Çünkü Allah bağışlama ve rahmeti daha çok
sever. Dolayısı ile, kulu hak yoluna ilk
adımını atar atmaz, onu kabul eder, kulun kalbi
imanın aslını, özünü hissedene kadar onun itaat
ve teslimiyetinden hoşnut olur. "Doğrusu Allah
bağışlar, merhamet eder."
Sonra yüce Allah onlara imanın aslını açıklıyor:
"Gerçek mü'minler ancak Allah'a ve Resulüne iman eden,
ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda
mallarıyla canlarıyla savaşanlardır.
İşte iman sözlerinde doğru olanlar onlardır."
İman; Allah'ı ve Resulullah'ı sözlerinde doğrulamaktır.
Bu öyle bir doğrulamaktır ki; içine hiçbir şüphe
ve kuşku karışmaz. Sarsılmayan,
kararsızlık kabul etmeyen, duygu ve heveslerin sesinin
duyulmadığı kalbin ve hislerin tereddüt duymadığı
yerleşik, değişmez ve güven verici bir doğrulamadır
bu iman... Mal ve can ile Allah yolunda cihadın
kaynaklandığı bir imandır bu... Bir kalp bu
imanın tadını tattığı ve onda huzur
duyup da o iman üzerinde değişmeden
kaldığı zaman, kalbin dışında, hayat
sahnesinde, insanların dünyasında o imanın gerçek
karekterini hayata geçirmek için mutlaka bir atılım
olması kaçınılmazdır. İnsan bu durumda,
içinde hissettiği gerçek iman ile, dışardan
kendini çevreleyen gelişmeler ve hayatın
akışı arasında bir birlik kurmayı
isteyecektir. Ve hissindeki iman şekli ile çevresindeki
gerçek şekil arasında bir ayırıma asla
sabredemeyecektir. Çünkü bu ayrılık, sürekli onu
rahatsız edecek ve içinde çatışmaya yol açacaktır.
Ve dolayısı ile, bu noktadan, Allah yolunda malı
ile ve canı ile cihada atılma aslında mü'minin
içinden fışkıran kişisel bir
atılımdır. Mü'min cihadı ile, kalbinde
yaşattığı parlak şekili hayat sahnesinde
ve insanların arasında da uygulanmış görmek
için gerçekleştirmek ister. Şu halde mü'min ile,
çevresindeki cahiliyet hayatı arasındaki çatışma
özünde kaynaklanır. Müslümanın iman düşüncesi
ile mü'minin karşılaştığı pratik
gerçek arasındaki çifte standartlı hayata tahammül
edememesinden kaynaklanır. Ve yine, bu çatışma, mü'minin
eksik, kötü ve sapık olan pratik hayat uğruna, kendi
doğru, mükemmel iman düşüncesinden taviz
vermemesinden kaynaklanır. O halde bir mü'minle kendisini
çevreleyen cahiliyet arasında bu cahiliyet iman düşüncesine
ve imani hayata boyun eğinceye kadar savaş olması
kaçınılmazdır.
"İşte iman sözlerinde doğru olanlar
onlardır."
İşte onlar inançlarında sadık
olanların ta kendileridir. İşte onlar kendilerinin
mü'min olduklarını söylerken doğru söyleyenlerin
ta kendileridir. Bu duygular kalpte yer etmedikçe, bu duyguların
izi gerçek hayatta uygulanmadıkça, iman gerçekleşmiş
olmaz. İnançta doğruluktan ve inancın olduğu
iddiasından söz edilemez.
Bu ayette söz arası olarak gelmiş olan şu ifade
üzerinde bir nebze duralım:
İnsanoğlu kendi nefsini ve kalbinde olan
duyguları nefsinin özünü ve duygularının gerçek
niteliğini bilmediği halde bilgiçlik taslar durur. Akıl
kendisi bile nasıl çalıştığını
bilemez. Çünkü akıl çalışırken kendi
kendini kontrol edemez. Kendisini kontrol ederken de normal çalışmasını
yapamaz. O halde ortada aklı kontrol edecek bir mekanizma
yoktur. Akıl normal çalışmasını yaparken
aynı anda kontrol görevi yapamaz. Dolayısı ile
akıl, kendisinin nasıl bir özellikte olduğunu,
nasıl çalıştığını anlamaktan
acizdir. İnsanın kendisi ile böbürlendiği araç
budur işte...
"Allah göklerde ve yerde olanları bilir."
Yüce Allah göklerde ve yerde olanları gerçek anlamda
bilir, dış görünüşleri ve neticeleri ile
değil, onların asılları ve gerçek kimlikleri
ile bilir. Hem de sınırlı ve süreli olmayan
kapsamlı ve kuşatıcı bir bilgi ile bilir. "Allah,
herşeyi bilendir." Yüce Allah herşeyi bu
kapsamlı ve kuşatıcı genelleme ile birlikte
bilir.
Yüce Allah bedevilerin kavrayamadıkları ve
ulaşamadıkları imanın gerçeğini açıkladıktan
sonra, Resulullah'a yöneliyor ve onların müslüman olduklarından
dolayı bunu Peygamberin başına
kakmalarını anlatıyor. Bu başa kakma bile,
imanın henüz onların kalplerinde yer etmemiş
olduğuna ve bu kişilerin daha henüz imanın
tadını almadıklarını başlı
başına bir delildir.
"Ey Muhammed! Müslüman oldular diye seni minnet altında
bırakmak isterler de ki: `Müslüman olmanızı benim
başıma kakmayın. Tersine, size imanı nasip,
ettiği için Allah sizi minnet altında
bırakır."
Bedeviler, islama girmelerini Resulullah'ın
başına kakıyorlar sonra da iman ettiklerini iddia
ediyorlardı. Onlara cevap olarak, islama girmelerini
başa kakmaları, eğer iman iddialarında
doğru sözlü iseler asıl lütfun, nimetin yüce Allah'a
ait olduğu bildirilmektedir.
Biz, birçoklarının gözden kaçırdıkları
ve birçok mü'minin de bazen dikkat edemediği büyük bir
gerçeği içeren bu cevap üzerinde bir nebze durmak
istiyoruz. Şüphesiz ki iman, yüce Allah'ın yeryüzünde
kullarına bahşettiği en büyük nimettir. Yüce
Allah'ın daha başlangıçta bu kula bahşetmiş
olduğu varlık nimeti ve varlıkla ilgili olan
rızık, sağlık hayat ve geçim nimetinden daha
büyüktür bu iman nimeti.
Bu iman nimeti öyle bir nimettir ki insan varlığına
apayrı bir gerçeklik vermekte ve insana kainat sisteminde
köklü ve büyük bir fonksiyon kazandırmaktadır.
İmanın gerçek cevheri insanın kalbine yer eder
etmez, insan denen varlıkta yapmış olduğu ilk
şey, şu varlık konusunda düşüncesine getirmiş
olduğu enginliktir. İnsanın varlıkla
ilişkisine ve varlık aleminde insanın fonksiyonuna,
bir genişlik getirmesidir. İnsanın çevresinde
bulunan eşyayı, kişileri olayları ve
değerleri doğru algılaması için genişlik
getirmesidir. İmanın bu yeryüzü yolculuğunda yüce
Allah'a kavuşana dek, geniş bir iç huzuru bahşetmesi,
kendisini çevreleyen herşeyle ve kendisinin ve şu
varlık aleminin yaratıcısı yüce Allah ile
dostluk kurmasının sağlaması ve bunun
değerini ve şerefini kendisine hissettirmesidir. Ve iman
nimetinin kula, yüce Allah'ın hoşnut olacağı
üstün bir rol oynayabileceğini ve bu varlık alemi için,
içinde olan her şeyle ve herkesle hayrı gerçekleştirebileceğini
kendisine hissettirmesidir.
İmanın, insanı zaman ve mekan ile
sınırlı, küçük ve güçsüz bünyesini
çerçevesinden çıkarıp sonuç olarak içinde saklanmış
güçlerin, gizli sırların ve sınır kayıt
tanımaz bir enginliğin olduğu bu varlık
alemine kavuşturması insana verdiği düşünce
enginliğinin ürünüdür.
Mü'min türü açısından bir tek köke bağlı
insanlık ailesinin bir ferdidir. Bu kök insanlık
özelliğini ilk başta yüce Allah'ın ruhundan, yani
çamurdan yapılmış olan bu varlığı
ilahi nura kavuşturan yüce soluktan elde etmiştir. Bu
kutsal nur yere ve göğe sığmayan, başı
sonu olmayan, zaman ve yer sınırı ile
sınırlanamayan uçsuz bucaksız bir nurdur.
İşte beşer suretinde yaratılan bu mahluku
insan haline getiren unsur bu yüce olan nurdur. İmanın
bir insanı kendi nazarında yüceltebilmesi ve kendi
hissinde şereflendirebilmesi için, insana aydınlık
ve enginlik hissettirebilmesi için bu düşüncenin kalbinde
yer etmesi yeterlidir. O zaman insanın ayakları yeryüzünde
gezinirken, kalbi nurun kanatları ile, kendisine bu hayat
tarzını bahşeden ilk nur kaynağına
doğru kanat çırpar, uçar..
Mü'min, üyesi olduğu topluluk açısından,
ümmetin bir ferdidir. Zamanın akışı boyunca
uzanan, Hz. Nuh, İbrahim, Musa ve Hz. Muhammed ve
bunların peygamber kardeşlerinin önderlik ettiği
şerefli bir kervanda yol alan biricik bir ümmetin ferdidir
mü'min... Bu düşüncenin insanın kalbinde yer etmesi,
o insanın derinlere kök salmış, dalları
çevreyi kaplayan, uzun ömründe boyu göklere ulaşan,
etrafa kanat geren upuzun ve hoş bir ağacın bir
dalı olduğunu hissetmesi için yeterlidir... Evet insanın
hayatının daha başka bir tadı olduğunu
hissetmesi için, hayatı yeniden hissetmesi için ve şu
hayatına bu köklü üyelik bağından kaynaklanan
şerefli bir hayat katabilmesi için, bu duyguyu hissetmesi
yeterlidir.
Sonra insanın düşüncesi genişler,
genişler nihayet mü'minin şahsını, ümmetini,
insan olan hemcinslerini aşar ve mü'min bütün şu
varlık alemini görür. Yüce Allah'ın yaratması
ile meydana gelen, ondan kaynaklanan, ruhunun bir soluğu ile
insan haline geldiği yüce Allah'tan kaynaklanan, varlık
alemini görür. Ve imanı kendisine, bütün bu varlık
aleminin canlı bir varlık olduğunu ve canlı
varlıklardan oluştuğunu öğretir... Ve yine
imanı kendine, bütün şu kainatın bir ruhu
olduğunu ve herşeyin ruhu ile birlikte, bu koca
kainatın ruhunun -tıpkı kendi ruhu gibi- dualarla
ve tesbihlerle yüce yaratıcısına yöneldiğini,
hamd ve taatla O'nun çağrısına uyduğunu,
teslimiyet ve boyun eğerek O'na yöneldiğini öğretir.
Ve bir de bakar ki mü'min, bu kainatın ortasında, bütünün,
ayrılmaz ve kopmaz bir parçasıdır, yüce yaratıcısından
gelmekte ve ruhu ile ona yönelmekte ve sonunda da ona
dönmektedir... İşte o zaman mü'min bir de ne görsün,
sınırlı varlığından çok daha
büyüktür, bu korkunç kainatın büyüklüğünü
canlandırması oranında, kendi
sınırlı varlığından daha büyüktür.
Bir de bakar ki, kendisini çevreleyen ruhlarla dosttur, sonra
bütün bunların ardından, kendisini koruyan yüce
Allah'ın ruhu ile dost olmuştur. İşte o zaman
kendisinin bütün şu varlık alemi ile ilişki
kurabileceğini ve bu alemde enine ve boyuna
uzanabileceğini, çok şeyler yapabileceğini ve büyük
olaylar ortaya çıkarabileceğini, herşeye etki edip
herşeyden etkilenebileceğini hisseder. Sonra da,
kendisini yaratan ve kainattaki tüm güç ve enerjileri yoktan
var eden bu büyük güçten, kaybolmayan, tükenmeyen, zayıflamayan
büyük güçten direkt olarak güç alabileceğini hisseder.
Bu geniş ve engin düşünce sayesinde mü'min, eşyalarla,
olaylar, şahıslarla değerler, önem verme ve
hedeflerle ilgili yeni ve gerçek ölçüler edinir. Ve mü'min
şu kainattaki gerçek fonksiyonunu ve şu hayattaki gerçek
görevini görür ve anlar. Kendisinin kainatta yüce Allah'ın
planlayıp yarattığı şeylerden birisi
olduğunu, yüce Allah'ın dilediği şeyleri
kendisi vasıtası ile ve kendisinde gerçekleştirmek
için kendisini yönlendirdiğini fark eder. Ve şu
gezegen üzerinde, yolculuğuna kararlı adımlarla, gözü
açık ve vicdanı rahat olarak devam eder.
İşte mü'min, varlık aleminin aslına dair,
kendisine biçilen fonksiyonun ve şu fonksiyonunu yerine
getirmek için kendisine verilen gücün aslına dair bütün
bu bilgilerden, çevresinde olup biten ve başına gelen
şeylere karşı rahatlık, iç huzuru ve sükunet
kazanır. Çünkü o, nereden geldiğini, niçin geldiğini
ve nereye gideceğini ve kendisi orada niçin bulunmaktadır
bütün bunları bilir. Ve bilir ki kendisi bu dünyada bir
sebepten dolayı bulunmaktadır ve başına gelen
herşey bu durumun tamamlanması için planlanmıştır.
Ve bilir ki, dünya ahiretin tarlasıdır ve kendisi büyük
küçük hep yaptığının
karşılığını görecektir, kendisi boşuna
yaratılmamıştır ve asla kendi haline
bırakılmayacaktır ve asla tek başına
kalmayacak ve gitmeyecektir.
Bütün bu gerçekleri bilince, nereden gelip nereye gideceğini
bilmemekten yolun gizli yönlerini görmemekten geliş ve
gidişleri ile bu yoldaki yolculuğunun gerisinde gizli
olan hikmetlere güvenmemekten kaynaklanan
şaşkınlık, şüphe ve endişe gibi
duygular kaybolur gider.
Ömer Hayyam'ın dile getirdiği ve benim tercüme ettiğim
duygular kaybolur gider.
Görüşüm alınmadan hayat elbisesini giydim. Bir
yığın düşünce arasında
şaşırdım kaldım, Bir gün gelecek atacağım
elbiseyi,Bilmeden nereden geldiğimi nereye gideceğimi.
Mü'min kalp huzuru, vicdan rahatı ve ruh sükuneti
içinde bilir ki, hayat elbisesini, bütün varlığı,
üstün hikmet ve bilgelikle çekip çeviren yüce Allah'ın
takdiri uyarınca giymiştir. Ve kendisine elbiseyi
giydiren kimsenin kendisinden daha iyi hüküm verdiğini ve
kendisine karşı çok daha şefkatli olduğunu
bilir. O halde kendisine danışılmaya, görüşünün
alınmasına gerek yoktur. Çünkü kendisi, şu
herşeyi bilen ve gören el sahibinin görüşü gibi
görüş ileri süremez. Ve bu güç sahibi olan yüce Allah,
bu kainatta içinde herşeyden etkilenerek ve herşeye de
etki ederek belirli bir fonksiyonu yerine getirsin diye bu
elbiseyi giydirmiştir kendisine... Ve yine bilir ki mü'min
bu fonksiyon, başlangıcından sonuna kadar,
eşya ve canlıların tüm fonksiyonları ile
ahenk içindedir.
O halde mü'min bu dünyaya niçin geldiğini bildiği
gibi nereye gideceğini de bilir. Değişik düşünceler
arasında şaşırıp kalmaz. Aksine mü'min,
kendisine verilen bağışın güzelliğini ve
armağanın yüceliğini hissederek yolculuğunu sürdürür
ve fonksiyonunu rahat içinde, atılım ve huzur içinde
yerine getirir.
Mü'min bu yolculuğunu şerefli, lütuf sahibi,
güzel, latif, çok seven. ve merhametli elin kendisine sunduğu
hayat nimetini veya elbisesinin güzelliğini ve ne kadar
çekici olursa olsun yerine getirmiş olduğunu fonksiyon
nimetinin yüceliğini hissederek, yüce Rabb'ine sevimli bir
özlem içinde kavuşmak için bu yolculuğu sürdürür
ve fonksiyonunu yerine getirir.
Kur'an'ın ışığı altında
dirilişim gerçekleşmeden ve yüce Allah benim elimden
tutup da lütufkâr himayesine almadan önce endişe ve
başıboşluk içinde yuvarlanıp durduğum
zamanlar da duyduğum duygu gibi düşünceler kaybolur o
zaman. Yorgun ruhumun bütün kainata giydirdiği bu düşünceyi
o zamanlar şöyle dile getirmiştim:
Şaşmış kalmış kainat bilmez
nereye gidiyor? Eğer isteyerek gidiyorsa niçin nereye
gidiyor? Boşuna oyalanma ve boşa gitmiş bir çabadır.
Ve en sonunda sevimsiz belirsiz bir akıbet...
Ama bugün ben -yüce Allah'a sonsuz hamd ve minnet olsun-
biliyorum ki, boşa giden bir çaba yoktur ve her çabanın
bir karşılığı vardır. ve ortada
kaybolup giden bir yorgunluk yoktur ve her yorgunluğun
mutlaka bir meyvesi olacaktır. Ve akıbet sevindiricidir
ve bu akıbet Adil ve Merhametli olan yüce Allah'ın
huzurunda olacaktır. Yüce Allah'a hamd ve minnet olsun ki
bugün ben, eskiden düşündüğüm gibi kainatın o
sefil duruşu ile şaşkınlık içinde durduğunu
asla hissetmiyor ve kabul etmiyorum. Kainatın ruhu Rabb'ine
inanmakta, O'na yönelmekte ve O'na hamd ederek O'nu tesbih
etmektedir. Kainat yüce Allah'ın kendisi için koymuş
olduğu kanunlar uyarınca itaat, hoşnutluk ve
teslimiyet içinde yoluna devam ediyor.
Bu duygu ve düşünce dünyasında büyük bir kazanç
olduğu gibi, yapılan işin faaliyetin, etkilenme ve
etki etmenin güzelliği konusunda büyük bir kazançtır.
Buna ek olarak vücut ve sinir dünyasında da büyük bir
kazançtır.
Öte yandan iman -halâ- itici bir güç ve potansiyel bir
enerjidir. İmanın cevheri kalplere yerleşir
yerleşmez etkinliğini yapmak ve olaylarda kendi etkisini
göstermek için harekete geçer. Kapalı olan asıl
şekli ile görünen şekli arasında bir uyum
olması için hemen harekete geçer iman... Ayrıca insan
bünyesindeki bütün hareket mekanizmasını hakimiyeti
altına alır ve onu yolunda ileriye doğru iter.
"Ruhlarda yer eden inancın gücü ile ruhların inanç
sayesinde güçlenmesinin sırrı burada yatar.
İnancın yeryüzünde meydana getirdiği ve her gün
de meydana getirmeye devam ettiği harikanın (mucizenin)
sırrı budur işte. Bu mucizedir ki, günden güne
hayatın çehresini değiştirmiş, fert olsun
toplum olsun bütün herkesin sonsuz ve büyük bir hayat uğruna
fani ve sınırlı ömründe fedakarlıklara sevk
etmiş güçsüz, kuvvetsiz bir kişiyi otorite gücü,
paranın, demirin ve ateşin gücü karşısında
baş kaldırtmıştır. En sonunda bir de
bakılmış ki, bütün bunlar inanan bir ferdin
ruhundaki itici inanç gücü karşısında yenilgiye
mahkum olmuştur. Aslında bütün bu kuvvetleri yenen,
gücü sınırlı fani olan fert değildir.
aksine, mü'minin ruhunun kendisinden güç alıp
yararlandığı akıl almaz büyük güç ve asla
bitip tükenmek nedir bilmeyen zayıflayıp azalmayan ve
daima fışkırıp duran o kaynaktır, mü'mine
bu gücü sağlayan" (