O

Haşr

O

   

5- Hurma ağaçlarından herhangi bir şeyi kesmeniz veya kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyledir. Bu izin yoldan çıkan fasıkları rezil etmek içindir.

Ayet-i kerimede geçen "liyne" kavramı hurma ağacının iyisi veya o zaman Araplarca bilinen iyi bir cins hurma ağacı idi. Müslümanlar bu sırada yahudilerin bazı hurma ağaçlarını kesmiş, bazılarını ise kendi haline bırakmışlardı. Yahudiler hem kesilen ağaçlar, hem de bırakılan ağaçlar için paniğe kapılmışlardı. Halbuki müslümanlar bu olaydan önce de sonra da bu tür yakıp yıkmalardan men edilmiş bulunuyorlardı. Dolayısıyla bu yeni hüküm özel bir açıklama gerektiriyordu ki müminlerin kalbi rahat olsun. işte bu nedenle onların hem kestiklerinin hem de kesmediklerinin Allah'ın iznine bağlı olduğu bu şekilde açıklanmıştı. Demek ki bu durumda olayı yönlendiren O'ydu. Kendi eliyle olaya müdahale ediyor, dilediğini yapıyor, planladığını uyguluyordu. Bu konuda meydana gelen herşey O'nun izniyle oluyordu. Bu hareketle O, dininden sapmış olanları aşağılamayı amaçlamıştı. Hurma ağaçlarının kesilmesi onları bu olay karşısında hayıflanmaları biçiminde aşağılıyordu. Kesilmeyenlerin ise ateşe verilmesine üzülmeleri onları başka bir şekilde aşağılıyordu. Her iki eylemin arkasında ve ötesinde Allah'ın iradesi vardı şüphesiz.

İşte bu şekilde müminlerin birtakım endişeler taşıyan kalpleri huzura kavuşuyor. Bu konuda içlerinde taşıdıkları şüpheler gideriliyor dileyenin ve yapanın Allah olduğu konusunda kalpleri tatmin oluyordu. Çünkü Allah dilediğini yapandı. Onlar ise yönlendirdiği olaylarda elde edilen malların nasıl dağıtılacağı ortaya konuyor:

6- Allah'ın onların mallarında Peygamberine verdiği ganimetler için siz at ve deveye binip onları sürmüş değilsiniz Fakat Allah, Peygamberlerini dilediği kimselere karşı üstün kılar. Allah herşeye kadirdir.

7- Allah'ın fethedilen ülkeler halkının mallarından Peygamberine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, yalnızca zenginler arasında dolaşan bir ayrıcalık olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi ya-sakladıysa ondan sakının ve Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir.

Bu şekilde savaşılmadan elde edilen malların hükmünü açıklayan bu ayetler aynı zamanda o zamanki müslüman topluluğun durumunu da ortaya koymaktadır. Ayrıca asırlar boyunca müslüman ümmetin karakteri haline gelen yapıyı birbirine bağlayan, birbiriyle kenetlenmiş hale getiren başlıca özellikleri de ortaya koyuyor. Öyle ki bu ümmette bir nesil diğerinden, bir kavim diğerinden ve bir fert diğerinden asla ayrı değildir. Yeryüzünün dört bir bucağına dağılmış olan ve ardarda gelen tüm nesiller aralarındaki bu uzun mesafeye rağmen temel özellikleriyle bir bütünlük arz ederler. Bu gerçekten çok büyük ve çok geniş çaplı bir gerçektir. Bu konu üzerinde uzun uzadıya durulmalı ve derin biçimde düşünülmelidir.

"Allah'ın onların mallarında Peygamberine verdiği ganimetler için siz at ve deveye binip sürmüş değilsiniz. Fakat Allah Peygamberini dilediği kimselere karşı üstün kılar. Allah herşeye kadirdir."

Ayet-i kerimede geçen "iycaf" kavramı koşmak, koşturmak, "rikap" ise develer demektir.

Ayet-i kerime Nadiroğullarının arkalarında bırakıp gittikleri bu ganimetler için müslümanların at koşturmadıklarını ve oraya develer sürmediklerini hatırlatmaktadır. Dolayısıyla bu malların hükmü yüce Allah'ın beşte dördünü Allah yolunda savaşanlara, beşte birini ise Allah'a, Resulüne, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara bıraktığı ganimetlerin hükmü gibi değildir. Bedir savaşında elde edilen ganimetler konusunda yüce Allah böyle hükmetmişti. Ama burada savaşılmadan elde edilen ganimetlerin hükmü başka idi. Bunların tümü, Allah, Peygamber, yakınlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindi. Fakat Hz. Peygamber bütün bunların hakkını yerlerine ulaştırma konusunda yetki sahibi idi. Bu her iki ayette sözü edilen yakınlar Hz. Peygamberin sadaka almaları helal olmayan ve dolayısıyla zekatta payları bulunmayan yakınları idi. Peygamber miras bırakamayacağı için yakınlarının O'nun malından bir payı da yoktu. Bunların arasında hiçbir geliri olmayan fakirler de bulunuyordu. (Bu konuda fıkhi bir ihtilaf vardır. Bu ganimetten pay sahibi olan fakirler sadece Peygamberin akrabaları mıdır yoksa tüm fakirler midir? Tercih edilen görüşe göre tüm fakirlerdir)

Bu ve benzeri savaşılmadan elde edilen ganimetlerden de onlara bir pay ayırmıştır. Geri kalan gruplar da, dağıtılacak yerlerde zaten bellidir. Hz. Peygamber bu konularda yetki sahibidir.

İşte savaşılmadan elde edilen malların hükmü budur. Ayetler bunu açıklamaktadır. Fakat sadece bu hükmü ve en yakın sebebini belirtmekle yetinilmemektedir. Önemli bir gerçeğe daha kalpler açılmaktadır: "Fakat Allah, Peygamberlerini dilediği kimselere karşı üstün kılar." Bu Allah'ın belirlediği kaderdir. Onlar da bu kaderin bir cilvesidir. Onları dilediği kimselere musallat eder: "Allah herşeye kadirdir." Böylece Peygamberlerin işi Allah'ın doğrudan gerçekleşen kaderi ile bütünleşiyor. Dönmekte olan kader çarkında onların yerleri belirleniyor. Bu peygamberlerin insan olmakla beraber özel bir şekilde Allah'ın iradesine ve dilemesine bağlı oldukları ortaya çıkıyor. Allah'ın izni ve dilemesi ile yeryüzünde Allah'ın belirlediği kaderin gerçekleşmesinde onların önemli bir rolü olduğunu ortaya koyuyor. Yani peygamberler kendi canlarının istediği şekilde hareket etmez, kendi çıkarlarına göre alacaklarını veya bırakacaklarını ayarlamazlar. Savaşlarını veya barışlarını, dostluklarını veya düşmanlıklarını kendi çıkarlarına göre düzenlemezler. Tüm yaptıklarında Allah'ın yeryüzünde belirlediği kaderin bir yönünü gerçekleştirmek için ayarlarlar. Kendileri, uygulamaları ve hareketleri ile ilgili ne varsa hep O'nun çizgisine uyarlar. Bütün bunların ötesinde iş yapan ve yönlendiren Allah'tır. O'nun herşeye gücü yeter.

"Allah'ın feth edilen ülkeler halkının mallarından Peygamberine verdiği ganimetler Allah, Peygamber, yakınlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar yalnızca zenginler arasında dolaşan bir ayrıcalık olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir."

Bu ayet az önce açıkladığımız hükmü ortaya koyuyor. Ardından bu şekildeki paylaşımın nedenini açıklıyor. Bu arada islam toplumunun sosyal ve ekonomik düzeninin ilkelerinden temel bir ilkeyi dile getiriyor: "Böylece o mallar, yalnızca zenginler arasında dolaşan bir ayrıcalık olmaz." Bunun yanında yine islam toplumunun anayasasında yer alan köklü bir ilkeyi şöyle dile getiriyor: "Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının." Bu iki ilke her ne kadar savaşılmadan elde edilen ganimetler ve onların dağıtılmasıyla ilgili olarak belirlenmiş olsalar da bunların hükmü sözkonusu olayı çok aşmakta, islamın sosyal düzeninin temel ilkelerinde yönlendirici etkiye sahip olmaktadır.

Birinci ilke ekonomik düzenin ilkesidir. İslam ekonomik düzeninin önemli ve kapsamlı ilkelerinden birini belirlemektedir. İslam düzeninde bireysel mülkiyet, kabul edilen bir olgudur. Yalnız, bu olgu burada sözkonusu edilen ilkeyle sınırlıdır. Yani malların zenginler arasında dolaşan, fakirler arasında hiçbir yararı olmayan bir ayrıcalığa dönüşmemesi ilkesiyle malın sadece zenginler arasında dolaşmasına yolaçacak her düzenleme islamın ekonomik doktrinine aykırıdır. Ayrıca sosyal yapının temel hedefleriyle de çelişir. İslam toplumunda bütün ilişkilerin ve uygulamaların böyle bir konuma meydan vermeyecek veya böyle bir seçkinliğin sürüp gitmesine göz yummayacak bir biçimde düzenlenmesi zorunludur.

İslam bizzat pratik uygulamasında düzenini bu temel ilkenin esası üzerine kurmuştur. Buna bağlı olarak zekatı farz kılmıştır. Para türü malların sermayesinde senede yüzde iki buçuk, diğer ürünlerde ise yüzde on veya yüzde beş oranında bir zekat miktarı belirlemiştir. Hayvanlarda da buna denk bir oranda zekat miktarını tesbit etmiştir. Yeraltı zenginlik kaynaklarında ise paraya uygulanan oranı tesbit etmiştir. Zekat için belirlenen bu oranlar önemli bir yekün tutmaktadır. Ganimetin beşte dördünü zengin olsun fakir olsun savaşanlara ayırırken savaşılmadan elde edilen ganimetlerin tümünü fakirlere ayırmıştır. Toprağın işletilmesinde ise tercih ettiği düzenleme muzaraadır. (Bu konuda fıkhi açıdan görüş ayrılıkları bulunmakla birlikte tercih edilebilecek görüş, bizim belirttiğimiz görüştü) Yani tarla sahibi ile onu ekip biçenin elde edilen üründe ortak olmasıdır. Ayrıca islam, zenginlerin fazla olan mallarını alıp fakirlere verme yetkisini devlet başkanına vermiştir. Devletin hazinesi açık verdiğinde bu açığı zenginlerin mallarıyla kapatma hakkını da ona vermiştir. İslam stokçuluğu yasaklamış, faizi kaldırmıştır. Zaten bu ikisi malın sadece zenginler arasında dolaşıp durmasına yol açan başlıca faktörlerdir.

Özetle islam, ekonomik sisteminin tümünü bu kapsamlı ilkeyi gerçekleştirecek bir biçimde belirlemiştir. Bu ilke diğer sınırlamaların yanında bireysel mülkiyet hakkının üzerine konan köklü bir sınırlama sayılmaktadır.

Buradan anlaşılıyor ki İslam düzeni ferdi mülkiyeti onaylayan bir düzendir. Fakat islamın bu yapısı kapitalist düzenle bağdaştırılamaz ve kapitalist düzen islam ekonomik düzeninden kaynaklanmış değildir. Faiz olmadan, stokçuluk olmadan kapitalist bir düzen kurulamaz. İslam düzeni ise herşeyden haberi olan ve herşeyi en güzel şekilde düzenleyen, Allah tarafından belirlenen kendine has bir düzendir. Kendi başına ortaya çıkmış kendi başına gelişmiştir ve bugüne kadar kendi başına ayakta kalmıştır. İslam nizamı her yönüyle dengeli orjinal bir nizamdır. Bu düzende haklar ve görevler dengelidir. Bütün evrenin uyumu gibi bir ahenge sahiptir. Bu yapısı evrenin yaratıcısından geldiği günden beri böyledir. Evren ise bütünüyle ölçülü ve dengelidir.

İkinci ilke yasayı ve hukuku bir tek kaynaktan alma ilkesidir. "Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının." Bu ilke aynı zamanda islam anayasa düzenini de ortaya koymaktadır. İslamda hukukun egemenliği bu yasanın Kur'an veya sünnet olarak Hz. Peygamber'den gelmesinden kaynaklanır. Bütün bir ümmet ve onunla birlikte ümmetin önderi Hz. Peygamber'in getirdiği hiçbir şeye aykırı düşemez. Peygamberin getirdiğine aykırı bir şeyi kanunlaştırdığında bu yasamanın hiçbir gücü olmaz. Çünkü bu yasa, gücünü kendisinden aldığı temel dayanağını yitirmiş olur. Bu görüş insanlar tarafından ortaya konan bütün görüşlere aykırı düşmektedir. Ümmeti her tür otoritenin kaynağı kabul eden düşünceye de karşı çıkmaktadır. Çünkü bu düşünce ümmetin kendisi için dilediği yasayı çıkarabileceğini ve onun çıkardığı her yasanın gücün kaynağı olduğunu iddia etmektedir. Halbuki islamda her tür otoritenin kaynağı Hz. Peygamberin insanlığa getirdiği Allah'ın yasasıdır. Ümmet bu yasaya dayanır. Onu korur ve uygulamaya koyar. İmam ise bu konuda ümmetin temsilcisidir. İşte ümmetin gücü ve hakları bununla sınırlıdır. Ümmet herhangi bir yasamada Hz. Peygamberin getirdiği bir hükme aykırı düşemez.

Ümmetin karşılaştığı bir konuda Hz. Peygamberin kesin belirlediği bir hüküm yoksa bu durumda ümmet Hz. Peygamberin getirdiği ilkelerle çelişmeyecek hükümler belirler. Böyle bir uygulama islamın temel düşüncesiyle çelişmez. Onun bir parçası kabul edilir. Buna göre herhangi bir yasamada temel dayanak Hz. Peygamberin getirdiği ilkelerdir. Eğer o konuda kesin bir hüküm varsa mesele çözülmüştür. Eğer o konuda kesin bir hüküm varsa mesele çözülmüştür. Eğer açık bir hüküm yoksa o zamanda bu sistemin herhangi bir ilkesiyle çelişmeyen hükümler belirlenecektir. İşte ümmetin gücü ve onun temsilcisi olan devlet başkanının gücü bu sınırlar çerçevesindedir. Bu özellikleri ile islam orjinal bir düzendir. İnsanlar tarafından ortaya konan beşeri düzenlerin hiçbiri bu konuda islamla bütünleşmemekte ve ona benzememektedir. İslam nizamında insanlar için belirlenecek yasa ve yasama bütün evrene hükmeden temel yasayla ilişki içindedir. Allah'ın belirlemiş olduğu evren yasasıyla insanlara hükmeden kanun arasında bir ahenk, bir uyum vardır. Çünkü her iki yasanın kaynağı da Allah'tır. Bu düzende insanlara ilişkin yasalar evrenin yasasıyla çelişmez. Bu düzende insan mutsuz olmaz, ezilmez. Bütün çabaları bir çırpıda boşa gitmez.

Ayet-i kerime bu iki ilkeyi müminlerin kalbinde temel kaynağına bağlamaktadır. Bu kaynak hiç şüphesiz Allah'tır. Bu nedenle onları takvaya çağırmakta ve Allah'ın azabından onları sakındırmaktadır. "Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir." İşte hiçbir şekilde etkisiz hale getirilemeyecek, kaçamak ve kurtuluş yolu bulunmayacak en büyük teminat budur. Müminler yüce Allah'ın her tür sır ve gizlilikten, her çeşit eylemden haberi olduğunu kesin bilmektedirler. Dönüşün ve nihai kaynağın o olduğunu kavramaktadırlar. Ayrıca O'nun çetin cezası olduğunu da öğrenmiş bulunmaktadırlar. Malın kendi aralarında dolaşıp duran bir ayrıcalık haline dönüşmemesi ile yükümlü olduklarını Hz. Peygamberin kendilerine getirdiği, herşeye gönül rahatlığıyla ve kesin itaatla yükümlü olduklarını O'nun yasakladığı her şeyden gevşeklik ve tembelliğe fırsat vermeden sakınmaları gerektiğini bilmektedirler. Çünkü onların önünde çetin bir gün bulunmaktadır.

Savaşılmadan elde edilen bu ganimet -Nadiroğullarından elde edilen ganimet Ensardan iki kişi hariç tutulduğunda sadece Muhacirler arasında dağıtılmıştı. Bu hüküm sadece bu ganimet türüne has bir hükümdü. "Mallar yalnızca zenginler arasında dolaşan bir ayrıcalık olmasın." ilkesinin gerçekleştirilmesi için. Genel hüküm ise bu ganimet türünün Muhacir, Ensar ve bu nesillerden sonra gelen tüm fakir insanlara dağıtılmasıdır. Surenin akışı içinde sonra gelen ayetlerin içeriği de bunu göstermektedir.

Hüküm böyle olmakla beraber Kur'an-ı Kerim hükümleri, kuru ve soyut bir şekilde ortaya koymaz. Bu hükümlerini canlı varlıkların karşılıklı iletişimini sağlayabilecek hareketli bir ortamda ortaya koyar. Bu nedenle sözkonusu her üç kesimi gerçekçi ve canlı sıfatlarıyla ortaya koymakta, onların karakterlerini ve gerçek durumlarını tasvir etmekte, sonra hükmünü aktif bir biçimde bu canlılarla sağlıklı bir iletişim kurarak belirlemektedir:

 

 

O

 

O