1- Ey inananlar! Allah'ın ve peygamberinin önüne
geçmeyin, Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, işitendir,
bilendir.
2- Ey inananlar! Seslerinizi, peygamberin sesini
bastıracak şekilde yükseltmeyin. Birbirinize yüksek
sesle konuştuğunuz gibi onunla da öyle yüksek sesle
konuşmayın; yoksa siz farkında olmadan amelleriniz
boşa gider.
3- Allah'ın peygamberinin yanında seslerini
kısanlar, şüphesiz Allah'ın kalplerini takva ile
imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük
bir mükafat vardır.
Sure hoş bir nida ve kalpleri coşturma ile
başlıyor.
Ey
inananlar... Yüce
Allah'tan kendisini görmedikleri halde kendisine inanan kimselere
seslenme ile ve kalplerini kendisine bağlayan ve onlara
kendilerinin o yaratıcıya ait olduklarını
hissettiren niteliklerle kalplerini coşturma ile
başlıyor. Yine bu sure onlara, yüce Allah'ın güzelliğini
taşıdıklarını, onların şu
gezegende O'nun kulu ve askerleri olduklarını bu arada
kendilerinin O'nun planladığı ve istediği bir
durum üzere bulunduklarını, kendisinden bir tercih ve
onlara bir ihsan olmak üzere kendilerine imanı
sevdirdiğini ve kalplerine güzel gösterdiğini
hissettiren niteliklerle coşturuyor kalplerini...
O halde iman edenlerin yüce Allah nerede olmalarını
istiyorsa orada durmaları ve yüce Allah'ın huzurunda
gerek kendi haklarında gerekse başkaları
hakkında hüküm ve yöneltmesini bekleyerek, emredileni
yapmak, dağıtılandan hoşnud olmak hep O'na
teslim edip O'na teslim olmak üzere beklemeleri gerekir.
"Ey inananlar! Allah'ın ve peygamberinin önüne
geçmeyin, Allah`tan korkun. Şüphesiz Allah,işitendir,
bilendir."
Ey iman edenler! Ne kendiniz hakkında ve ne de çevrenizde
yaşantınızla ilgili işlerde yüce Allah'a ve
O'nun Peygamberine karşı öneride bulunmayınız.
Bir konu hakkında yüce Allah Peygamberinin dili ile bir
şey söylemeden önce sizler konuşmayınız.
Sizler bir konu hakkında, yüce Allah'ın ve O'nun elçisinin
sözüne başvurmadan hüküm vermeyiniz.
Bu ayetin tefsiri olarak Hz. Katade der ki: "Bize
bazı `şu konuda şöyle şöyle bir ayet inseydi,
şunun gibisi doğru olsaydı daha iyi olurdu'
şeklinde sözler sarfettikleri naklolundu da yüce Allah bu
davranışları çirkin gördü: ' Avfi der ki: "İnsanlar
O'nun huzurunda konuşmaktan yasaklandılar."
Mücahid de: "Bir konu hakkında yüce Allah
Peygamberinin dili üzere hükmünü verene kadar, Peygambere danışmadan
kendi başınıza hareket etmeyiniz" der. Hz.
Dahhak ise: Yüce Allah'ı ve Peygamberini bırakıp
da dininizin hükümleri ile ilgili olarak hüküm vermeyiniz,
der. Talha oğlu Ali İbni Abbas'tan naklederek: ayetin
anlamı Kitap ve sünnete aykırı olarak bir şey
söylemeyiniz, demektir, der.
Bu ayet Allah'a ve O'nun Peygamberine karşı
takınılması gereken terbiyenin ifadesidir. Ve yine
bu ayet emir alma ve yerine getirme konusunda bir sistemin
ifadesidir. Ve bu ayet yasama (kanun koyma) ve aynı zamanda
ona göre hareket etmeye dair prensiplerden birini oluşturmaktadır.
Bu prensip yüce Allah'tan korkma prensibinden doğmakta ve
sonunda yine ona bağlanmaktadır. Şu yüce Allah'ın
çok işiten ve çok bilen olduğu bilincinden kaynaklanan
Allah korkusuna bağlanmaktadır. Ve bütün bunlar,
şu büyük ve köklü gerçekleri canlandıran ve onlara
dokunan kısa bir tek ayette yeralıyor.
Mü'minler Rabb'lerine ve Peygamberlerine karşı
terbiyelerini takınmışlar ve artık yüce
Allah'a ve O'nun Peygamberine karşı içlerinden hiçbir
kimse öneri getiremez, içlerinden hiçbir kimse Resulullah
görüşünü belirtmesini istememiş ise görüş
ileri süremez olmuştur. Artık mü'minlerden hiçbir
kimse bir konuda veya bir hüküm hakkında kendi görüşü
ile hüküm veremez olmuş, ancak daha önce o konuda yüce
Allah'ın ve Peygamberinin sözüne başvurmak
gereğini hissetmiştir.
İmam Ahmet, Ebu Davut, Tirmizi ve İbni Mace Hz.
Muaz'da naklederek anlatırlar: Resulullah kendisini Yemen'e
vali olarak gönderirken ona sorar: "Ne ile hüküm
vereceksin?" O da: "Yüce Allah'ın kitabı ile"
karşılığını verir. Resulullah:
"Ya aradığın hükmü onda bulamazsan?"
diye sorar. Hz. Muaz: "Allah'ın Peygamberinin sünnetine
başvururum" karşılığını
verir. Resulullah tekrar sorar: "Ya onda da
aradığın hükmü bulamazsan?" Hz. Muaz: "Kendi
görüşüme göre ictihat ederim" deyince, Peygamber
elini göğsüne vurarak der ki: "Hamdolsun Allah'a ki,
Allah'ın Peygamberinin göndermiş olduğu elçiyi
Allah'ın Peygamberini hoşnud kılacak bir şeye
başarılı kıldı: '
Ve bu terbiye öyle bir noktaya varır ki, Resulullah -salât
ve selâm üzerine olsun- onlara o günkü günlerini, bulundukları
yeri sorar, onlar bunu gerçekten bildikleri halde, cevap
vermekten çekinirler. Yüce Allah'ın ve O'nun elçisinin
huzurunda "ileri gitme" durumuna düşmekten
korktukları için sadece "Allah ve O'nun Resulü daha
iyi bilir" diye cevap verirler.
Ebu Bekir'in naklettiği bir hadiste Sakif'li El Haris
oğlu Nefi' der ki: Resulullah veda haccında bizlere "Bu
ay hangi aydır?" diye sorduğunda bizler:
"Allah
ve O'nun Peygamberi daha iyi bilir" dedik.
Peygamber sustu. Bizler zannettik ki Peygamber o aya başka
bir isim verecek. Resulullah devamla: "Zilhicce ayı
değil mi?" diye sordu. Bizler de "Evet"
dedik. Peygamber sordu: "Bu belde neresidir?" Bizler:
"Allah ve O'nun Peygamberi daha iyi bilir dedik. Peygamber
sustu. Bizler Resulullah oraya başka bir isim verecek
zannettik. Bunun üzerine Resulullah: "Haram belde değil
mi?" diye sorunca "Evet" dedik. Sonra Resulullah:
"Bugün hangi gündür?" diye sordu. Bizler: "Allah
ve O'nun Peygamberi daha iyi bilir" dedik. Peygamber bir
süre sustu. Bizler zannettik ki O bu güne başka bir isim
verecek. Peygamber: "Kurban bayramı günü değil mi
deyince bizler "Evet" dedik.
İşte bu yüce Allah'a karşı edep, O'ndan
çekinme ve takva manzarasıdır. Müslümanlar bu
seviyeye, bu seslenişi, bu yönlendirmeyi ve çok işiten
ve bilen Allah'tan korkmaya çağıran işareti
duyarak yükselmişlerdi.
İkinci edeb ise, müslümanların Peygamberleri ile
konuşmalarında, ona seslenişlerinde görülen ve
kalplerinde ona besledikleri saygıdır. Bu öyle bir saygıdır
ki, onunla konuşurken ses tonlarında ve
seslenişlerinde ortaya çıkmalı,
davranışlarında Resulullah'ın
şahsını kendileri ile bir tutmamalı onun
aralarında bulunduğu andaki davranışları
farklı olmalıdır. Yüce Allah onları bu
sevimli seslenişle bu terbiyeye çağırmakta ve bu
korkunç uyarıya aykırı davranmamaları için
onları sakındırmaktadır.
"Ey inananlar! Seslerinizi, peygamberin sesini
bastıracak şekilde yükseltmeyin. Birbirinize yüksek
sesle konuştuğunuz gibi onunla da öyle yüksek sesle
konuşmayın; yoksa siz farkında olmadan amelleriniz
boşa gider.
"
Ey inananlar... Kendilerini imana çağıran Peygambere
saygı beslemeleri için... Siz farkına varmadan
amellerinizin boşa gitmemesi için... Bu uyarı onlar
bilmeden, hissetmeden amellerinin boşa gitmesi sonucunu
doğurabilecek bu kaygan zeminden kaçınmaları ve
korkmaları içindir.
Bu sevimli sesleniş, bu korkunç uyarı onları
ruhlarında gerçekten derin ve şiddetli etkisini göstermişti.
İmam Buhari der ki: Bize Luhm kabilesinden Safvan
oğlu Büsre nakletti. Ona Ömer oğlu Nafi, ona da Ebu Müleyke'nin
oğlu haber vermiştir. Ebu Müleyke oğlu der ki:
İki hayırlı kişi (Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer)
az kalsın mahvolacaklardı... Hicretin dokuzuncu senesi,
Resulullah'a Temim oğullarından bir heyet gelince bu iki
hayırlı kişi Resulullah'ın huzurunda seslerini
yükseltmişlerdi. Birisi, Temim oğullarına
başkan yapsın diye Mücaşi
oğullarının kardeşi olan Habis oğlu
Akra'ı tavsiye eder. Diğeri başka bir kişiyi
tavsiye eder. Nafi derki: Adını
hatırlamıyorum. (Başka bir rivayette o kişinin
Mabed oğlu Ka'ka olduğu yer alır) Bunun üzerine
Hz. Ebu Bekir Hz. Ömer'e "Senin maksadın sırf
benim görüşüme aykırı davranmaktır"
der. Hz. Ömer: "Hayır senin görüşüne aykırı
davranmak değil gayem" der. Ve bu konuda sesleri yükselir.
Ve yüce Allah şu ayeti indirir:
"Ey inananlar! Seslerinizi, Peygamberin sesini
bastıracak şekilde yükseltmeyin. Birbirinize yüksek
sesle konuştuğunuz gibi onunla da öyle yüksek sesle
konuşmayın; yoksa siz farkında olmadan amelleriniz
boşa gider."
Hz. Zübeyr'in oğlu der ki: Hz. Ömer bu ayetin inişinden
sonra, Peygamber ona ne söylediğini sorup anlamaya çalışmadıkça,
o kendi yanından sesini yükseltip de ona bir söz işittirmemiştir.
Hz. Ebu Bekir'in de, "Bu ayet inince, ya Resulallah, vallahi
seninle ancak sır kardeşim gibi (yani
fısıltı gibi) konuşacağım
dedim" diye söylediği rivayet olunur.
İmam Ahmet der ki: Bize Haşim, ona Muğira
oğlu Süleyman, ona Sabit, ona da Malik oğlu Enes'ten
naklederek der ki: "Ey inananlar! Seslerinizi Peygamberin
sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin. Birbirinize
yüksek sesle
konuştuğunuz
gibi onunla da yüksek sesle konuşmayın; yoksa siz
farkında olmadan amelleriniz boşa gider" ayeti
inince, yüksek sesli olan Şemmas oğlu Kays oğlu
Sabit der ki: Peygambere karşı sesini yükselten bendim.
Ben cehennemliğim. Amelim boşa gitti. Ve Hz. Sabit
üzüntü içinde evinde ailesinin arasında oturur,
dışarı çıkmazdı. Bunun üzerine
Resulullah onu arar ve birkaç kişi doğruca Hz. Sabit'e
giderler. O'na: "Resulullah seni arıyor neyin var?"
diye sorarlar. Hz. Sabit: "Resulullah'ın sesi üzerine
sesini yükselten benim, ona karşı sesini yükseltip bağıran
benim. Amelim boşa gitti. Ben cehennemliğim" der.
Sabit'in evine gidenler, dönüp, onun söylediklerini Peygambere
bildirince, Resulullah "Hayır, aksine o
cennetliklerdendir" buyurur. Bu hadisi bizlere nakleden Hz.
Enes der ki: "Bizler Hz. Sabit'i aramızda yürürken
görür ve onun cennetliklerden olduğunu bilir ve öyle kabul
ederdik..."
Böylece o insanların kalpleri bu sevimli seslenişin
ve şu korkunç sakındırmanın etkisi
altında işte böylece titremiş ve şiddetle
sarsılmıştır. O insanlar, farkına
varmadan amelleri boşa gider korkusu ile Resulullah'ın
huzurunda böylece edeplenmişler, edebi elde
etmişlerdir. Zaten amellerinin boşa gittiğinin
farkına varsalar, durumlarını düzeltirlerdi. Ancak
ne varki, kendilerine gizli kalan bu kaygan zemin onlara çok daha
korkunç geliyordu, bunun için o zeminden korkmuşlar ve
sakınmışlardır.
Yüce Allah onları takvaya ve seslerini Resulullah'ın
huzurunda kısmaya hayret verici bir ifade biçimi ile çağırıyor.
"Allah'ın Peygamberinin yanında seslerini
kısanlar, şüphesiz Allah'ın kalplerini takva ile
imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve
büyük
bir mükafat vardır."
Takva büyük bir bağış ve büyük bir
lütuftur. Yüce Allah onu, imtihandan, denemeden ayıklamadan
ve deneyden sonra kalplere lütfeder. Yüce Allah takvayı,
ona hazır olan ve onu hak etmiş olduğunu ispat eden
kalbe yerleştirir. Seslerini Peygamberin huzurunda kısan
kimselerin yüce Allah kalplerini denemiş ve bu
bağışı (takva
bağışını) almak üzere kalplerini hazırlamıştır.
Ve yüce Allah takvanın yanında takva ile onlar için bağışlama
ve büyük bir mükafat yazmıştır. Korkunç sakındırmadan
sonra, derin bir teşviktir bu. Yüce Allah seçkin kullarının
kalplerini bununla terbiye etmiş ve bu terbiye ve nurun yol göstericiliğinde
ilk çağın (sahabe çağı)
insanlarının yönelmiş oldukları büyük dava
için onları hazırlamıştı.
Mü'minlerin önderi Hattab oğlu Ömer'den nakledilir ki,
Peygamber, mescidinde yüksek sesle konuşan iki kişinin
sesini duyar. Derhal gelerek onlara: "Siz nerede
olduğunuzu biliyor musunuz?" Sonra:
"Nerelisiniz?" der. Onlar da, "Taifliyiz"
deyince, Hz. Ömer "Eğer siz Medineli
olsaydınız, sizleri dövüp canınızı
yakardım" der.
Bu ümmetin alimleri bunu bildiklerinden demişler ki,
sağlığında Resulullah'ın huzurunda yüksek
sesle konuşmak nasıl mekruh ise, her durumda ona hürmet
etmek için kabrinin yanında da yüksek sesle konuşmak
mekruh olur.
Sonra yüce Allah "Heyetler yılı" diye
isimlendirilen hicretin dokuzuncu yılında
Temim
oğullarından bir heyetin Resulullah'a geldiği zaman
meydana gelen bir olaya değinmektedir. Bu yıla
"Heyetler yılı" denmesinin nedeni, Mekke'nin
fethinden sonra her yerden heyetlerin gelmesi ve islama akın
akın girmelerinin bu yıl gerçekleşmesi yüzündendir.
Bu gelen insanlar, çölde yetişen bedevi ve kaba
insanlardı. Bunlar, Peygamber mescidine açılan
hanımlarına ait odaların girişinden
bağırarak "Ey Muhammed! Gel
yanımıza" diye sesleniyorlardı. Resulullah bu
kabalığı ve bu rahatsız etmeyi hoş görmedi,
bunun üzerine aşağıdaki ayet nazil oldu: