7-
Allah'a
ve peygambere inanınız. Allah'ın kullanma yetkisini
elinize verdiği malların bir bölümünü O'nun için
harcayınız. İçinizdeki iman edenleri ve hayır
yolunda mal harcayanları büyük bir ödül bekliyor.
8- Peygamber sizi Allah'a inanmaya çağırdığı
halde niçin O'na inanmıyorsunuz? Oysa o bu konuda sizden söz
almıştı. Eğer inanacaksanız ne
duruyorsunuz?
9- O sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak
için kulu Muhammed'e apaçık ayetler indiriyor. Hiç kuşkusuz
Allah size karşı son derece şefkatli ve
merhametlidir.
10- Niçin malınızı Allah yolunda
harcamıyorsunuz? Oysa gökler ve yer Allah'a miras kalacaktır.
İçinizden Mekke fethinden önce mal harcayanlar ve savaşanlar,
daha sonra mal harcayanlar ve savaşanlarla bir
değildirler. Onların derecesi daha sonra mal
harcayıp savaşanların derecesinden daha üstündür.
Bununla birlikte Allah her iki gruba da en güzel ödülü vadetmiştir.
Allah sizin neler yaptığınızı bilir.
Okuduğumuz ayetlerde yüce Allah, kendi yaratıkları
olan kalplere sesleniyor. O onların durumlarını,
giriş yollarını ve gizli duygularını
bilir. Aynı zamanda şu gerçeği de herkesten iyi
bilir: İnanç saflığı, kalp temizliği ve
köklü iman gibi yüce duygular, pratik hayatta fedakârlık,
eli açıklık ve Allah için öne atılma gibi
erdemlere kaynaklık ederler. Fakat bu yüce duygular ve
seçkin erdemlikler, insandan yoğun emekler ve uzun vadeli büyük
çabalar ister.
İşte bundan dolayı yüce Allah, kalplere bu
yolda yoğun mesajlar ve etkileyici uyarılar sunar.
Onlara görünce etkilenecekleri birçok evrensel gerçekler açıklar.
Herşeyi kendi duyarlı terazisinde tartar. Kalpleri arka
arkaya tedavi eder. Onları adım adım yüce
duygulara ve seçkin erdemlere doğru ilerletir. Onlara bir
sesleniş yönetmekle, bir açıklama yapmakla yetinmez.
Tellerine bir defa dokunup da sonra etkisi kaybolan bir
uyarıcıyı yeterli görmez. Günümüzde insanları
Allah'a çağıran dava adamları Kur'an'ın
kalpleri tedavi etmek için kullandığı bu yöntemi
iyi incelemeli ve onu örnek edinmeye çalışmalıdırlar.
Surenin giriş bölümündeki güçlü, ardışık,
köklü ve etkileyici mesajlar ölü kalpleri titretecek, taş
gönülleri yumuşatarak pamuk gibi duyarlı hale
getirecek nitelikte idi. Fakat şu ayette
okuyucularını iman etmeye ve Allah yolunda malı
fedakârlık yapmaya çağırırken surenin
girişindeki ilk dokunuşlarla yetinmiyor.
"Allah'a ve Peygamber'e inanınız. Allah'ın
kullanma yetkisini ellerinize verdiği malların bir bölümünü
O'nun için harcayınız."
Burada müslümanlara sesleniliyor. Fakat onların Allah'a
ve Peygamber'e inanmaya çağrıldıklarını
görüyoruz. O halde sözkonusu olan "gerçek" imandır.
Müslümanlar bu tür bir imanı kalplerinde gerçekleştirmeye
çağrılıyorlar. Bu dikkatlerimizden kaçmaması
gereken ince bir noktadır. Bunun yanısıra müslümanlar
Allah yolunda malı fedakârlık yapmaya çağrılıyor.
Fakat çağrı ile birlikte duygulandırıcı
bir hatırlatma yapılıyor. Müminler Allah yolunda
mal harcarken aslında kendilerinin olan bir şeyi
vermiyorlar. Sadece yüce Allah'ın kullanma yetkisini
ellerine verdiği kendi mallarının bir bölümünü
veriyorlar. Bilindiği gibi
"göklerin
ve yerin egemenliği Allah'ın tekelindedir." Bir
bütün olarak insanları egemenlik alanının, mülkünün
bir bölümü üzerine halife olarak atayan O'dur. Ayrıca "can
veren ve öldüren
de O'dur." O bu yolla insan kuşaklarının
birini bir öncekinin yerine geçirir.
Böylece bu espri yüklü işaretle surenin girişinde
yeralan evrensel gerçekler arasında bağ kuruluyor.
Sonra da bu espri yüklü işaret, müminlerin utanma
duygusunu harekete geçirmek amacı ile kullanılıyor.
Evet, müminler yüce Allah'tan utanmalıdırlar. Çünkü
onları mülkünün bir bölümü üzerinde vekil olarak
atayan, ellerindeki malları onlara veren asıl mülk
sahibi O'dur. Öyleyse yüce Allah, onları kendi
bağışı olan ve birer vekil sıfatıyla
yönetimini üstlendikleri mallarının bir bölümünü
harcamaya çağırdığında, kendilerini
cimriliğin pençesinden kurtulmaya çağırdığında
ne diyebileceklerdir? Veren Allah'tır ve O'nun mülkünün
bitmesi sözkonusu değildir. O halde onları vermeden,
hayır yolunda harcama yapmaktan alıkoyan nedir?
Ellerindeki mal yüce Allah'ın bağışı
değil mi?
Fakat Kur'an, bu hatırlatma ile, bu utanç duygusunu
harekete geçirici uyarı ile, bu lütuf ve umut çağrışımı
ile yetinmiyor. Müminlere yeni bir uyarı yöneltiyor. Bu
uyarı onları yüce Allah'ın keremi
karşısında utanmaya ve O'nun lütfunu ummaya sevk
ediyor.
"İçinizdeki iman edenleri ve hayır yolunda mal
harcayanları büyük bir ödül bekliyor."
O halde bu cömert lütuf ve bağış
karşısında kim iman etmekten ve malını
harcamaktan geri durabilir?
Fakat bu ilk dokunuşlarla yetinmiyor. Tersine müslümanların
pratik hayatların alınmış imana özendirici
faktörler ile, inanmaya götürecek gerek: :...ile onların
kalplerine coşku aşılıyor.
"Peygamber sizi Allah'a inanmaya çağırdığı
halde niçin O'na inanmıyorsunuz? Oysa O bu konuda sizden söz
almıştı. Eğer inanacaksanız ne
duruyorsunuz."
"O sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak
için kulu Muhammed'e apaçık ayetler indiriyor. Hiç kuşkusuz
Allah size karşı son derece şefkatli ve
merhametlidir."
Peygamberimiz aralarında olduğu halde onları gerçek
anlamı ile iman etmekten alıkoyan nedir? Oysa onlar bu
konuda Peygamberimize söz vermişler, O'na bağlı
kalacaklarına dair yemin etmişlerdi. Yüce Allah, kulu
Muhammed'e müminleri sapıklığın
karanlıklarından çıkararak hidayetin
aydınlığına erdirerek, onları
kuşkudan ve şaşkınlıktan kurtararak kesin
bilgiye ve güvene kavuşturacak apaçık ayetler
indirdiği halde onları iman etmekten alıkoyacak ne
olabilir ki? Gerek Peygamberin aralarında oluşu ve
gerekse yüce Allah'ın Peygamber'e açık ayetler
indirmesi, yüce Allah'ın müminlere dönük merhametinin ve
şefkatinin delilleridir.
Müminler arasında bulunan Peygamberimiz onlara yüce
Allah'ın sözü ile sesleniyor, göğün çağrısını
yöneltiyor, özel işleri ve kişisel problemleri
konusunda yüce Allah ile aralarında bağ kuruyor. Bu
ayrıcalık
o günün müminleri için düşünülemeyecek derecede
büyük bir nimettir. Biz bu nimeti şimdi uzun
yılların arkasından değerlendirirken ne kadar
büyük olduğunu anlayabiliyoruz. Bu dönem-yani
Peygamberimizin hayatta olduğu ve vahyin geldiği dönem-
gerçekten enteresan bir dönemdir. Düşünelim ki, yüce
Allah kendi sözleri ile ve okşayıcı, yüce
merhameti ile, Peygamberinin dilinden o günün insanlarına
seslenerek şöyle diyor: "Şunu yapın,
şunu yapmayın, benim yolum budur, bu yola koyulun,
şu anda tökezlediniz, işte benim ipim, hemen ona
sarılarak doğrulun; yanılgıya düştünüz,
günaha girdiniz; hemen tevbe ediniz, işte benim kapım,
önünüzde açık bekliyor. Hemen bu kapıya koşunuz,
uzaklara düşmeyiniz. Benim herşeyi kuşatacak kadar
engin olan rahmetimden ümidinizi kesmeyiniz. Sen ey falanca,
şöyle bir söz söyledin, o söz yanlıştır;
şu işi yapmaya niyetlendin, o iş günahtır;
şöyle bir hareket yaptın, o hareket hatalıdır.
Hemen koş, önüme gel, tevbe ederek arın, tekrar
himayeme sığın. Sen ey filanca, şöyle şöyle
bir problemin var, o problemin çözümü şudur; kafana
takılan şu soru var ya, onun cevabı şudur;
yaptığın şu iş var ya, onun benim
terazimdeki ağırlığı şu
kadardır."
Bunları doğrudan doğruya yüce Allah söylüyor.
Kime söylüyor? O günün insanlarına. Yani kendi
yaratıklarına. Onlar O'nunla beraber
yaşıyorlar. Somut bir gerçek olarak O'nu yanlarında
hissediyorlar. O gecenin koyu karanlığında
onların şikayetlerini dinliyor ve istedikleri
cevapları veriyor. O her adımlarında onları gözetiyor,
ilgisi altında tutuyor.
Evet, bu ayrıcalık gerçekten o dönemi yaşamayanların
kavrayamayacakları derecede büyük bir ayrıcalıktır.
Fakat okuduğumuz ayetlerin muhatapları bu dönemi somut
olarak yaşamışlardır. Ayrıca onlar böyle
bir eğitime, böylesine dokunuşlara, bu tür hatırlatmalara
muhtaç olduklarının bilincinde olmuşlardır.
Bu bilinçde o ayrıcalıktan aşağı
kalmayan büyük bir ilahi lütuf ve merhamettir.
Bu mutlu çağda yaşama imkanını elde
edememiş olanlar her iki ayrıcalığın da
ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlayabilirler.
Nitekim Buharî'nin verdiği bilgiye göre birgün
Peygamberimiz, sahabelere "Sizce hangi müminlerin imanı
hayrete şayandır, en çok takdire değerdir?"
diye sorar. Sahabeler "Meleklerin imanı" derler.
Peygamberimiz onlara "Onlar Allah'ın yakınında
olduklarına göre niye iman etmesinler ki?" diye karşılık
verir. Bunun üzerine sahabeler "O halde peygamberlerin imanı"
derler. Peygamberimiz kendilerine "Onlara Allah'ın vahyi
inip dururken nasıl iman etmesinler ki?"
karşılığını verir. Bu defa sahabeler
"O halde bizim imanımız" derler. Peygamberimiz
onlara şu karşılığı verir: "Ben
aranızdayken sizler nasıl olur da iman etmezsiniz? En
hayrete şayan, en takdire değer iman sizden sonra
gelecek olan öyle kimselerin imanıdır ki, onlar
önlerinde sadece Kur'an'ın sayfalarını bulacaklar ve
bu sayfaların içeriğine inanacaklardır."
Peygamberimiz ne kadar doğru söylüyor. Gerçekten
sahabelerin durumu farklı ve ayrıcalıklı bir
durumdur. Gerçekten imanın kamçılayıcı faktörlerinin
ve gerektirici sebeplerinin ellerinin altında oluşu müthiş
ve şaşırtıcı bir olaydır.
İşte bu yüzden Kur'an şaşkınlık
belirtici bir ifade ile onlar hakkında "Niye iman
etmesinler ki?" demektedir. Arkasından eğer bu
yolda niyetleri varsa imanın gerçek anlamını
vicdanlarında somutlaştırmalarını
istiyor.
Sonra da imanın kamçılayıcı faktörlerinden,
gerektirici sebeplerinden mal harcama konusuna geçiliyor, bu defa
mal harcamanın gerekçeleri ve kamçılayıcı
faktörleri tekrar vurgulanıyor. Okuyoruz:
"Niçin malınızı Allah yolunda
harcamıyorsunuz? Oysa gökler ile yer Allah'a miras kalacaktır."
Bu ayet "Göklerin ve yerin egemenliğinin
Allah'ın tekelinde olduğu ve her işin sonunda O'na
döneceği" gerçeğini çağrıştıran
bir işaret niteliğindedir. Çünkü göklerin ve yerin
mirası O'nun mülküdür, ilerde O'na kalacaktır. Yani
kullanma yetkisini insanların eline verdiği mallar gün
gelecek. tamamen O'nun eline geçecektir. Öyleyse insanlar niçin
O'nun çağrısına uyarak mallarının bir bölümünü
O'nun yolunda harcamazlar? Yukardaki ayette buyurduğu gibi bu
malları kullanma yetkisini onlara geçici olarak veren O değil
mi? Ve bu ayette açıkladığı gibi bu mallar
ilerde tümü ile O'na kalacak değil mi? Okuduğumuz
ayetlerde dile getirilen bu gerçekler karşısında
cimri olmanın, eli sıkılık yapmanın ne
gibi bir mantıklı gerekçesi kalmıştır?
Muhacirlerden ve Medine yerlilerinden oluşmuş bir avuçluk
öncü müslüman gerek Mekke fethinden, gerekse Hudeybiye'de
imzalanan ateşkes antlaşmasından önceki zor ve sıkışık
günlerde ellerinden gelen bütün bedeni ve mali fedakârlıkları
gözlerini kırpmadan yapmışlardı. Gerek Mekke
fethi, gerekse Hudeybiye ateşkes antlaşması
islamı yüceltmiş; daha önceki garip, her yönden kuşatılmış,
bütün düşmanlarca abluka altına
alınmış, az taraftarlı ve zayıf destekli
günlerin sıkışıklığına son
vermişlerdi.
O zor günlerde yapılan bedeni ve malı fedakârlıklar
içtendi, hiçbir maddi çıkar beklentisi ile gölgelenmedikleri
gibi çok sayıdaki müslüman gözüne girmek gibi bir
beklentiden de kaynaklanmıyorlardı. Bu fedakârlıkları
yapanlar sadece yüce Allah'ın vereceği ödülü elde
edebilmeyi ve canları ile malları da dahil olmak üzere
dünyanın her şeyine tercih ederek
bağlandıkları inanç sistemlerini desteklemeyi
amaçlamışlardı. Fakat bu seçkin öncülerin
yapabildikleri fedakârlıklar, nicelik bakımından,
Mekke döneminden sonraki imkanlı müslümanların
yapabilecekleri fedakârlıklardan daha azdı. Fakat Mekke
fethi sonrasının bazı imkanlı müslümanları
fedakârlık yaparken nicelik bakımından onları
örnek almaya kalkışıyor, onların bilinen veya
kulaktan dolma fedakârlık rakamlarına erişince görevlerini
yapmış sayılmayı bekliyorlardı.
İşte bunun üzerine inen bu ayet, bu iki grubun
fedakârlıklarını hak terazisinde tartıyor,
terazide ağır basmayı sağlayacak olan faktörün
nicelik unsuru olmadığını, asıl önemli
olanın fedakârlığın arkasındaki motif
ile imanın gerçeklik derecesi olduğunu açıklıyor.
Okuyoruz:
"İçinizden Mekke fethinden önce mal harcayanlar ve
savaşanlar, daha sonra mal harcayanlar ve savaşanlarla
bir değildirler. Onların derecesi daha sonra mal
harcayıp savaşanların derecesinden daha
üstündür."
İslam inancı ağır baskılar
altındayken, taraftarları az sayıdayken; ufukta çıkar,
mevki ve servet belirtileri yokken mal harcayanların ve
savaşanların fedakârlıkları, güvenli
günlere kavuşulduktan, yeni dinin taraftarları çoğaldıktan;
zafer, üstünlük ve başarı elle tutulur
yakınlığa geldikten sonra mal harcayanların ve
savaşanların fedakârlıkları ile aynı
değerde değildir. Birinci grubu oluşturan
öncülerin fedakârlıklarında tek etken doğrudan
doğruya yüce Allah'a bağlılıktır. Bu
fedakârlık her türlü kuşkudan yüzde yüz uzaktır.
Sadece Allah'a duyulan köklü güvenin ve bağlılığın
eseridir. Her türlü dış beklentiden ve yakın
vadeli hesaptan tamamen uzaktır. İnanca
bağlılıktan başka hiçbir dayanağı,
hiçbir özendirici unsuru yoktur. Oysa ikinci grubu oluşturan
müslümanların yaptıkları fedakârlıkların
yardımcı ve özendirici faktörleri vardır. onlar
da ilk gruptakiler kadar temiz niyetli ve içtenlikli olsalar bile
aralarında bu açıdan büyük fark vardır.
Nitekim İmam-ı Ahmed'in Ahmed b. Abdülmelik, Zübeyr
ve Humeyd Tavil kanalı ile verdiği bilgiye göre
sahabilerden Hz. Enes diyor ki: "Birgün Halid b. Velid ile
Abdurrahman b. Avf arasında tartışma çıktı.
Tartışma sırasında Halid, Abdurrahman'a `Eski
günlerdeki hizmetlerinizi öne sürerek bize karşı
üstünlük taslıyorsunuz' dedi. Duyduğumuza göre bu
söz Peygamberimizin kulağına varınca şöyle
buyurdu:
"Sahabilerimi bana bırakın, onlara
ilişmeyin. Nefsimi elinde tutan Allah adına yemin ederim
ki, eğer siz Uhud dağı -ya da dağlar- kadar
altın harcasanız onların yaptıkları
bağışların derecesine eremezs
iniz."
( Bu hadisten
anlaşılıyor ki, Peygamberimizin kendilerine dil
uzatılmasını sık sık
yasakladığı "sahabilerinin" özel bir
anlamı vardır. Bu sahabiler işte o ' `öncü"
müslümanlardır. Çünkü Peygamberimiz çevresindekilere,
yakınında yer alanlara "benim sahabilerime
ilişmeyin" dediğine göre bu sözü ile özel bir
sahabi kesimini kastettiği ortaya çıkıyor. Nitekim
bir defasında Hz. Ebu Bekir'i kastederek "Benim dostuma,
(sahabime) ilişmeyin" buyurmuştu.)
Öte yandan Buharî'nin verdiği bilgiye göre
Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"Sahabilerime dil uzatmayın. Nefsimi elinde tutan
Allah'a yemin ederim ki, içinizden biri Uhud dağı kadar
altını Allah yolunda harcasa onlardan birinin bir
dirhemlik bağışının, hatta onun
yarısının derecesine eremez."
Bu iki grup müslüman mücahidin yüce Allah'ın
terazisindeki değerleri belirlendikten sonra her iki gruba da
ödüllerin en güzelinin verileceği açıklanıyor. "Bununla
birlikte Allah her iki gruba da en güzel ödülü vadetmiştir."
Çünkü aralarındaki derece farkına rağmen her
iki grup da iyi iş yapmıştır. Gerek bu iki
grup arasındaki derece farklılığı ve
gerekse her iki gruba en güzel ödülün verilmesi, yüce Allah'ın
onların durumlarını değerlendiren bilgisine,
davranışlarının arkasındaki niyetlerine
ve amaçlarına ilişkin gözlemine ve yaptıkları
işin içyüzünden haberdar oluşuna dayanır.
"Allah sizin neler yaptığınızı
iyi bilir."
Bu açıklama, görünen davranışların
ardındaki gizli niyetler alemine dikkatleri çeken kalpleri
uyarıcı bir dokunuştur. Çünkü değerlerin
dayanağı olan ve terazide ağırlık
oluşturan temel faktör, davranışların
gerisindeki bu niyettir.
İMANA YÖNLENDİREN TEŞVİKLER
Arkasından kalpleri iman etmeye ve Allah yolunda mal
harcamaya özendiren yeni bir kampanya ile, biraz önceki teşvik
unsurlarına eklenen yeni teşvik unsurları ile yüzyüze
geliyoruz. Okuyalım: