eğmesi, yani kâhinlere,
büyücülere ve egemenlere uyması şeklinde olsun,
aralarında bir fark yoktur. Allah'dan başkasına
boyun eğmenin ve her iki şekli de tevhidden şirke
sapmayı, İslâmdan çıkıp cahiliyeye girmeyi
ifade etmektedir.
Hiçbir şekilde batılın
sızmadığı kitabında yüce Allah'ın
dile getirdiği tarihsel sıralama ile
"karşılaştırmalı dinler tarihi"
bilginlerinin uyduğu yöntemin ve bu yöntemle vardıkları
sonucun yanlışlığı ortaya çıkmış
oluyor.
Karşılaştırmalı Dinler Tarihi"nin
izlediği yöntem yanlıştır. Çünkü yöntem,
insanlığın sonradan öğrendiği
cahiliyenin çizgisini izlerken, peygamberlerin getirdiği
tevhid çizgisini görmezlikten f;eliyor. Onlar cahiliyenin gelişim
sürecini izlerken bile, sadece cahiliye dönemlerinden kalabilmiş
ve tarihin kaydettiği izleri gözönünde bulunduruyorlar.
Halbuki tarih bilimi yeni ortaya çıkmış ve
insanlığın tarihinin çok azını içermektedir.
Bu az kısmını dahi zan ve tercih yoluyla öğrenmektedir.
Öyle ki, tarihte yaşanmış herhangi bir cahiliye dönemini
incelerken, peygamberlerin getirdiği tevhidin izine
rastlayacak olurlarsa -eski Mısır dinlerindeki Ahnaton
inancındaki tevhidi özellik gibi- yine de -bir ihtimal de
olsa- peygamberlerin getirdiği tevhidin etkisini görmezlikten
gelmeyi tercih ederler. Oysa Ahnaton Mısır'da Hz. Yusuf
döneminden ve onun tevhïd inancını tebliğ
etmesinden sonra gelmiştir. Nitekim Kur'an-ı Kerim Yusuf
suresinde Hz. Yusuf'un zindan arkadaşlarına söylediklerini
şu şekilde şöylece hikâye etmektedir:
"Ey hapishane arkadaşlarım, çok sayıda
ilaha inanmak mı, yoksa ezici iradeli, tek Allah'a inanmak
mı daha iyidir?"
"Allah'ı bir yana bırakarak
taptığınız düzmece ilahlar, ya sizin, ya da
atalarınızın taktığı birtakım
boş, içeriksiz adlardan başka bir şey
değildirler. Allah onlara hiçbir güç vermiş
değildir. Egemenlik sadece Allah'ın tekelindedir. O
yalnız kendisine kulluk sunmanızı etmemiştir.
Dosdoğru din, işte b udur.
Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmiyor."
(Yusuf: 39-40)
Dinler Tarihi bilginlerinin böyle yapmalarının
nedeni, izledikleri yöntemin dini yönteme düşmanlık
ve karşıtlık esasına dayanmasıdır.
Bu da Avrupa'da kilise ve bütün bilimsel araştırmalar
arasında tarihin bir döneminde başgösteren
mücadeleden kaynaklanmaktadır. Bu yöntem öncelikle, bizzat
kiliseyi ortadan kaldırmak için kilisenin iddialarını
temelden yalanlayacak sonuçlar elde etmek üzere geliştirilmiştir.
Bu yüzden daha baştan itibaren sapık bir yöntemdir bu.
Çünkü daha araştırmaya başlamadan, önceden
belirlenmiş sonuçları elde etmeye çalışmışlardır.
Hatta kilisenin ilmi, siyasi ve ekonomik egemenliği
yıkılıp, kiliseye karşı beslenen düşmanlığın
hiddeti dindikten sonra bile bu yöntem kullanıla
gelmiştir. Çünkü dayandığı temellerden ve
bu temellere göre şekillenen, gittikçe de yöntemin
vazgeçilmez kuralları haline gelen prensiplerden
kurtulamamıştır.
Elde edilen yanlış sonuçlara gelince, bunlar
temelden bir yanlışa dayanan yöntemin kaçınılmaz
vesilesidir. Bu yanlış, dinler tarihinin izlediği yöntemin
vardığı tüm sonuçların değişmez
özelliğidir.
İzlediği yöntem ve vardığı sonuç ne
olursa olsun, dinler tarihinin açıklamaları
Kur'an-ı Kerim'de sunulduğu şekliyle ilahi açıklamalarla
temelden çelişmektedir. Müslüman olmayan birisinin
herhangi bir meselede açıkça yüce Allah'ın sözü ile
çelişen sonuçları kabul etmesi normal sayılsa da,
bir araştırmacının,
araştırmasını insanlara sunarken "müslüman"
olduğunu vurgulayarak bu sonuçları kabul etmesi normal
bir şey değildir. Çünkü İslâm ve cahiliye
meselesini, insanlık tarihinde İslâmın cahiliyeden
önce varolduğuna, tevhidin çok tanrıcılıktan
ve putperestlikten önce bilindiğine ilişkin Kur'an'da
yeralan açıklamalar yorum kabul etmez, kesin açıklamalardır.
Bunlar, din açısından bilinmesi zorunlu olan hususlar
arasında yeralırlar. Bu konuda dileyen
"Karşılaştırmalı Dinler Tarihi"
bilginlerinin vardığı sonuçları kabul
edebilir. Herkes yüce Allah'ın sözü ile dinler tarihi
bilginlerinin sözleri arasında dilediğini tercih etme
hakkına sahiptir. Diğer bir ifade ile İslâmı
ya da küfrü tercih edebilirler. Çünkü yüce Allah'ın bu
konudaki sözü anlaşılır ve açıktır.
Dolaylı ya da anlam itibariyle varılan bir sonuç değildir.
Her ne ise, bu son değerlendirmede açıklamak
istediğimiz konu bu değildir. Biz burada insanlık
tarihi içinde İslâm inancının hareket
stratejisini gözler önüne sermeyi amaçlıyoruz. İslâm
ve cahiliye sürekli insanları kendilerine çekmeye çalışmışlardır.
Şeytan da bu çift tabiatlı ve çift boyutlu yaratığın
zaafından ve yapısındaki eksikliklerden
yararlanarak onu azdırmıştır. İnsanlar
İslâmı tanıdıktan sonra, ondan
ayrılıp cahiliyeye girmişlerdir. Bu cahiliye
hayatı son noktasına varınca, yüce Allah onlara
kendilerini yeniden İslâma döndürecek bir peygamber
göndermiş, onları cahiliyeden kurtarırken,
Allah'ın dışında bir sürü tanrıya boyun
eğmekten ilk önce her konuda sırf Allah'a boyun
eğmeye çağırmıştır. Yalnızca
ibadet kastı taşıyan sembolik
davranışlarda değil, kalpte yereden inanç noktasında...
Bu bakış açısı, günümüzün toplumlarının
konumlarını değerlendirmede, aynı şekilde
İslâma davet hareketinin tabiatını açıklamada
bize büyük yarar sağlayacaktır.
Bugün topyekün insanlık, son peygamber Hz. Muhammed'in
-salât ve selâm üzerine olsun- kendilerini çekip çıkardığı
cahiliye hayatını, kapsamlı bir geriye dönüş
sürecini (gericiliği) yaşıyor. Bu cahiliye
değişik şekillerde somutlaşmaktadır bugün.
Günümüz cahiliyesinin bir kısmı Ateizmi,
Allah'ın varlığını inkâr şeklinde
belirlemektedir. Bu, inanç ve düşünce alanında içine
düşülen cahiliyedir. Komünistler gibi.
Bir kısmı da Allah'ın
varlığını bulanık da olsa kabul etmekle
beraber, ibadet kastı taşıyan
davranışlarda, boyun eğmede, itaat etmede, emirlere
uymada sapıklık şeklinde belirmektedir. Hindu ve
benzeri putperestlerin cahiliyesi gibi... Ayrıca yahudi ve
hristiyanların cahiliyeleri de bu kategoriye girmektedir.
Günümüz cahiliyesinin bir kısmı da Allah'ın
varlığını gereği gibi kabul etmekte,
ibadet kastı taşıyan sembolik
davranışları ona yönelik olarak yerine
getirmektedir. Ama "Allah'dan başka ilah yoktur,
Muhammed, Allah'ın peygamberidir" şehadet cümlesinin
anlamında büyük bir sapıklık içindedir. Ayrıca
boyun eğme, emirlere uyma ve itaat etme noktasında tam
bir şirk hayatı yaşamaktadır. Kéndilerini
"müslüman" olarak adlandıran toplumlar bu
kategoriye girmektedir. Bunlar, şahadet cümlesini son derece
yanlış anlamalarına, Allah'dan başka
birtakım kullara boyun eğmelerine rağmen, sırf
şahadet cümlesini dilleri ile söylemekle, sembolik ibadet
şekillerini yerine getirmekle müslüman olduklarını,
İslâm sıfatını ve müslümanlık
haklarını kazandıklarını sanıyorlar.
Bunların da hepsi cahiliyedir. En başta
değindiğimiz komünistlerinki gibi. Allah'ı inkârdır.
Ya da putperestlerinki gibi Allah'a ortak koşmadır.
İnsanlığın pratik hayatına yönelik bu
tarz açık bir bakış açısı,
insanlığın topyekün kapsamlı bir cahiliye
hayatına döndüğü düşüncesini doğrulamaktadır.
İnsanlığın, İslâmın defalarca
çekip çıkardığı cahiliyeye doğru
uğursuz bir geriye dönüş sürecini yaşadığını
ortaya koyacaktır. İnsanlığı cahiliye
hayatından çekip çıkaran İslâmın son
şekli Hz. Muhammed'in -selâm üzerine olsun- eliyle
gerçekleşmişti. Bu da İslâmi diriliş
hareketinin öncülerinin temel rollerinin mahiyetini
belirlemektedir. İnsanlığa karşı yerine
getirmeleri gereken esas görevlerini, bu görevi yerine
getirirken işe başlamaları gereken ilk noktayı
göstermektedir.
İslâmi dirilişin öncüleri, ilk önce insanları
yeniden İslâma girmeye, yeniden içine yuvarlandıkları
uğursuz cahiliyeden çıkmaya davet etmelidirler:
İnsanlara İslâmın esas anlamının,
Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığına
inanmak, kulluk kastı taşıyan
davranışları yalnızca Allah'a sunmak, hayata
ilişkin her meselede sadece Allah'a boyun eğmek, O'na
itaat etmek, O'na uymak olduğunu ve bu anlamlar gerçekleşmediği
sürece, İslâma girmenin mümkün olmadığını,
bunlar gerçekleşmediği sürece insanların müslüman
sayılmayacağını belirtmelidirler. Bu noktalar
tamamlanmadığı sürece, İslâmın can ve
mal konusunda kendilerine tanıdığı
hakların geçersiz olduğunu, bu noktalardan birinin
yerine getirilmemesi tamamının yerine getirilmemesi gibi
olduğunu, insanı İslâmdan çıkarıp
cahiliyeye yuvarladığını, bu durumda
insanın kesinlikle müşrik, kâfir olacağını
açıkça vurgulamalıdırlar.
Şu anda, İslâmdan sonra ortaya çıkan cahiliye
dönemlerinden biri yaşanmaktadır. İnsanları
bir kez daha Allah'a döndürmek, kula kulluktan çıkarıp,
tek ve ortaksız Allah'a kul yapmak için cahiliyeye karşı
koyan İslâmi dönem de başlamalıdır.
İnsanlık hayatının bu uğursuz döneminde
her tarafı kaplayan cahiliyeye karşı mücadele eden
müslüman kitlenin gönlünde bu meselenin bu şeklide açıklık
ve kesinlik kazanması kaçınılmazdır. Çünkü
bu mesele, bu tarz bir açıklığa ve kesinliğe
kavuşmazsa, İslâmi dirilişin öncüleri insanlık
tarihinin bu zorlu döneminde görevlerini yerine getirmek
konusunda zayıf kalacaklardır. Kendisini müslüman
toplum zanneden cahiliye toplumu karşısında tereddüt
geçireceklerdir. İddialara göre değil,
insanlığın pratik durumuna göre ele almaları
gereken başlangıç noktasını yitirmekle, gerçek
hedeflerini de yitireceklerdir. Çünkü iddialarla gerçek arasındaki
mesafe çok uzak bir mesafedir, çok...
DEVLET METODU
Bu bitiş değerlendirmesinde bir bütün olarak
peygamberlerin gönderildikleri kendi toplumlarına
karşı takındıkları tavır ve bu
surede yeralan hikâyelerde belirtildiği gibi, davetin
başında ve sonunda sergiledikleri farklı tutumlar
üzerinde durmak istiyoruz.
Her peygamber, kendi kavmine gönderilmiştir. Davetin
başlangıcında peygamber de onlardan biridir.
Kardeşin kardeşi çağırdığı
gibi, onları İslâma çağırmaktadır.
Kardeşin kardeşe istediği gibi, yüce Allah'ın
kendisine bahşettiği iyiliği onlar için dilemekte,
Rabbinin kendisine verdiği apaçık kanıtı
onlara da göstermek istemektedir.
Bu, başlangıçta her peygamberin toplumuna karşı
takındığı tavırdır. Ama işin
sonunda hiçbir peygamberin tavrı böyle olmamıştır.
Toplumundan bazı kimseler peygamberin çağrısına
olumlu karşılık vermiş, kendilerine
getirdiği mesaja inanmışlar. Kendilerinden
istendiği gibi sadece Allah'a kulluk yapmışlar,
boyunlarından Allah'dan başka birtakım kullara
boyun eğme zincirini çıkarmışlar. Böylece
müslüman olmuşlar, "müslüman
ümmet" olmuşlar...
Toplumun diğer bir bölümü de peygambere olumlu karşılık
vermemiş, getirdiği mesajı inkâr etmişler.
Allah'ın dışında O'nun
yarattıklarına boyun eğmeye devam etmişler.
Cahiliye hayatlarını sürdürmüş, İslâmın
safına geçmemişler. Bundan dolayı da "müşrik
ümmet" olmuşlar.
Peygamberin daveti karşısında tek bir toplum,
iki ayrı millete bölünmüş böylece; biri müslüman
millet... diğeri de müşrik millet... Peygamberlikten
önce birlik içinde bulunan toplum, artık tek bir millet
olma özelliğini kaybediyor. Bununla beraber, aralarında
ırk ve soy bağı vardır. Ne var ki, ırk ve
soy bağı, toprak ve ortak çıkarlar bağı
peygamberlikten önce olduğu gibi aralarındaki
ilişkileri yönlendirmiyor. Peygamberin gelmesiyle birlikte
yeni bir bağ ortaya çıkmıştır. Toplumu
birleştiren ya da bölen bu bağdır artık. Bu
inanç bağıdır, hayat sistemi ve din
bağıdır... Bu bağ, birlik halindeki toplumu
iki ayrı millete bölmüştür. Bir noktada buluşmaları,
birarada barış içinde yaşamaları mümkün değildir
bu iki milletin...
Bu iki millet arasındaki inanç ayrılığı
olanca netliği ile ortaya çıktıktan sonra
peygamber ve onun yanında yeralan müslüman ümmet, inanç,
hayat sistemi ve boyun eğilen, itaat edilen, merci
esasına dayalı olarak toplumlarından
ayrılmışlardır. Peygamberlik misyonundan önce
kendi toplumları, kendi milletleri, kendi ırkları
olan müşrik milletten ayrılmışlardır.
İki milletin hayat sistemi ayrıdır, cinsiyetler de
farklıdır artık. Bir tek toplumdan iki ayrı
millet doğmuştur. Bir noktada buluşmaları,
birarada barış içinde yaşamaları imkânsız
iki ayrı millet...
Müslümanlar inanç, hayat sistemi ve bağlılık
esasına dayanarak toplumlarından tamamen
ayrılınca, yüce Allah da aralarındaki sorunu kesin
çözüme kavuşturmuştur. Müşrik milleti
yoketmiş, müslüman ümmeti de kurtarmıştır.
Bu surede de gördüğümüz gibi, bu kural tarih boyunca sık
sık vurgulanmıştır
Her yerdeki İslâmi diriliş hareketinin öncülerinin
kesinlikle bilmeleri gereken husus şudur: Müslümanlar düşmanlarından
ayrılmadıkça, toplumlarını içinde
bulundukları şirkten dolayı terkettiklerini açıkça
duyurmadıkça, sadece Allah'a boyun eğdiklerini, sahte
Rabblere itaat etmeyeceklerini, zorba tağutlara
uymayacaklarını, ister inanç, ister sembolik kulluk
davranışları, ister toplumsal yasalar açısından
olsun, Allah'ın izin vermediği alanlarda kendi
kafalarından uydurdukları konularla hükmeden tağutların
yönetimindeki topluma katılmayacaklarını
duyurmadıkça, yüce Allah, onlarla toplumları içindeki
düşmanlarının arasındaki sorunu onların
lehine çözümlemez.
Müslümanlar onlardan ayrılmadıkça, Allah'ın
eli zalimlerin soyunu kurutmak üzere soruna müdahale etmez.
Müslümanlar mensup oldukları toplumdan
ayrılmadıkları, onlardan
uzaklaşmadıkları sürece, dinlerinin dinlerinden,
hayat sistemlerinin hayat sistemlerinden, yollarının
yollarından ayrı olduğunu açıkça duyurmadıkları
sürece yüce Allah'ın eli aralarındaki sorunu
çözümlemek, mü'minlere zafer vereceğine, zalimlerin
soyunu kurutacağına ilişkin vaadini gerçekleştirmek
üzere müdahale etmez.
İşte tarih içinde sık sık uygulanan bu
kuralı İslâmi dirilişin öncüleri iyice kavramalıdırlar,
stratejilerini buna dayandırmalıdırlar:
İlk adım, insanları müslüman olmaya; hiçbir
şeyi ortak koşmadan Allah'a boyun eğmeye, O'nun
yarattıklarından herhangi birine herhangi bir
şekilde boyun eğmeyi reddetmeye çağırmakla
başlamalıdır. Bunun ardından tek bir toplum
ikiye ayrılır. Allah'a boyun eğen muvahhit mü'minler
bir saffı, ya da milleti, Allah'ı bir yana
bırakıp O'nun yarattıklarından herhangi birine
boyun eğen müşrikler de öbür saffı
oluştururlar. Sonra mü'minlerle müşrikler
birbirlerinden ayrılırlar. Ardından yüce Allah'ın
mü'minlere zafer vereceğine, müşriklerin kökünü
kurutacağına ilişkin vaadi gerçekleşir.
Nitekim insanlık tarihi boyunca defalarca böyle olmuştur.
Pratik ayrılıktan önceki davet süreci uzun zaman
alabilir: Ama inanç noktasındaki ayrılık ilk andan
itibaren bilinç planında gerçekleşmelidir.
Aynı toplum içinde doğan iki milletin birbirinden
kesin çizgilerle ayrılması gecikebilir. Herhangi bir
nesil içindeki davetçiler, birçok fedakârlıklar,
işkenceler, meşakkatler çekebilirler. Ama yüce Allah'ın
onlarla toplumları arasındaki sorunu onların lehine
çözümleyeceğine ilişkin vaadi müslüman kitlenin
gönlünde bir nesil ya da nesiller boyu süren pratik durumdan
daha doğrudur, daha kesindir. Bu vaad, kuşkusuz gerçekleşecektir.
Yüce Allah, insanlık tarihi boyunca yürürlükte olan yasasına
göre verdiği sözünden dönmez.
Bu kural; bu tarz bir açıklık ve kesinlikle
bakılması, tüm insanlığı kaplayan
cahiliyeye karşı koyan İslâmi hareket için bir
zorunluluktur. Çünkü bu, zaman ve mekânla sınırlı
olmayan sürekli bir kuraldır... İslâmi dirilişin
öncüleri, sürekli yenilenen cahiliyenin aşamalarından
birini yaşayan insanlığa karşı
koyduklarına göre, benzeri bir cahiliyeye yuvarlandıkça,
aynı çirkefle geri döndükçe, peygamberlerin ellerinden
tutup çıkardıkları gibi aynı inanç sistemi
ile karşı koyduklarına göre, müslüman kitle başlangıç
ve sonuç noktasını, her iki nokta arasındaki davet
aşamasını iyi belirlemelidir. Allah'ın
kanununun kendi yörüngesinde işlediğine, sonununsa,
mutlaka Allah'dan korkanların lehine olduğuna kesinlikle
güvenmelidir.
SOMUTLAŞAN HAREKET METODU
Son olarak, bu surede yeralan hikâyeler üzerinde yaptığımız
değerlendirmeler içinde Kur'an-ı Kerim'de
somutlaştığı şekliyle bu dinin hareket
metodunun özelliği açığa kavuşmaktadır.
Bu pratik bir özelliktir. İnsanlığın
realitesini bu Kur'an'la karşılamaktadır, pratik ve
uygulamalı olarak...
Bu hikâyeler Mekke'de Peygamberimize -salât ve selâm
üzerine olsun- ini yordu. Onun yanında yeralan mü'min azınlık
Mekke'de sıkışmış
kalmıştı, İslâma davet hareketi donma noktasına
gelmişti. Yol uzun ve meşakkatliydi Müslümanlar yolun
sonunun ne olacağını da bilmiyorlardı. Ama bu
hikâyede onlara yolun sonunu gösteriyordu. Ellerinden tutuyor,
bu yolda adım attırıyordu. Yolları apaçık
ve tarih boyunca gelmiş geçmiş yüce davet kervanına
ulaşıyordu. Bu yüce kervanla yakınlık,
aşinalık kuruyorlardı. Ürküp kaçmıyorlardı!.
Çünkü onlar, belli bir yolda hareket eden kesintisiz bir kervan
içinde yeralan bir gruptular. Issız bir çölde yollarını
yitirmiş bir güruh değillerdi. Onlar işleyen ilahi
yasa uyarınca başlangıç noktasından,
bitiş noktasına doğru yolalacaklardı. Tesadüflere
uyarak başıboş hareket etmeyeceklerdi.
İşte Kur'an, müslüman saf arasında böyle
hareket ediyordu. Bu saffı belirlenen ve güvenli bir yolda
böyle hareket ettiriyordu.
Bugün de yarın da İslâmi dirilişin öncüleri
arasında bu şekilde hareket edebilir, yine onları
davetin belirlenen yoluna hareket ettirebilir.
Hiç kuşkusuz bu öncü grup, Kur'an'ın
işaretlerine, mesajlarına muhtaçtır. Hareket
metodu stratejisi ve aşamalarının noktasında
Kur'an'dan ilham almaya muhtaçtır. Bu stratejinin ve
aşamaların ortaya çıkardığı
sorunlara cevap bulmak için, yolun sonunda kendisini bekleyen akıbet
için Kur'an'ın direktiflerine ihtiyaç duyacaktır.
Bu şekliyle Kur'an sırf bereket ve bolluk getirsin
diye okunan bir kitap değildir. O canlıdır, hareket
halindeki müslüman cemaat üzerine şu anda iniyormuş
gibidir. Onunla birlikte hareket etsin, direktiflerine uysun, içinde
yeralan ilahi vaadlerin farkına varsın diye...
İşte biz "bu Kur'an anlamlarını
realite dünyasında gerçekleştirmek için kendisi ile
birlikte hareket eden müslüman kitleden başka hiç kimseye
sırlarını açmaz. Ne sırf bereket için
okuyanlara, ne sırf edebi ve ilmi araştırmalar için
okuyanlara ne de sırf içindeki üslup ve ifade tarzını
inceleyenlere" derken bunu kastediyorduk.
Bunlardan hiçbiri Kur'an'daki saydığımız
özellikleri kavrayamazlar. Çünkü bu Kur'an bu tarz bir
inceleme, araştırma unsuru olsun diye inmemiştir.
Tersine hareket ve direktif unsuru olsun diye inmiştir.
Şirkten uzak İslâma uyarak azgın cahiliyeye
karşı koyanlar, yeniden İslâma döndürmek için
sapık insanlığa karşı cihad edenler,
insanları kula kulluktan çıkarıp tek ve
ortaksız Allah'a kul yapmak için yeryüzünde tağutlara
karşı savaşanlar...
Evet, ancak bunlar Kur'an'ı anlayabilirler, özünü
kavrayabilirler. Çünkü onlar, Kur'an'ın indiği
atmosferin benzeri bir atmosferde yaşıyorlar. İlk
defa üzerlerine Kur'an inen kitlenin yaptığı
hareketin aynısı içinde yaralıyorlar. Hareket ve
cihad esnasında ayetlerinin anlamlarının
tadına varıyorlar. Çünkü onlar, bu anlamların
olaylarda ve realitede somutlaştıklarını görüyorlar.
İşte çektikleri bunca işkencenin, bunca
meşakkatin karşılığı yalnızca
budur. Karşılık mı
dedim? Hayır
asla! Vallahi bu, yüce Allah'ın bir lütfudur.
"De ki; Allah'ın lütfu ile, rahmeti ile, sadece
bunlarla sevinsinler, bunlar onların biriktirdikleri dünya
malından daha hayırlıdır."
Bu büyük lütfuna karşılık yüce Allah'a
hamdolsun.
HUD SURESİNİN SONU
|
|
O |
|
O |
|