Eski çağlardaki bazı milletler, yüce Allah'dan
gelen bir azapla toplu kırıma uğruyorlardı. Bu
toplu kırıma uğratıcı azap, istekleri
üzerine kendilerine mucizeler gösteren peygamberlerini, bu olağanüstü
kanıtlara rağmen yalanlamaya devam etmeleri üzerine başlarına
iniyordu. Çünkü o dönemlerin peygamberlik misyonları,
belirli bir zaman kesiti ile sınırlı idi, yani
belirli milletlere ve bu milletlerin belirli kuşaklarına
hitap ediyordu. O dönemdeki peygamberlerin gösterdikleri
mucizeler de öyleydi, yani onları sadece peygamberlerin
muhatap aldıkları kuşaklar görebiliyordu. Bu
mucizeler daha sonraki kuşaklar tarafından görülecek
biçimde kalıcı ve sürekli değillerdi. Eğer
öyle olsaydı, ilerdeki kuşakların onlara, sözkonusu
ilk kuşaktan daha çok inanmaları beklenebilirdi.
Bizim peygamberimize gelince, O'nun misyonu, tüm peygamberlik
misyonlarının sonuncusudur. Bütün milletlere ve bu
milletlerin bütün kuşaklarına seslenir. O'nun gösterdiği
mucize de somut değil, soyut bir mucizedir, kalıcı
ve sürekli olmaya elverişlidir. Kendisinden sonraki
kuşakların onu incelemesi ve birçok kuşakların
ona iman etmesi mümkündür. Bundan dolayı bu ümmeti, toplu
kıyıma uğratıcı bir azapla
cezalandırmayı uygun görmedi, sadece belirli fertleri,
belirli zamanlarda felâketlerle cezalandırmakla yetindi.
Daha önce kendilerine kitap verilmiş olan yahudi ve
hristiyan ümmetleri hakkında da aynı kural
işletildi. Onlar da toplu kırım nitelikli bir azaba
uğratılmadılar.
Fakat müşrikler cahildirler, yüce Allah'ın niçin
insanı kendi yolunu serbest iradesi ile belirleyebilecek
yetenekte yarattığını, bu ilkeye ilişkin
ilahi yasaların hikmetini bilmezler, bunun yanısıra
göklerin ve yerin insanın çalışmasına,
gelişmesine ve sınavdan geçmesine elverişli biçimde
yaratılmış olmasının hîkmetinden de
haberdar değildirler. Bu cahillikleri yüzünden ölümden
sonraki dirilişi inkâr ederler. Yüce Allah'ın,
peygamberlik misyonlarına, mucizelere ve dünyada toplu kırıma
yolaçıcı azaplara ilişkin yasalarından
habersiz oldukları için, kendilerine yönelik dünya azabı
belirli yılların ya da günlerin sonuna ertelendiğinde,
hemen sormaya başlarlar: "Azabımızı
bizden alıkoyan faktör nedir?" "Başımıza
geleceği söylenen azap niye ertelendi?" Onlar yüce
Allah'ın hikmetini ve rahmetini kavrayamıyorlar. Oysa bu
azapla ..yüzyüze geldiklerinde onu hiç kimse başlarından
savamaz, bu sorularının ve bu hafife
almalarının kanıtladığı alaycı
tutumlarının cezası olarak, ilahi azap
tarafından çepeçevre kuşatılırlar. Okuyoruz:
"Haberleri olsun ki, azabımızla yüzyüze
geldiklerinde onu hiç kimse başlarından savamaz. Böylece
alay konusu ettikleri akıbetin pençesine düşerler."
Hiçbir mü'min kimse, aklıbaşında hiçbir ciddi
kimse, yüce Allah'ın azabı bir an önce gelsin istemez.
Çünkü bu azap eğer gecikirse bunda hikmet ve rahmet
vardır. Böylece iman etmeye hazırlıklı olan
kimse o fırsattan yararlanarak iman eder.
Meselâ yüce Allah'ın, azabını Kureyşli müşriklerden
uzak tuttuğu o "mühlet" döneminde nice kimseler
müslüman olmuşlar, hem de iyi birer müslüman olmuşlar,
girdikleri sınavlardan alınlarının akı
ile çıkmasını bilmişlerdir. Nice kâfir
çocukları ve torunlarına en verimli
yıllarını İslâmın kucağında
yaşamak nasip olmuştur. Bu iki sebep, bu ertelemenin
bizim görebildiğimiz birkaç sebebidir. Göremediğimiz
hikmetlerin neler olduğunu ise yalnız yüce Allah bilir.
Fakat kısa görüşlü ve aceleci yapıda olan
insanlar bu tür inceliklerden habersizdirler.
DUYGULARDA YAPILAN GEZİNTİ
Müşriklerin, ilahi azabın bir an önce başlarına
gelmesine yönelik istekleri münasebeti ile bir sonraki ayet,
insan denen bu tuhaf yaratığın duygu dünyasının
labirentlerine dalıyor. O duygu dünyası, o insan
vicdanı ki, imanla donanmadıkça durulamıyor,
huzura ve istikrara kavuşamıyor.