O

Hadid

O

   

7- Allah'a ve peygambere inanınız. Allah'ın kullanma yetkisini elinize verdiği malların bir bölümünü O'nun için harcayınız. İçinizdeki iman edenleri ve hayır yolunda mal harcayanları büyük bir ödül bekliyor.

8- Peygamber sizi Allah'a inanmaya çağırdığı halde niçin O'na inanmıyorsunuz? Oysa o bu konuda sizden söz almıştı. Eğer inanacaksanız ne duruyorsunuz?

9- O sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kulu Muhammed'e apaçık ayetler indiriyor. Hiç kuşkusuz Allah size karşı son derece şefkatli ve merhametlidir.

10- Niçin malınızı Allah yolunda harcamıyorsunuz? Oysa gökler ve yer Allah'a miras kalacaktır. İçinizden Mekke fethinden önce mal harcayanlar ve savaşanlar, daha sonra mal harcayanlar ve savaşanlarla bir değildirler. Onların derecesi daha sonra mal harcayıp savaşanların derecesinden daha üstündür. Bununla birlikte Allah her iki gruba da en güzel ödülü vadetmiştir. Allah sizin neler yaptığınızı bilir.

Okuduğumuz ayetlerde yüce Allah, kendi yaratıkları olan kalplere sesleniyor. O onların durumlarını, giriş yollarını ve gizli duygularını bilir. Aynı zamanda şu gerçeği de herkesten iyi bilir: İnanç saflığı, kalp temizliği ve köklü iman gibi yüce duygular, pratik hayatta fedakârlık, eli açıklık ve Allah için öne atılma gibi erdemlere kaynaklık ederler. Fakat bu yüce duygular ve seçkin erdemlikler, insandan yoğun emekler ve uzun vadeli büyük çabalar ister.

İşte bundan dolayı yüce Allah, kalplere bu yolda yoğun mesajlar ve etkileyici uyarılar sunar. Onlara görünce etkilenecekleri birçok evrensel gerçekler açıklar. Herşeyi kendi duyarlı terazisinde tartar. Kalpleri arka arkaya tedavi eder. Onları adım adım yüce duygulara ve seçkin erdemlere doğru ilerletir. Onlara bir sesleniş yönetmekle, bir açıklama yapmakla yetinmez. Tellerine bir defa dokunup da sonra etkisi kaybolan bir uyarıcıyı yeterli görmez. Günümüzde insanları Allah'a çağıran dava adamları Kur'an'ın kalpleri tedavi etmek için kullandığı bu yöntemi iyi incelemeli ve onu örnek edinmeye çalışmalıdırlar.

Surenin giriş bölümündeki güçlü, ardışık, köklü ve etkileyici mesajlar ölü kalpleri titretecek, taş gönülleri yumuşatarak pamuk gibi duyarlı hale getirecek nitelikte idi. Fakat şu ayette okuyucularını iman etmeye ve Allah yolunda malı fedakârlık yapmaya çağırırken surenin girişindeki ilk dokunuşlarla yetinmiyor.

"Allah'a ve Peygamber'e inanınız. Allah'ın kullanma yetkisini ellerinize verdiği malların bir bölümünü O'nun için harcayınız."

Burada müslümanlara sesleniliyor. Fakat onların Allah'a ve Peygamber'e inanmaya çağrıldıklarını görüyoruz. O halde sözkonusu olan "gerçek" imandır. Müslümanlar bu tür bir imanı kalplerinde gerçekleştirmeye çağrılıyorlar. Bu dikkatlerimizden kaçmaması gereken ince bir noktadır. Bunun yanısıra müslümanlar Allah yolunda malı fedakârlık yapmaya çağrılıyor. Fakat çağrı ile birlikte duygulandırıcı bir hatırlatma yapılıyor. Müminler Allah yolunda mal harcarken aslında kendilerinin olan bir şeyi vermiyorlar. Sadece yüce Allah'ın kullanma yetkisini ellerine verdiği kendi mallarının bir bölümünü veriyorlar. Bilindiği gibi "göklerin ve yerin egemenliği Allah'ın tekelindedir." Bir bütün olarak insanları egemenlik alanının, mülkünün bir bölümü üzerine halife olarak atayan O'dur. Ayrıca "can veren ve öldüren de O'dur." O bu yolla insan kuşaklarının birini bir öncekinin yerine geçirir.

Böylece bu espri yüklü işaretle surenin girişinde yeralan evrensel gerçekler arasında bağ kuruluyor. Sonra da bu espri yüklü işaret, müminlerin utanma duygusunu harekete geçirmek amacı ile kullanılıyor. Evet, müminler yüce Allah'tan utanmalıdırlar. Çünkü onları mülkünün bir bölümü üzerinde vekil olarak atayan, ellerindeki malları onlara veren asıl mülk sahibi O'dur. Öyleyse yüce Allah, onları kendi bağışı olan ve birer vekil sıfatıyla yönetimini üstlendikleri mallarının bir bölümünü harcamaya çağırdığında, kendilerini cimriliğin pençesinden kurtulmaya çağırdığında ne diyebileceklerdir? Veren Allah'tır ve O'nun mülkünün bitmesi sözkonusu değildir. O halde onları vermeden, hayır yolunda harcama yapmaktan alıkoyan nedir? Ellerindeki mal yüce Allah'ın bağışı değil mi?

Fakat Kur'an, bu hatırlatma ile, bu utanç duygusunu harekete geçirici uyarı ile, bu lütuf ve umut çağrışımı ile yetinmiyor. Müminlere yeni bir uyarı yöneltiyor. Bu uyarı onları yüce Allah'ın keremi karşısında utanmaya ve O'nun lütfunu ummaya sevk ediyor.

"İçinizdeki iman edenleri ve hayır yolunda mal harcayanları büyük bir ödül bekliyor."

O halde bu cömert lütuf ve bağış karşısında kim iman etmekten ve malını harcamaktan geri durabilir?

Fakat bu ilk dokunuşlarla yetinmiyor. Tersine müslümanların pratik hayatların alınmış imana özendirici faktörler ile, inanmaya götürecek gerek: :...ile onların kalplerine coşku aşılıyor.

"Peygamber sizi Allah'a inanmaya çağırdığı halde niçin O'na inanmıyorsunuz? Oysa O bu konuda sizden söz almıştı. Eğer inanacaksanız ne duruyorsunuz."

"O sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kulu Muhammed'e apaçık ayetler indiriyor. Hiç kuşkusuz Allah size karşı son derece şefkatli ve merhametlidir."

Peygamberimiz aralarında olduğu halde onları gerçek anlamı ile iman etmekten alıkoyan nedir? Oysa onlar bu konuda Peygamberimize söz vermişler, O'na bağlı kalacaklarına dair yemin etmişlerdi. Yüce Allah, kulu Muhammed'e müminleri sapıklığın karanlıklarından çıkararak hidayetin aydınlığına erdirerek, onları kuşkudan ve şaşkınlıktan kurtararak kesin bilgiye ve güvene kavuşturacak apaçık ayetler indirdiği halde onları iman etmekten alıkoyacak ne olabilir ki? Gerek Peygamberin aralarında oluşu ve gerekse yüce Allah'ın Peygamber'e açık ayetler indirmesi, yüce Allah'ın müminlere dönük merhametinin ve şefkatinin delilleridir.

Müminler arasında bulunan Peygamberimiz onlara yüce Allah'ın sözü ile sesleniyor, göğün çağrısını yöneltiyor, özel işleri ve kişisel problemleri konusunda yüce Allah ile aralarında bağ kuruyor. Bu ayrıcalık o günün müminleri için düşünülemeyecek derecede büyük bir nimettir. Biz bu nimeti şimdi uzun yılların arkasından değerlendirirken ne kadar büyük olduğunu anlayabiliyoruz. Bu dönem-yani Peygamberimizin hayatta olduğu ve vahyin geldiği dönem- gerçekten enteresan bir dönemdir. Düşünelim ki, yüce Allah kendi sözleri ile ve okşayıcı, yüce merhameti ile, Peygamberinin dilinden o günün insanlarına seslenerek şöyle diyor: "Şunu yapın, şunu yapmayın, benim yolum budur, bu yola koyulun, şu anda tökezlediniz, işte benim ipim, hemen ona sarılarak doğrulun; yanılgıya düştünüz, günaha girdiniz; hemen tevbe ediniz, işte benim kapım, önünüzde açık bekliyor. Hemen bu kapıya koşunuz, uzaklara düşmeyiniz. Benim herşeyi kuşatacak kadar engin olan rahmetimden ümidinizi kesmeyiniz. Sen ey falanca, şöyle bir söz söyledin, o söz yanlıştır; şu işi yapmaya niyetlendin, o iş günahtır; şöyle bir hareket yaptın, o hareket hatalıdır. Hemen koş, önüme gel, tevbe ederek arın, tekrar himayeme sığın. Sen ey filanca, şöyle şöyle bir problemin var, o problemin çözümü şudur; kafana takılan şu soru var ya, onun cevabı şudur; yaptığın şu iş var ya, onun benim terazimdeki ağırlığı şu kadardır."

Bunları doğrudan doğruya yüce Allah söylüyor. Kime söylüyor? O günün insanlarına. Yani kendi yaratıklarına. Onlar O'nunla beraber yaşıyorlar. Somut bir gerçek olarak O'nu yanlarında hissediyorlar. O gecenin koyu karanlığında onların şikayetlerini dinliyor ve istedikleri cevapları veriyor. O her adımlarında onları gözetiyor, ilgisi altında tutuyor.

Evet, bu ayrıcalık gerçekten o dönemi yaşamayanların kavrayamayacakları derecede büyük bir ayrıcalıktır. Fakat okuduğumuz ayetlerin muhatapları bu dönemi somut olarak yaşamışlardır. Ayrıca onlar böyle bir eğitime, böylesine dokunuşlara, bu tür hatırlatmalara muhtaç olduklarının bilincinde olmuşlardır. Bu bilinçde o ayrıcalıktan aşağı kalmayan büyük bir ilahi lütuf ve merhamettir.

Bu mutlu çağda yaşama imkanını elde edememiş olanlar her iki ayrıcalığın da ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlayabilirler.

Nitekim Buharî'nin verdiği bilgiye göre birgün Peygamberimiz, sahabelere "Sizce hangi müminlerin imanı hayrete şayandır, en çok takdire değerdir?" diye sorar. Sahabeler "Meleklerin imanı" derler. Peygamberimiz onlara "Onlar Allah'ın yakınında olduklarına göre niye iman etmesinler ki?" diye karşılık verir. Bunun üzerine sahabeler "O halde peygamberlerin imanı" derler. Peygamberimiz kendilerine "Onlara Allah'ın vahyi inip dururken nasıl iman etmesinler ki?" karşılığını verir. Bu defa sahabeler "O halde bizim imanımız" derler. Peygamberimiz onlara şu karşılığı verir: "Ben aranızdayken sizler nasıl olur da iman etmezsiniz? En hayrete şayan, en takdire değer iman sizden sonra gelecek olan öyle kimselerin imanıdır ki, onlar önlerinde sadece Kur'an'ın sayfalarını bulacaklar ve bu sayfaların içeriğine inanacaklardır."

Peygamberimiz ne kadar doğru söylüyor. Gerçekten sahabelerin durumu farklı ve ayrıcalıklı bir durumdur. Gerçekten imanın kamçılayıcı faktörlerinin ve gerektirici sebeplerinin ellerinin altında oluşu müthiş ve şaşırtıcı bir olaydır. İşte bu yüzden Kur'an şaşkınlık belirtici bir ifade ile onlar hakkında "Niye iman etmesinler ki?" demektedir. Arkasından eğer bu yolda niyetleri varsa imanın gerçek anlamını vicdanlarında somutlaştırmalarını istiyor.

Sonra da imanın kamçılayıcı faktörlerinden, gerektirici sebeplerinden mal harcama konusuna geçiliyor, bu defa mal harcamanın gerekçeleri ve kamçılayıcı faktörleri tekrar vurgulanıyor. Okuyoruz:

"Niçin malınızı Allah yolunda harcamıyorsunuz? Oysa gökler ile yer Allah'a miras kalacaktır."

Bu ayet "Göklerin ve yerin egemenliğinin Allah'ın tekelinde olduğu ve her işin sonunda O'na döneceği" gerçeğini çağrıştıran bir işaret niteliğindedir. Çünkü göklerin ve yerin mirası O'nun mülküdür, ilerde O'na kalacaktır. Yani kullanma yetkisini insanların eline verdiği mallar gün gelecek. tamamen O'nun eline geçecektir. Öyleyse insanlar niçin O'nun çağrısına uyarak mallarının bir bölümünü O'nun yolunda harcamazlar? Yukardaki ayette buyurduğu gibi bu malları kullanma yetkisini onlara geçici olarak veren O değil mi? Ve bu ayette açıkladığı gibi bu mallar ilerde tümü ile O'na kalacak değil mi? Okuduğumuz ayetlerde dile getirilen bu gerçekler karşısında cimri olmanın, eli sıkılık yapmanın ne gibi bir mantıklı gerekçesi kalmıştır?

Muhacirlerden ve Medine yerlilerinden oluşmuş bir avuçluk öncü müslüman gerek Mekke fethinden, gerekse Hudeybiye'de imzalanan ateşkes antlaşmasından önceki zor ve sıkışık günlerde ellerinden gelen bütün bedeni ve mali fedakârlıkları gözlerini kırpmadan yapmışlardı. Gerek Mekke fethi, gerekse Hudeybiye ateşkes antlaşması islamı yüceltmiş; daha önceki garip, her yönden kuşatılmış, bütün düşmanlarca abluka altına alınmış, az taraftarlı ve zayıf destekli günlerin sıkışıklığına son vermişlerdi.

O zor günlerde yapılan bedeni ve malı fedakârlıklar içtendi, hiçbir maddi çıkar beklentisi ile gölgelenmedikleri gibi çok sayıdaki müslüman gözüne girmek gibi bir beklentiden de kaynaklanmıyorlardı. Bu fedakârlıkları yapanlar sadece yüce Allah'ın vereceği ödülü elde edebilmeyi ve canları ile malları da dahil olmak üzere dünyanın her şeyine tercih ederek bağlandıkları inanç sistemlerini desteklemeyi amaçlamışlardı. Fakat bu seçkin öncülerin yapabildikleri fedakârlıklar, nicelik bakımından, Mekke döneminden sonraki imkanlı müslümanların yapabilecekleri fedakârlıklardan daha azdı. Fakat Mekke fethi sonrasının bazı imkanlı müslümanları fedakârlık yaparken nicelik bakımından onları örnek almaya kalkışıyor, onların bilinen veya kulaktan dolma fedakârlık rakamlarına erişince görevlerini yapmış sayılmayı bekliyorlardı. İşte bunun üzerine inen bu ayet, bu iki grubun fedakârlıklarını hak terazisinde tartıyor, terazide ağır basmayı sağlayacak olan faktörün nicelik unsuru olmadığını, asıl önemli olanın fedakârlığın arkasındaki motif ile imanın gerçeklik derecesi olduğunu açıklıyor. Okuyoruz:

"İçinizden Mekke fethinden önce mal harcayanlar ve savaşanlar, daha sonra mal harcayanlar ve savaşanlarla bir değildirler. Onların derecesi daha sonra mal harcayıp savaşanların derecesinden daha üstündür."

İslam inancı ağır baskılar altındayken, taraftarları az sayıdayken; ufukta çıkar, mevki ve servet belirtileri yokken mal harcayanların ve savaşanların fedakârlıkları, güvenli günlere kavuşulduktan, yeni dinin taraftarları çoğaldıktan; zafer, üstünlük ve başarı elle tutulur yakınlığa geldikten sonra mal harcayanların ve savaşanların fedakârlıkları ile aynı değerde değildir. Birinci grubu oluşturan öncülerin fedakârlıklarında tek etken doğrudan doğruya yüce Allah'a bağlılıktır. Bu fedakârlık her türlü kuşkudan yüzde yüz uzaktır. Sadece Allah'a duyulan köklü güvenin ve bağlılığın eseridir. Her türlü dış beklentiden ve yakın vadeli hesaptan tamamen uzaktır. İnanca bağlılıktan başka hiçbir dayanağı, hiçbir özendirici unsuru yoktur. Oysa ikinci grubu oluşturan müslümanların yaptıkları fedakârlıkların yardımcı ve özendirici faktörleri vardır. onlar da ilk gruptakiler kadar temiz niyetli ve içtenlikli olsalar bile aralarında bu açıdan büyük fark vardır.

Nitekim İmam-ı Ahmed'in Ahmed b. Abdülmelik, Zübeyr ve Humeyd Tavil kanalı ile verdiği bilgiye göre sahabilerden Hz. Enes diyor ki: "Birgün Halid b. Velid ile Abdurrahman b. Avf arasında tartışma çıktı. Tartışma sırasında Halid, Abdurrahman'a `Eski günlerdeki hizmetlerinizi öne sürerek bize karşı üstünlük taslıyorsunuz' dedi. Duyduğumuza göre bu söz Peygamberimizin kulağına varınca şöyle buyurdu:

"Sahabilerimi bana bırakın, onlara ilişmeyin. Nefsimi elinde tutan Allah adına yemin ederim ki, eğer siz Uhud dağı -ya da dağlar- kadar altın harcasanız onların yaptıkları bağışların derecesine eremezsiniz." ( Bu hadisten anlaşılıyor ki, Peygamberimizin kendilerine dil uzatılmasını sık sık yasakladığı "sahabilerinin" özel bir anlamı vardır. Bu sahabiler işte o ' `öncü" müslümanlardır. Çünkü Peygamberimiz çevresindekilere, yakınında yer alanlara "benim sahabilerime ilişmeyin" dediğine göre bu sözü ile özel bir sahabi kesimini kastettiği ortaya çıkıyor. Nitekim bir defasında Hz. Ebu Bekir'i kastederek "Benim dostuma, (sahabime) ilişmeyin" buyurmuştu.)

Öte yandan Buharî'nin verdiği bilgiye göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

"Sahabilerime dil uzatmayın. Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, içinizden biri Uhud dağı kadar altını Allah yolunda harcasa onlardan birinin bir dirhemlik bağışının, hatta onun yarısının derecesine eremez."

Bu iki grup müslüman mücahidin yüce Allah'ın terazisindeki değerleri belirlendikten sonra her iki gruba da ödüllerin en güzelinin verileceği açıklanıyor. "Bununla birlikte Allah her iki gruba da en güzel ödülü vadetmiştir." Çünkü aralarındaki derece farkına rağmen her iki grup da iyi iş yapmıştır. Gerek bu iki grup arasındaki derece farklılığı ve gerekse her iki gruba en güzel ödülün verilmesi, yüce Allah'ın onların durumlarını değerlendiren bilgisine, davranışlarının arkasındaki niyetlerine ve amaçlarına ilişkin gözlemine ve yaptıkları işin içyüzünden haberdar oluşuna dayanır.

"Allah sizin neler yaptığınızı iyi bilir."

Bu açıklama, görünen davranışların ardındaki gizli niyetler alemine dikkatleri çeken kalpleri uyarıcı bir dokunuştur. Çünkü değerlerin dayanağı olan ve terazide ağırlık oluşturan temel faktör, davranışların gerisindeki bu niyettir.

İMANA YÖNLENDİREN TEŞVİKLER

Arkasından kalpleri iman etmeye ve Allah yolunda mal harcamaya özendiren yeni bir kampanya ile, biraz önceki teşvik unsurlarına eklenen yeni teşvik unsurları ile yüzyüze geliyoruz. Okuyalım:

 

 

O

 

O