Bu
son cümlede ise yüce Allah'ın mutlak gücü ve her
şeyi kapsamına alan egemenliği dile getiriliyor.
İşte sözkonusu kitap ya da bu "Kitab"ın
ayetleri bunlardır. İşte bu "Kitab"ın
açıklamak üzere geldiği ve açıkladıktan
sonra yapısını üzerlerine kuracağı
önemli ilkeler bunlardır.
Hiçbir din bu kuralları oturtmadıkça ne
yeryüzünde yer tutabilir ve ne de insanlığa dönük
bir sosyal düzen kurabilir.
Meselâ egemenliği yüce Allah'ın ortaksız
tekeline verme ilkesi inanç alanında, tek başına
anarşi ile düzen arasındaki
yolayırımıdır. Bu ilke benimsenmedikçe insanlığı
saplantıların, hurafelerin, sahte egemenliklerin
boyunduruğundan kurtarmak mümkün değildir. Böyle
durumlarda insanlar çok sayıda sahte ilahlara, bu sahte
ilahların ihtiraslarına, yüce Allah ile kul arasına
giren simsarlara, ilahlığın "kendine özgü"
özelliklerinin gaspedicileri olarak ortaya çıkan krallara,
padişahlara, cumhurbaşkanlarına ve diktatörlere
kul-köle olmaya mahkûmdurlar. Tamamı ile yüce Allah'ın
kendine özgü yetkileri olan Rabblığı,
egemenliği, kayıtsız-şartsız otoriteyi ve
ortaksız yönlendirmeyi kendilerine yakıştıran
bu sahte ilahlar ve diktatörler, insanları, sahte ve "çalınmış"
otoriteleri önünde boyun eğdirirler.
Herhangi bir sosyal, politik, ekonomik, ahlaki ya da
devletlerarası sistem, eğer belirgin, net ve
istikrarlı bir prensipler bütünü üzerine oturmak
istiyorsa, kişisel arzulara ve kötü amaçlı
saptırmalara karşı varlığını
garantiye almaya özen gösteriyorsa, mutlaka böylesine yalın
ve böylesine net bir biçimde "Allah'ın birliği"
ilkesine dayanmak, öncelikle bu ilkeyi oturtmak zorundadır.
Eğer amaç insanlığı ezilmişlikten,
yılgınlıktan ve yaygın endişeden
kurtararak onu yüce Allah'ın bağışı olan
gerçek "onur"la donatmak ise mutlaka egemenliği,
rabblığı, kayıtsız-şartsız
otorite ve ortaksız yönlendiriciliği yüce Allah'ın
tekeline vererek kulların hiçbir şekilde bu yetkiye
ortak olmaya yeltenmemelerini teminat altına almak gerekir.
İslâm ile cahiliye arasında, hak ile zorbalık
arasında tarih boyunca süregelen amansız
savaşın konusu yüce Allah'ın evrenin ilahı
olup olmadığıdır, yoksa yüce Allah'ın
sebepler ve evrensel kanunlara egemen olup olmadığı
meselesi değildir. Bu iki kutup arasındaki temel çatışma
ve amansız savaş konusu, insanların rabbi kim
olacak, yani insanlar üzerinde kimin yasaları egemen olacak,
onların hayatına kim yön verecek, "itaat"
kime yöneltilecek meselesidir.
Yeryüzünün mücrim zorbaları, azgın
tağutları bu hakkı gaspederek insanlar üzerinde
onu kullana gelmişler, bu gasp eylemi ile insanları yüce
Allah'ın egemenliği dışına çıkararak
ezmişler, onları yüce Allah'ın onurlu kulları
yerine kendilerinin onursuz köleleri haline getirmişlerdir.
Buna karşılık tarih boyunca bütün peygamberler ve
islâmi hareketler sürekli olarak bu "çalınmış"
otoriteyi zorba diktatörlerden geri alıp onu tekrar
asıl sahibine, yani yüce Allah'a geri vermek için mücadele
etmişlerdir.
Yüce Allah'ın hiç kimseye, hiçbir şeye
ihtiyacı yoktur. Asilerin isyanı ve azgınların
azgınlığı O'nun mülkünden hiçbir şey
eksiltmeyeceği gibi, itaatkârların itaati ve ibadet
edenlerin ibadeti de O'nun mülküne bir şey eklemez. Yüce
Allah'ın ortaksız egemenliği altına girerek
kula kulluktan kurtuldukları takdirde şeref kazanacak
olanlar, onurlarını kurtarıp üstün konuma
yükselecek olanlar insanların kendileridirler. Yüce Allah
kullarının şerefli, onurlu ve üstün konumlu
olmalarını istediği için insanlığa
peygamberler göndermiştir. Amaç insanları kula
kulluktan kurtarıp, Allah'ın ortaksız
kulluğuna döndürmektir. Yani maksat insanların
iyiliğini gerçekleştirmektir. Yoksa Allah'ın hiç
kimseye ihtiyacı yoktur.
İnsanlar yüce Allah'ın ortaksız
egemenliğine girmeye, O'ndan başkasının
egemenlik boyunduruğunu boyunlarından çıkarmayı
azmetmedikçe hayatlarında Allah'ın kendileri için
dilediği onur düzeyine yükselemezler. Bu düzeye
yükselebilmeleri için insan onurunu ayaklar altına düşüren
kula kulluk boyunduruğunun her türlüsünden sıyrılmaları
gerekir.
Yüce Allah'ın ortaksız egemenliği O'nun
insanların rakipsiz Rabbi olmasında
somutlaşır. Rabblik, insanların
kayıtsız-şartsız egemeni olmak, onların
hayatlarına yön veren yasaların ve buyrukların tek
mercii olmak anlamına gelir. Yüce Allah'ın
"Rabb"lığını kabul etmek, O'nun
dışındaki hiç kimsenin yasalarına ve
buyruklarına boyun eğmemek demektir.
İşte bu surenin ilk ayetinin açık ifadesine göre
yüce Allah'ın kitabının ana konusu ve içeriğinin
özü budur. Tekrarlıyoruz:
"Bu Kur'an, her işi yerinde ve her şeyden
haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümlelerle
örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan
ayetlerden oluşmuş bir kitaptır."
İşte kulluğun anlamı budur. Kulluğun
anlamının bu demek olduğunu Kur'an-ı Kerim ile
aynı dili konuşan o günün Arapları iyi
biliyorlardı. Peygamberlik misyonuna inanmak, Peygamberin
yerleştirmek amacı ile geldiği bu ilkeleri
onaylamanın temel şartıdır. Bu ilkelerin, bu
Kur'an'ın yüce Allah katından geldiği konusundaki
her tür şüphe, bu ilkelere yönelik kalplerde kökleşmesi
gereken zorlayıcı saygıyı kaçınılmaz
olarak yokeder. Yani bu ilkelerin ve bu Kur'an'ın
direktiflerinden koruyacak olan faktör, bu zorlayıcı
saygıdır. Bu inanç sisteminin yüce Allah katından
geldiğine ilişkin bilinç, hem asi gönülleri sonunda
Allah'a teslim oluncaya kadar sürekli kovalar ve hem de
gönülleri tereddüde, sapmaya ve yalpalamaya düşmeksizin
itaatkârlıklarını sürdürmeye zorlar.
Bunun yanısıra Peygamberlik misyonuna inanmak, yüce
Allah'ın insanoğlundan beklediği tutumu düzenleyen
bir kriter koyar ortaya. İlahi egemenliğe ilişkin
konularda insanların tek kaynağa dayanmalarını
sağ!ar. Bu tek kaynak, peygamberlik kurumudur. Ancak o zaman
her Allah'ın günü ortaya çıkacak olan zorba bir
diktatör, yalancı bir tağut, söylediği her sözün
ve koyduğu her kanunun, Allah'ın sözü ve Allah'ın
yasası olduğunu iddia etme imkânını bulamaz,
kendi kafasından uydurduğu sözleri ve yasaları
Allah'a maledemez.
Bilindiği gibi eski-yeni bütün cahiliye toplumlarının
ortak hastalığı şudur. Adamlar kendi
kafalarından çeşitli yasalar koyarlar; çeşitli
değer yargıları, gelenekler ve adetleri piyasaya sürerler.
Sonra inanılmaz bir madrabazlıkla ortaya çıkarak
"Bunlar, Allah katından gelmedir" derler!
Bu anarşinin kökünü kurutabilmek için, yüce Allah adına
yürütülen bu madrabazlığın kesinlikle önüne
geçebilmek için, ortada mutlaka tek bir kaynak olması
gerekir. Yüce Allah'ın sözünün insanlara ileticisinin tek
olması lâzımdır ki, bu tek kaynak ve tek iletici
de Peygamberdir.
Allah'a ortak koşmaktan ve isyan etmekten vazgeçerek
O'ndan af dilemek, kalbin duyarlılığına,
coşkunluğuna, günahının bilincine vararak
tevbe etme arzusu duyduğuna delildir. Bunu izleyecek olan
adım, işlenen günahtan fiilen uzaklaşarak ilahi
direktiflere uygun davranışlar yapmaya yönelmektir. Bu
iki kanıt olmaksızın tevbenin
varlığından sözedilemez. Bu iki kanıt
tevbenin iki somut göstergesidir. Arkasından
bağışlanmayı ve kabul edilmeyi getirmesi
umulabilecek olan tevbe, ancak bu iki göstergenin somut varlığı
halinde varlığını gerçekleştirebilir.
Buna göre eğer bir kimse müşrikliğe tevbe
ederek İslâma girdiğini sandığı halde yüce
Allah'ın ortaksız egemenliğini onaylamıyorsa,
hayatına yön veren ilkeleri Peygamberimiz aracılığı
ile sırf yüce Allah'a dayandırmıyorsa, bu kimsenin
müşrikliği bırakıp, müslüman olduğu
şeklindeki kanısının hiçbir değeri
yoktur. Çünkü onun bu kanısı yüce Allah'dan başkasının
egemenliğini kabul etmekle fiilen yalanlanmaktadır.
Tevbe edenlere yönelik "müjde" ile ilahi buyruklara
sırt dönenlere yönelik "tehdit" peygamberlik
kurumunun ve ilahi mesajı duyurma fonksiyonunun temel
dayanaklarıdırlar. Bunlar "özendirme" ve
"caydırma" unsurlarını oluştururlar.
Yüce Allah'ın insan tabiatına ilişkin engin
bilgisine göre bu iki unsur, sağlam ve köklü caydırıcılardır.
Ahirete inanmak ise, dünya hayatının bir amacı
olduğuna, bu amacın peygamberler tarafından
insanlara önerilen iyi davranışlar olduğuna, bu
iyi davranışların
karşılıklarının mutlaka görüleceğine,
eğer bu karşılıklar dünyada görülmez ise
ahirette görüleceklerinin garanti olduğuna; insan
hayatının kendisi için belirlenen doruğa orada
ulaşacağına ilişkin bilincin oluşup
pekişmesi için gereklidir. Dünya hayatında yüce
Allah'ın sisteminden ve hikmetli yolundan sapanların
azaba çarpılacaklarına, sonsuz
bedbahtlığın çukuruna yuvarlanacaklarına
ilişkin inanç da bu temel bilincin öbür yüzünü oluşturur.
Bu bilinç, sağlıklı insan fıtratını
sapmalardan alıkoyan bir garantidir. Eğer insan
fıtratı, herhangi bir ihtirasa yenik düşerse,
herhangi bir psikolojik zaafın pençesine kapılırsa,
bu garanti sayesinde geriye dönerek tevbe eder, büsbütün
isyana dalmaz. Böylece yeryüzündeki insan hayatına dirlik
egemen olur, hayat iyi yol doğrultusundaki gelişimini sürdürmüş
olur.
Buna göre ahirete inanmak, bazı kimselerin
sandıkları gibi sadece öbür alemdeki sevaba konmanın
yolu değildir, bunun yanısıra dünya hayatının
iyilik doğrultusuna bağlı kalmasının,
hayatı iyiye götürüp geliştirmenin de garantisi ve
özendiricisidir. Yalnız bilmek gerekir ki hayat düzeyini
geliştirmek, maddi kalkınmayı sağlamak
başlıbaşına amaç değil, insana
yaraşır bir hayat biçimini gerçekleştirmenin
aracıdır. O insan ki, yüce Allah ona kendi ruhundan bir
soluk üflemiş, onu diğer çoğu
yaratıklarından üstün tutmuş, kendisini
hayvanınkinden üstün bir düzeye çıkarmıştır.
Böylece yüce Allah, insan hayatının amaçlarının
hayvanın zaruri ihtiyaçlarının üzerine
yükselmesini, insan içgüdülerinin ve ideallerinin hayvan
içgüdülerinden ve isteklerinden aşkın
olmasını dilemiştir.
Bundan dolay peygamberlik kurumunun ya da "muhkem" ve
"ayrıntılı açıklamalı" Kur'an
ayetlerinin içeriği ilk sıradaki yüce Allah'ın
ortaksız egemenliği ve peygamberlik misyonunun O'nun
katından kaynaklandığı ilkesini dile
getirdikten sonra insanları müşriklik suçundan tevbe
etmeye, Allah'dan af dilemeye çağırmıştır.
Çünkü bu iki davranış, iyi amel işleme yoluna
girmenin başlangıç adımlarıdır. İyi
amel sadece kalp temizliği ile farz ibadetleri yerine
getirmekten ibaret değildir. İyi amel, "iyiye götürme"nin
bütün anlamları ile toplumları, hatta
insanlığı iyiye götürmektir. Bütün yapma,
onarma, çalışma, kalkındırma ve üretme
faaliyetleri bu kavramın kapsamına girer. Bu tutumun
karşılığı olan sonuç, ayette şöyle
ifade ediliyor:
"Ki, Allah, belirli bir sürenin sonuna kadar sizi mutlu
yaşatsın ve her erdemli kişiye erdemli
davranışlarının ödülünü versin."
Dünyadaki "mutlu hayat" yararlanılan nimetlerin
niteliği ile ilgili olabileceği gibi bu nimetlerin
nicelikleri ile, yani bollukları ile ilgili de olabilir.
Ahiretteki mutluluk ise, hem niteliği ve hem de niceliği
içerir. Üstelik bu niceliksel ve niteliksel mutluluk insan
hayalini aşan boyutlara tırmanır. Şimdi biz dünya
hayatına ilişkin mutluluk konusuna değinelim:
Çoğu kere dünya hayatında iyi insanların,
salih amel işleyen kimselerin, günahlarından ötürü
Allah'dan af dileyip tevbe edenlerin çalışıp
didinenlerin geçim sıkıntısı çektiklerini
görürüz. Peki, o zaman "mutlu hayat" müjdesi nerede
kaldı?
Öyle inanıyoruz ki, bu soru çoklarının
dilinden dökülen bir sorudur. Okuduğumuz ayetin içerdiği
büyük anlamı kavrayabilmek için hayata geniş bir açıdan
bakmamız, onun geniş kapsamlı çapını görmemiz,
sadece geçici bir görüntüsüne bakışlarımızı
takmamamız gerekir.
Öyle bir toplum düşünelim ki, dengeli ve iyi işleyen
bir düzene sahiptir. Yüce Allah'a inanmayı, egemenliği
O'nun ortaksız tekeline vermeyi, O'nu rakipsiz Rabb ve
kayıtsız-şartsız hakim bilmeyi ilke
edinmiştir. Böyle bir toplumda ilerleme, refah ve mutluluk
toplumsal düzeyde mutlaka egemen olduğu gibi bireysel düzeyde
de mutlaka emek ile kazanç arasında adalet, hoşnutluk
ve güven geçerli olur. Eğer herhangi bir toplumda çalışan-didinen
ve üretime katkıda bulunan "iyiler" geçim sıkıntısı
içinde kıvranıyorlarsa, bu durum şunu gösterir. O
toplumda yüce Allah'a inanma ilkesine dayalı, emek ve kazanç
arasında adaletli dengeyi kurmuş bir sosyal düzen
geçerli değildir.
Üstelik bu tür toplumlarda yaşayan yapıcı,
üretici ve "iyilikten yana" olan fertler kendi sınırlı
dünyalarında mutlu bir hayat sürerler. Geçim sıkıntısı
çekseler bile, ekmek paralarını zor sağlasalar
bile, hatta içinde yaşadıkları toplum
tarafından dışlansalar ve baskılara
uğratılsalar bile bu böyledir. Vaktiyle müşrikler,
müslüman azınlığı baskı altında
tutmuşlar ve her dönemdeki cahiliye toplumlarında
insanları Allah'a çağıran mü'min azınlıklara,
baskı uygulamışlardır. Bu hükmümüz ne
hayaldir ve ne de kuru bir iddiadır. Çünkü kalpleri
donatan mutlu sona ilişkin güven, yüce Allah ile ilişki
halinde olma bilinci; ilahi zaferin, ilahi
bağışın ve ilahi desteğin günü gelince
mutlaka imdada yetişeceği umudu, pratik hayatta çekilen
birçok yokluğun ve sıkıntının telafisi
yerine geçer. Bu beklenti, kaba maddecilik algılarının
üzerine yükselebilmiş insanlar için başlıbaşına
bir mutluluk, başlıbaşına haz verici bir
nimettir.
Bunu emeklerinin karşılığını elde
edemeyen mazlumlar ve ezilmişlerin, mahkum edildikleri
adalete aykırı sosyal şartlara razı olsunlar
diye söylemiyoruz. İslâm böyle bir düzene razı
değildir. İman bu tür dengesiz şartlar
karşısında sessiz kalmaz. Gerek mü'min toplum,
gerekse mü'min fertler bu dengesizliklerin giderilmesi için
sürekli çaba harcarlar. Böylece el emeğini seferber ederek
üretime katkıda bulunan iyi insanların mutlu bir hayat
düzeyine kavuşması için mücadele ederler. Biz böyle
diyoruz, çünkü söylediğimiz gerçektir, yüce Allah ile
ilişki halinde olan dar geçimli mü'minler, bunun böyle
olduğunun bilincindedirler. Böyle olmasına rağmen,
onlar günahlarından af dileyip tevbe ederek Allah'a yönelmiş
ve Allah'ın direktifleri uyarınca çalışıp
didinerek insanların lâyık oldukları mutlu hayata
kavuşmaları ve böyle bir düzeni garanti edecek sosyal
şartları gerçekleştirmeleri uğruna sürekli
çaba harcarlar, ellerinden gelen mücadeleyi yaparlar. Ayeti
okumaya devam ediyoruz: