Hani Rabbin meleklere demişti... Nerede demişti? Ve
nasıl demişti? Bütün bu sorulara Fı Zilâl-il'in
Bakara suresinin tefsirinde buna değinmiştik. O zaman
bunlara cevap vermenin mümkün olmadığını,
çünkü bunlara cevap oluşturacak bir nassın elimizde
olmadığını, gaybın kapsamına giren böylesi
bir meseleye ilişkin olarak bir nass olmadığı
sürece doyurucu bir açıklama getirilemeyeceğini, bunun
dışındaki tüm çabaların ıssız
çöllerde kılavuzsuz yol almak olduğunu söylemiştik.
Peki insanın kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan
yaratılması, sonra Allah'ın ruhundan bir soluk
üflenmesi nasıl gerçekleşmiştir? Bunun da
nasıl gerçekleştiğini bilmiyoruz. Hiçbir durumda
bu olayın meydana geliş şeklini tamamı ile
kavramak mümkün değildir.
Bu mesele hakkında Kur'an'da yeralan diğer ayetlerden,
özellikle
"Andolsun ki, insanı süzme çamurdan yarattık."
(Mü'minun Suresi 12)
"Andolsun ki, insanı bayağı bir suyun
özünden yarattık."
ayetlerinden hareketle, "insanın ve hayatın
aslının şu dünyanın toprağı ve
insanın biyolojik yapısı ile canlıların
yapısında yeralan belli başlı birtakım
evreler olduğu ayetlerde geçen (süzme-öz) kelimesinin buna
işaret ettiği söylenmektedir. Bu ayetlerin ifade
ettikleri anlam bu noktada bitiyor. Buna ek olarak yapılan tüm
yorumlar Kur'an'ın ihtiyaç duymadığı uzak
şeylerdir. Bilimsel araştırmaya uygun yöntemlerle
kendine özgü yolda yapılmalıydı. Sonuçta bazı
varsayımlar, bazı teoriler ortaya atar böylece. Bunların
bazısı garantili bir yöntem bulununca gerçekleşir.
Bazısı da araştırmalar ve deneyimler sonucu
ispatlanmadığından, değiştirilir. Ama
elde edilen hiçbir sonuç, Kur'an'ın içerdiği temel
gerçekle çelişemez. Kur'an-ı Kerim insanın
özünün en başta topraktaki elementlerden
yaratıldığını, yapısına suyun
da katıldığını kesin şekilde ifade
etmektedir.
Peki bu balçık, bilinen elementsel özelliklerden önce
organik hayatın ufuklarına, sonra da insani hayatın
ufuklarına nasıl yükselebilmiştir? İşte
burada bütün insanların çözümlemekte aciz kaldığı
bir sır yatmaktadır. İlk defa oluşan
canlı hücredeki hayat sırrı, hep gizli
kalacaktır ve hiçbir insan bu sırrı çözümlediğini
iddia edemez. Kendisini tüm canlılardan
ayrıcalıklı kılan duyu organları,
aydınlıkları ve enerjileri birlikte insanın
ortaya çıkışından beri kendisine kesin bir
üstünlük sağlayan bu nitelikleriyle yüce insanlık
hayatının sırrına gelince... Evet halâ bu sır
etrafında çeşitli teoriler geliştirilip
durmaktadır. Ama hiçbiri ortaya çıkışından
beri insanın tüm canlılar içindeki eşsizliğini
inkâr edemiyor. Aynı şekilde hiçbiri insan ile ondan
önce varolup da insanın onlardan evrimleştiğini söyledikleri
hiçbir canlı arasında doğrudan bir bağın
varlığını kanıtlayamıyorlar. Nitekim
bu teoriler başka ihtimalleri de çürütemiyorlar: Örneğin
tüm canlı türlerinin daha baştan ayrı ayrı
ortaya çıktığını - bu arada
bazısının bazısından daha
gelişmiş olduğunu- sonra insan türünün de daha
baştan eşsiz bir varlık olarak ortaya çıktığını
ileri süren görüşleri çürütemiyorlar. Ama Kur'anı
Kerim insanın eşsizliğini bize şu şekilde
yorumlamaktadır. Kısa, net ve öz olarak...
"O'na biçim verip içine kendi ruhumdan bir soluk üflediğimde..."
Şu halde, o basit organik varlığı
oluşur oluşmaz yüce insanlık ufuklarına yükselten,
onu niteliklerinin eşsizliğinden dolayı oluşur
oluşmaz yeryüzünün halifeliğini hakeden bir
yaratık konumuna getiren Allah'ın ruhudur...
Nasıl?.. İnsan denen şu yaratık yüce yaratıcının
neyi nasıl yaptığını ne zaman
kavrayabilir ki?
İşte burada sert bir yere varıyoruz. Ne var ki,
güvenle basıyoruz bu yere. Şeytanın
yaratılışı daha önce dumansız
ateşten gerçekleştirilmişti. Bu yüzden
şeytan yaratılış bakımından insandan
önceliklidir. Bu, bildiğimiz bir şeydir. Ama
şeytan nasıl bir varlıktır,
yaratılışı nasıl gerçekleşmiştir?
Bu da başka bir konudur. Bu konuya dalmamız gereksizdir.
Fakat biz şeytanın bazı niteliklerinde
dumansız ateşin niteliklerini algılıyoruz.
Ateş olması hasebiyle bazı niteliklerinin balçıktaki
elementlere etki yaptığını görüyoruz. Dumansız
bir ateşten yaratılmış olduğundan eziyet
edici, yakıcı bir niteliğe sahip olduğunu
algılıyoruz. Sonra hikâyenin akışı içinde
gurur ve büyüklenme niteliklerinin ön plana çıktığını
görüyoruz. İyice düşünüldüğünde, bunun ateşin
tabiatından uzak bir şey olmadığı açıkça
görülür.
Kuşkusuz insanın yaratılışı balçığa
dönüşmüş yapışkan çamurun yapısındaki
elementlerden, sonra onu diğer canlılardan ayıran yüce
soluktan gerçekleşmiştir. Bu soluk, ona insani
özellikler kazandırmıştır. Bu durum daha
baştan itibaren, onu diğer tüm canlı
varlıklardan ayrıcalıklı
kılmıştır. Baştan itibaren tüm canlılardan
farklı bir yola iletilmiştir insan. Bunun
yanısıra hayvansal düzeyini de aşmadan
kalabilmiştir.
İnsanı yüceler alemine bağlayan, onun Allah'la
ilişki kurmaya, onun mesajını almaya, kaslar ve
duyu organlarının iş gördüğü maddi
çevreden kalp ve aklın iş gördüğü manevi
çevreye ulaşmaya lâyık olmasını
sağlayan bu ilahi soluk, ona bu gizli sırrı
bahşetmiştir. İnsan bu sır sayesinde zaman ve
mekânın, kaslar ve duyu organlarının algılama
gücü dışında, türlü sezgilerin, sınırsız
düşüncelerin ufuklarına ulaşır.
Bütün bunların yanında insanın tabiatında
balçığın ağırlığı da
vardır. Balçığın neden olduğu
zorunluklar ve yemek, içmek, giyinmek, şehvet ve ihtiraslar
gibi ihtiyaçlara boyun eğer. Balçığın
tabiatından kaynaklanan zaaf ve eksikliğe, bu zaaf ve
eksikliğin doğurduğu düşünce, hareket ve
çekişmelere yenik düşer. Buna rağmen insan,
"birleşik" bir varlıktır. İlk günden
bu yana birbirinden ayrılmayan bu iki ufuktan meydana
gelmiştir. Onun tabiatı "birleşik" bir
tabiattır. Karışık ya da "karmaşık"
bir tabiat değildir. İnsanı
yaratılışı itibariyle eşsiz kılan
balçık ve yüce soluktan meydana gelen insanın
birleşimini araştırdığımızda,
bu gerçeği gözönünde bulundurmamız zorunludur.
Çünkü insanın oluşumundaki bu iki boyutu birbirinden
ayırmak imkânsız bir şeydir. Biri olmadan öbürü
hiçbir durumda herhangi bir faaliyet gerçekleştiremez.
Çünkü insanın tabiatı çok kısa bir süre için
de olsa tamamen balçıktan ibaret olamaz. Aynı
şekilde sadece ruhtan da ibaret olamaz. Her ne yaparsa
yapsın, mutlaka bu bölünmez yapısına uygun
yapacaktır.
Balçıktan kaynaklanan unsurlar ile yüce ruhun unsurlarının
özellikleri arasında denge sağlamak, insanın
ulaşması istenen en yüce ufuktur. Bu ufuk, insan için
belirlenen takdir edilen kemal noktasıdır. Bir melek ya
da hayvan olması için bileşiminde yeralan unsurlardan
birinin tabiatından ve bu tabiatın isteklerinden
soyutlanması istenen bir şey değildir. Bu
unsurlardan hiçbiri tek başına insan için arzulanan
mükemmelliği temsil edemez. İnsanın iki
tabiatı arasındaki kesin dengeyi bozan her yükselme
insan denen bu yaratığa, onun temel özelliklerine bu
şekilde yaratılmasını gerektiren hikmete göre
eksikliktir.
İnsanın organik ve hayvansal enerjilerini,
yeteneklerini devre dışı bırakmak için
çabalayanlar, onun özgür ruhsal enerjilerini, yeteneklerini
devre dışı bırakmak isteyen kimseler
gibidirler. Her iki girişim de insanı
fıtratının düzeyinin dışına çıkarma
amacına yöneliktir. Yüce yaratıcısının
istemediğini istemektir. Her iki girişim de insanın
bileşimini yok ettiği için, aslında onun kendisini
yok etmektedir. Ve insan Allah'ın huzurunda bu yok etmenin
hesabını verecektir.
Bu yüzden Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kadınlara
yaklaşmayıp, ruhbanlaşmak isteyeni, iftar etmeden sürekli
oruç tutmak isteyeni, hiç uyumadan gece boyunca namaz kılmak
isteyeni hoş karşılamamıştır. Hz.
Aişe'nin -Allah ondan razı olsun- rivayet ettiğine
göre, şöyle buyurarak bu davranışları
reddetmiştir: "Benim yolumdan ayrılan benden
değildir."
İslâm, insanın bu iki boyutlu oluşumunu gözönünde
bulundurarak, onun için bir şeriat belirlemiştir. Bu
şeriata dayalı olarak insanın hiçbir enerjisini
zayi etmeyen, hiçbir yeteneğini öldürmeyen, insana yaraşır
bir hayat düzeni koymuştur. Bu düzende insanın tüm
yeteneklerinin, tüm enerjilerinin arasında denge
sağlanması için büyük özen gösterilmiştir. Bütün
bu yeteneklerin ve enerjilerin azgınlaşmadan ya da güçsüzleşmeden,
yekdiğerine haksızlık etmeden iş görmeleri
için bu özen kaçınılmazdır. Çünkü haksızlığın
karşılığı birinin fonksiyonunu
yitirmesidir. Her azgınlığın sonunda
birtakım yetenekler yok olur.
İnsan fıtratının özelliklerini korumakla
yükümlüdür. Allah'a karşı bunlardan sorumludur.
İslâmın insanlar için belirlediği hayat düzeni
de bu özellikleri korumakla yükümlüdür. Çünkü yüce Allah,
bu özellikleri boşuna bahşetmemiştir
insana.
İnsanın tabiatında varolan hayvansal iç
güdüleri yoketmek isteyenler, onun eşsiz
yapısını yok etmektedirler. Sırf insanda
bulunan ve hayvanlarda bulunmayan Allah'a inanma, gayba iman etmek
gibi insana özgü eğilimleri yoketmek isteyenler de öyle.
İnsanın inancını elinden alan, onun insani
yapısını yok etmektedir. Tıpkı
insanın yemeğini, içeceğini ve diğer bedensel
ihtiyaçlarını elinden alan gibi. Her ikisi de
insanın düşmanıdır. Şeytan gibi
onları da kovmak gerekir.
Üstelik insan bir yönüyle hayvandır. Hayvanınkine
benzer istekleri vardır. Bu yönünü tatmin edecek
şeylere ihtiyaç duyar. Ama bu sıradan istekler,
insanlık düşmanı materyalistlerin ileri sürdükleri
gibi "temel istekler" değildir.
Bunlar, Kur'an'ın vurguladığı
şekliyle, insanın oluşumu gerçeği
karşısında hatıra gelen bazı gerçeklerdir.
İnsanlığın büyük hikâyesinin sahneleri
canlandırılırken, Kur'an'ın
akıcılığını kesintiye
uğratmamak için bu gerçekleri çabucak geçiyoruz.
Hikâyenin sonunda bazı değerlendirmelerde bulunurken,
tekrar bu gerçeklere değinmeyi umuyoruz.
Yüce Allah meleklere şöyle demişti:
"Ben, kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan
bir insan yaratacağım. Ona biçim verip, kendi ruhumdan
bir soluk üflediğimde önünde secdeye kapanınız."
Yüce Allah'ın dediği olmuştu. Çünkü O'nun
sözü iradedir. İradenin gerçekleşmesi istenen
yaratığın meydana gelmesine nedendir. Yüce Allah'ın
öncesiz ve sonrasız soluğunun yaratılmış
ve fani balçığı nasıl bürüdüğünü
sorma yetkisine sahip değiliz. Bu tür tartışmalara
girmek aklı boş yere uğraştırmaktır.
Hatta akılla alay etmektir. Onu yetkisinde olan düşünce,
kavrama ve hikmetin nedenlerinin çerçevesinin dışına
çıkarmaktır. Bu konu etrafında daha önce yapılmış
ve yapılmakta olan tüm tartışmalar, insan
aklının tabiatını, özelliklerini ve etkinlik
alanının tanımamaktan kaynaklanmaktadır. insan
aklını yabancısı olduğu alanlara sürüklemektir.
Yüce yaratıcının yaptığı
insanın duyularına göre değerlendirme
girişimidir. İnsan aklının enerjisinin
boş yere harcanmasına neden olmaktadır. Sonra bu
girişimin yöntemi temelden yanlıştır. Bir
kere insan aklı şunu söylüyor: Sonsuz olan fani olana
nasıl bürünür? Öncesiz olan, sonradan var edilene nasıl
giriyor? Ardından bu olayı ya inkâr ediyor ya da ispat
edip nedenlerini araştırıyor. Oysa insan
aklından bu konuyu bir çözüme bağlaması
kesinlikle istenmemektedir. Çünkü yüce Allah, "Bu olay
olmuştur" diyor. "Nasıl olduğunu
anlatmıyor." O halde mesele ispat edilmiştir, insan
aklı ise bunu çürütemez. Aynı şekilde insan
aklı ayetlerin belirttiklerine teslim olmaktan başka
kendi yorumu ile bu olayı ispat edemez de. Çünkü insan aklı
hükmetme yöntemlerine sahip değildir. Kendisi sonradan
yaratılmıştır. Sonradan yaratılan bir
varlık ise, zati itibariyle öncesiz bir varlık
hakkında hüküm verme yetkisine sahip değildir. Bu
durum yaratılışı itibariyle de öncesiz olan
varlık hakkında da geçerlidir. Aklın daha
baştan bu zorunluluğu ya da "Sonradan meydana
gelen bir varlık ne şekilde olursa olsun, öncesiz bir
varlık hakkında hüküm verme yetkisine sahip değildir"önermesini
kabul etmesi, kendisi için güvenilir olmayan alanlarda
enerjisini boşu boşuna tüketmekten vazgeçmesi için
yeterlidir.
Bundan sonra neler olup bittiğine bakalım:
"Bunun üzerine bütün melekler hep birlikte secdeye
kapandılar."
Nitekim bu yaratıkların -meleklerin- tabiatı
tartışmaksızın ağırdan almak
sızın mutlak şekilde emredileni yerine getirmeyi
gerektirmektedir.
İBLİS'İN KARAKTERİ
"Yalnız İblis, secdeye kapananlar arasında
olmayı reddetti."
İblis meleklerden ayrı bir yaratık. İblis
ateşten, melekler de nur'dan
yaratılmışlardır. Ve melekler Allah'ın
emrine karşı gelmezler, emredileni yaparlar. Ama
İblis emredileni yapmaktan kaçınıp,
karşı geldi. O halde kesinlikle meleklerden
değildir. Buradaki istisna ise, aynı türden birinin
istisna edilmesi değildir. Bu, "Falanca
oğulları geldiler, ama Ahmet gelmedi" cümlesinde
yapılan istisna gibidir. Çünkü Ahmet falanca oğullarından
biri değildir. Ama her yerde ve her koşulda onlarla
beraberdir. O halde meleklere yönelik olarak yeralan:
emri İblis'i nasıl kapsamaktadır? Bu emrin
İblis'i de kapsadığı sonraki ayetten
anlaşılmaktadır. Bu nokta A'raf suresinde açık
bir şekilde vurgulanmaktadır.
"Allah İblis'e: Secde etmeni emrettiğimde seni
secde etmekten alıkoyan ne oldu?" dedi. (A'raf Suresi 1)
Kur'an'ın ifade yönteminde çoğu zaman ve çoğu
konuda biraz sonra yer alacak kanıtla yetinilmektedir. O
halde yüce Allah'ın İblis'e yönelik olarak
"Emrettiğim halde secdeye kapanmaktan seni ne
alıkoydu? sözü, secde emrinin onu da kapsadığını
kesin bir şekilde kanıtlamaktadır. Yüce Allah'ın
şeytana yönelik emrinin meleklere yönelik emir olması
bir zorunluluk değildir. Herhangi bir nedenden dolayı
meleklerle beraberken bu emir verilmiş olabilir. Yine
ayrıca ona böyle bir emir verilmiş de onun önemsizliğini
vurgulamak ve bu noktada melekleri ön plana çıkarmak için
bu konu açıklanmamış olabilir. Fakat ayetlerin
kesinlikle vurguladığı ve
davranışlarının ortaya koyduğu, onun bir
melek olmadığıdır. Bizim tercih ettiğimiz
görüş budur.
Her ne olursa olsun, şu anda biz gaybın
kapsamına giren ve kesinlikle kabul etmekten başka seçeneği
bulunmayan bir olayla karşılaşıyoruz.
Ayetlerin açıkladığının
dışında olayın mahiyetini, niteliğini düşünme
imkânına sahip değiliz. Çünkü akıl, az önce
söylediğimiz gibi, hiçbir durumda bu alanda bir etkinliğe
sahip değildir.
"Allah, "Ey İblis, seni secde edenler ile
birlikte olmaktan alıkoyan nedir?" dedi."
"İblis, "Kara çamurdan oluşmuş kuru
balçıktan yarattığın insana secde etmek bana
yakışmaz" dedi."
Dumansız alevden yaratılmış bu
varlığın yapısındaki gurur, büyüklenme
ve isyan tabiatı burada kendini gösteriyor. İblis
burada kara çamurdan ve balçıktan söz ediyor, ama bu
çamura üflenmiş yüce soluğu sözkonusu etmiyor.
Gururla bayı kaldırıyor ve "Allah'ın kara
çamurdan oluşmuş kuru balçıktan yarattığı
insana secde etmenin kendisinin üstünlüğüne yakışmadığını
söylüyor. Ardından olması gereken oluyor:
Allah "Öyleyse defol oradan, artık sen rahmetimden
kovulmuşsun.'