1- Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıklar Allah'ı
noksanlıklardan tenzih ederler. O üstün iradelidir ve her işi
yerinde yapar.
2- Göklerin ve yerin egemenliği O'nun tekelindedir. Can
verir ve öldürür. O'nun herşeye gücü yeter.
3- O hem ilktir hem sondur; hem açıktır hem gizlidir.
O herşeyi bilir.
4- O gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra
Arş'a kuruldu. O yeraltına giren ve oradan çıkan,
gökten inen ve oraya yükselen herşeyi bilir. Nerede
olsanız sizinle beraberdir. O Allah
yaptığınız her işi görür.
5- Göklerin ve yerin egemenliği O'nun tekelindedir. Her
işin sonu Allah'a varır.
6- O geceyi gündüze, gündüzü de geceye dönüştürür.
O kalplerin özünü bilir.
Bu giriş, yüce Allah'ın aktif, etkileyici ve seçme
nitelikleri ile yüklü, duygulandırıcı bir
tanımlamadır. Bu tanımlamaya göre yüce Allah,
evrendeki canlı cansız tüm varlıkları yoktan
varetmiştir, bu varlıkları bilgisi ile
kuşatmıştır, bu varlıkların hepsi
O'nun sınırsız egemenliği altındadır,
O'nun güçlü eli gökler ile yeryüzünde gezinerek yaratma
eylemini sürdürmektedir, gönüllerin kuytu köşelerini ve
kalplerin girintili-çıkıntılı labirentlerini
taramaktadır, canlı-cansız bütün varlıkları
tepeden süzmekte ve yönetmektedir.
Yüce Allah'ın seçkin sıfatlarını
sıralayan bu duygulandırıcı giriş
kalpleri kavrayarak sarsmakta, onları yakalayarak evrendeki
canlı-cansız tüm varlıklar arasında
gezdirmektedir. Kalpler bu gezi sırasında yüce
Allah'tan başka hiçbir şey bulamıyorlar, O'ndan
başkasını göremiyorlar, O'nun dışında
bir güç algılayamıyorlar, O'nun gücünden ve
bilgisinden kaçıp da sığınabilecekleri
başka bir dergâha rastlayamıyorlar, O'na dönmekten başka
çare bulamıyorlar, O'nun yüce kapısına yönelmenin
zorunlu bir istikamet olduğunun bilincine varıyorlar.
Okuyoruz:
"Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıklar Allah'ı
noksanlıklardan tenzih ederler. O üstün iradelidir ve her işi
yerinde yapar."
Sureye başlarken Kur'an'ın gür sesi işte böyle
yükseliyor ve evrenin her köşesi bu sese, yüce Allah'ı
noksanlıklardan tenzih ederek cevap veriyor, göklerde ve
yerdeki tüm varlıklar bu muhteşem koroya
katılıyor. Her açık kalp, faniliğin perdeleri
ile örtülü olmayan her kalp bu gür sesi işitiyor.
Bu ayetin sözlerini yorumlamaya, açık
anlamlarının gerisindeki esprileri irdelemeye gerek yok.
Çünkü bu sözleri söyleyen yüce Allah'tır. Biz şu
evrenin yapısını ve niteliklerini yüce Allah'ın
bize anlattığından daha iyi bilecek değiliz.
Kısacası "Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıklar
Allah'ı noksanlıklardan tenzih eder" o kadar.
Bu ifadeye ne bir sözcük ekleyebiliriz ve ne de sözcüklerinden
birini çıkarabiliriz. Bu cümleleri ne yorumlayabiliriz ve
ne de başka başka anlamlara çekebiliriz. Yapacağımız
tek şey şu ana fikri kafamıza işlemektir: Göklerdeki
ve yerdeki tüm varlıkların birer "ruh"u
vardır. Her varlık bu ruhla yüce yaratıcısına
yönelmekte ve O'nu noksan niteliklerden tenzih etmektedir.
Elimizdeki doğru bilgilere en yakın düşünce tarzı
budur. Ayrıca bu düşünce tarzı bazı seçkin
kalplerin deneyimleri tarafından da
onaylanmıştır. Bu kalpler saf ve
pırıltılı anlarında, nesnelerin biçimlerinin
ve görüntülerinin gerisindeki saklı gerçekle ilişki
kurabildikleri saniyelerde bu düşünce tarzını, bu
bakış açısını
paylaşmışlardır.
Bilindiği gibi Kur'an'ın bir ayetinde "Ey
dağlar o (Hz. Davud) tesbih ettikçe siz de söylediklerini
tekrarlayın:' buyuruluyor. (Sebe suresi, 10) Yani
dağların, Hz. Davud'un tesbihine koro halinde
katıldıkları belirtiliyor. Elimizde bu gerçeği
vurgulayan hadisler de vardır. Birkaç tanesini birlikte
gözden geçirelim:
Sahabilerden Cabir'in bildirdiğine göre Peygamberimiz
şöyle buyuruyor:
"Mekke'de bir kaya var. Bu kaya peygamberliğimin ilk
gecelerinde bana selâm verirdi. O kayayı şimdi de
biliyorum."
(Müslim)
Öte yandan Hz. Ali şöyle diyor: .
"Bir keresinde Peygamberimiz ile birlikte Mekke'nin kenar
semtlerinden birinde geziye çıkmıştık. Yolda
rastladığımız her ağaç, her tepe `Esselâmu
aleyke ya Resulellah' diyerek O'nu selâmlıyordu." (Tirmizi)
Bu arada sahabilerden Hz. Enes de şöyle bir olay anlatıyor:
"Peygamberimiz mescidindeki konuşmalarını bir
hurma kütüğü üzerinden yapardı. Bir süre sonra
mescide minber yapıldı. Peygamberimiz bu minbere çıkıp
ilk konuşmasını yaparken o hurma kütüğü
deve sesini andıran bir sesle inlemeye başladı.
Bunun üzerine Peygamberimiz minberden inip onu eli ile okşadı,
bu okşama üzerine kütüğün iniltisi kesiliverdi."
(Buhari)
Bu evrensel gerçeği dile getiren açık anlamlı
ayetler çoktur. Başlıcalarını birlikte
okuyalım:
"Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların ve
havada süzülen kuşların Allah'ı
noksanlıklardan tenzih ettiklerini görmüyor musunuz? Bu
varlıkların tümü, Allah'a nasıl dua edeceklerini,
O'nu nasıl noksanlıklardan tenzih edeceklerini bilir."
(Nur suresi, 41)
"Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların, güneşin,
ayın, yıldızların, dağların,
ağaçların, hayvanların ve çok sayıda
insanın Allah'a secde ettiklerini, O'nun buyruğuna boyun
eğdiklerini görmüyor musun?" (Hac suresi, 182)
"Evrendeki her varlık, O'nu överek tesbih eder,
fakat siz bu varlıkların tesbihlerini
anlayamazsınız." (İsra suresi, 44)
Kur'an kaynaklı olmayan nesnelerin yapısal
özelliklerine ilişkin eski bilgilerimizle uyuşsunlar
diye bu açık anlamlı ayetleri yorumlamaya
kalkışmamalıyız. Çünkü ilke olarak evrene,
varlık alemine ilişkin tüm bilgilerimiz bu evrenin, bu
varlık aleminin yüce yaratıcının verdiği
bilgilere dayanmalıdır.
Ayetin sonunu tekrar okuyalım:
"O üstün iradelidir ve her işi yerinde yapar."
Öyleyse göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların O'nu
noksanlıklardan tenzih etmesi, bu üstün iradesinin ve çarpıcı
hikmetinin doğal bir sonucudur. Çünkü O üstün gücü ile
herşeye egemendir ve yaptığı her iş görkemli
hikmetine uygundur.
Yukardaki ayet insan kalbini coşturarak kendinden geçirmiş,
göklerde ve yerde yüce yaratıcıyı
noksanlıklardan tenzih eden varlıkların
şenliğine götürmüştü. O sarhoşluktan
ayılmaya çalışan kalpler şimdi göklerin ve
yerin görkemli enginliklerinde yeni bir geziye çıkarılıyorlar.
"Göklerin ve yerin enginliği O'nun tekelindedir. Can
verir ve öldürür. O'nun gücü herşeye yeter."
Göklerdeki ve yerdeki herşey göklerin ve yerin egemeni
olan, egemenliğini hiç kimse ile paylaşmayan yüce
Allah'ı noksanlıklardan tenzih eder. Bu tenzih eylemi
egemenlik altında olandan ortaksız egemene yöneltilmiş
bir eylemdir. Can veren de, can alan da o ortaksız egemendir.
Yani hayatı da ölümü de O yaratıyor. Her canlı
varlığın hem hayat sahnesine çıkışını
ve hem de ölmesini O planlamıştır. Sadece O'nun plânladıkları
oluyor.
"Hayat" olgusu gerek mahiyeti gerek kaynağı
açısından halâ bir sırdır. Hiç kimse onun
ne nereden geldiğini ve ne de nasıl geldiğini açıklıyor.
Dahası hiç kimse onun özü itibarı ile ne
olduğunu da anlayamıyor. Okuduğumuz ayet "dirilik"
olgusunu yaratanın yüce Allah olduğunu, yani
canlılara hayatı O'nun verdiğini belirtiyor. Kimse
bunu inkar ederek başka türlüsünü kanıtlayamaz.
Ölüm de öyle. O da hayat gibi, bilgimize kapalı bir
sırdır. Hiç kimse onun ne olduğunu bilmediği
gibi hiç kimse onu meydana getiremez. Çünkü hayatı
vermeyen bir kimse onu nasıl geri alabilsin ki? Bu
iki olgu gökler
ile yer üzerindeki sınırsız egemenliğin iki göstergesidir,
yani göklerin ve yerin sınırsız egemeni can
veriyor ve can alıyor. Ayetin sonunu okuyoruz:
"O'nun gücü herşeye yeter."
Cümlenin anlamı geneldir, hiçbir kayda, hiçbir sınırlamaya
bağlı değildir. Çünkü yüce Allah'ın
özgür dileği, hiçbir kayda ve hiçbir sınıra
dayanmaksızın sürekli yürürlükte kalır ve
dileği uyarınca dilediğine bağlanır.
İnsan aklının kendi mantığı
uyarınca bu özgür dilek için düşündüğü her
kayıt, hangi renkten ve hangi türden olursa olsun, asılsızdır,
sınırlı insan aklının yapısal
özelliğinden kaynaklanan bir yanılgıdır. Bu
"dileğin" evren için yasalar ve prensipler
seçmesi onun kayıtsız ve sınırsız
özgürlüğünün çerçevesini aşmayan bir olgudur.
Çünkü bu özgür dilek, bu yasaları ve gelenekleri özgür
biçimde seçiyor; onları evrende yürürlüğe koyuyor,
ama kendisi bu "yürütme"ye bu "işleyiş"e
bağımlı değildir,bu yasaların
tutsağı değildir. Bu yasaların ve geleneklerin
ötesinde O'nun özgür seçimi sürekli ve kesintisizdir.
Kur'an bu gerçeğe son derece büyük önem verir; her fırsattan
yararlanarak onu vurgular; her söz sırası geldikçe
yüce Allah'ın dileğinin özgür olduğunu, kendi
işleyişi de dahil olmak üzere hiçbir kaydın onu
sınırlayamayacağını açıklar. Bu gerçeğin
apaçık kalmasına, hiçbir kuşku bulutunun gölgesi
altına girmemesine özen gösterir.
Mesela yüce Allah cennetliklere orada sürekli kalacaklarını
vadettiği gibi cehennemliklere de cehennemde sürekli
kalacaklarını bildirmiştir. Bu söz yüce Allah'ın
özgür dileğinin ürünüdür. Bununla birlikte O, özgür
dileğinin bir uygulaması, bir tercihi olan bu sözünü
bu özgür dileğinin çerçevesi dışında
tutarak cennetlikler ve cehennemlikler için şöyle buyuruyor:
"Gökler ile yer durdukça, Rabb'inin dileği
uyarınca cehennemlikler (ve cennetlikler) orada sürekli
kalacaklardır." (Hud suresi, 107-108)
Kur'an'ın neresinde söz sırası gelmiş ise
bu vurgulama titizlikle yapılmıştır. Bu alan
ne insan mantığının ve ne de insan ürünü
bilgilerin alanıdır. İnsan aklı bu gerçeğe
ilişkin bütün bilgilerini Kur'an'ın açıklamalarından
almalıdır, bu konuda Kur'an dışında bir
kaynağa başvurmamalıdır.
Bundan dolayı insan bu ayeti okurken yüce Allah'ın
evren üzerindeki sınırsız ve ortaksız
egemenliğini kalbine sindiriyor. Bütün evrenin yüce
Allah'a yönelmesini ve O'nu noksanlıklardan tenzih etmesini
son derece doğal ve normal bir olay olarak
algılıyor.
GÖRÜNTÜYÜ AŞABİLM
EK
İnsan varlığını dolup
taşıran bu büyük gerçeğin coşkusundan
ayılıp kendine gelir-gelmez bir sonraki ayetin dile
getirdiği başka bir gerçekle yüzyüze geliyor. Belki
de bir öncekinden daha önemli olan bu gerçek şu evrendeki
hiçbir nesnenin gerçek anlamda varolmadığını,
gerçek anlamda sadece yüce Allah'ın varolduğunu, bu yüzden
O'nun evrendeki her şeyi egemenliği ve bilgisi ile
kuşattığını açıklıyor.
Okuyoruz:
"O hem ilktir hem sondur; hem açıktır hem de
gizlidir. O herşeyi bilir."
O "ilk"tir, yani O'ndan önce olan hiçbir şey
yoktur. O "son"dur, yani O'ndan sonra kalacak olan hiçbir
şey yoktur. O "açık"tır; yani O'nun
üstünde ötesinde olan hiçbir şey yoktur. O "gizli"dir;
yani O'nun gerisinde olan başka hiçbir şey yoktur.
"İlk" ve "son" zamana ilişkin gerçeği,
"açık" ve "gizli"de mekana ilişkin
gerçeği bütünü ile kapsar. Bu gerçekler sınırsızdırlar.
Böyle olunca insan kalbi öteye beriye bakıp bütün yer ve
zaman boyutlarını tarayınca yüce Allah'tan başka
hiçbir varlık bulamıyor. Varoluşun tüm dayanakları
sadece O'nun varlığında biraraya gelmiştir, böyle
olan başka hiçbir "varlık" yoktur. Şu
insan kalbi bile varoluşunu yüce Allah'ın
varlığından alıyor. Kısacası yüce
Allah'ın varlığı, diğer tüm varlıkların
varoluşlarını kendisine borçlu oldukları
"gerçek varlık"tır. Bu gerçek, diğer
herşeye gerçeklik kazandıran "ilk gerçek"tir.
Ne bu
gerçeğin
ötesinde başka bir "dolaysız gerçek" vardır
ve ne de şu evrende "varoluşu
bağımsız ve dolaysız" bir başka
varlık vardır. Ayetin sonunu okuyalım:
"O herşeyi bilir."
Herşeyi gerçek anlamda ve eksiksiz olarak bilir. Her varlık,
gerçekliğini yüce Allah'ın gerçekliğinden
alır, O'nun gerçekliğinin ürünü ve yansımasıdır.
Öyleyse doğal olarak herşey yüce Allah'ın
dolaysız bilgisinin kapsamı içindedir. İnsanlar ve
diğer yaratıklar nesnelerin dış yüzlerine ilişkin
neler bilirlerse bilsinler yüce Allah, bilgisinin türünde,
niteliğinde ve yönteminde ortaksızdır.
Eğer bir kalp bu gerçeği iyice özümlerse yüce
Allah dışında bu evrendeki nesneleri niye
umursasın ki? Hiçbir şeyin varlığı ve
gerçekliği olmadığına göre onlara niye önem
versin ki? Hatta kalbin kendisi de bu "gölge" varlıklardan
biri değil mi? O da varlığını o "büyük
gerçek"ten almıyor mu? O halde evrendeki herşey
gelip geçici birer kuruntu(vehim)dur. Varolan ve kalıcı
olan sadece yüce Allah'tır. Varoluşun ve
kalıcılığın tüm dayanakları sadece
O'nun varlığında biraraya gelmiştir.
Kalp bu gerçeği iyice özümleyince bu gerçeğin bir
parçasına dönüşür. Peki henüz bu gerçeği içine
sindirme aşamasına erememiş kalpler ne olacak?
Onlara okumuş olduğumuz bu ayet yeter.
Hayatlarını onu irdelemeye, anlamını kavramaya
adasınlar. Sürekli çabaları ile bu tek anlamı
yakalamaya çalışsınlar. Yapacakları tek
iş budur.
Tasavvufçular bu büyük ve temel gerçeğe
sarılmışlar, onun derinliklerine dalıp çıkmışlar,
onun enginliklerinde çeşitli yollara
koyulmuşlardır. Kimi evrendeki herşeyde yüce
Allah'ı gördüğünü, kimi evrendeki herşeyin
arkasında Allah'ı gördüğünü, kimisi de evrende
yüce Allah'tan başka hiçbir şey göremediğini söylemiştir.
Bu alanda yetersiz kalan sözcüklerin dış
anlamlarını aşarak bu sözleri değerlendirirsek
hepsinin az önce açıklamaya çalıştığımız
gerçeğe işaret ettiklerini görürüz. Yalnız
tasavvufçulara yöneltilebilecek tek eleştiri şudur:
Onlar bu kavramla bütünleşerek yaşamayı ihmal
etmişlerdir. İslam mutlak dengeyi gözeten ilkesi uyarınca
insan kalbinden şunu ister: Bu gerçeği kavrasın ve
onunla bütünleşerek yaşasın. Bunu yaparken yeryüzündeki
halifelik görevini bütün gerekleri ile yerine getirsin.
Dünyaya ilgi duysun, çevresine önem versin, yüce Allah'ın
sistemini yeryüzünde gerçekleştirmek için cihad etsin, bu
yolda olanca emeğini ve çabasını ortaya koysun. Bütün
bu saydıklarımız bu büyük gerçeği denge
ilkesi uyarınca kavramanın ürünleridir. Gerek insan fıtratı
ile gerekse evrenin özü ile uyumlu biçimde yaşamanın
doğal sonuçlarıdır.
EVRENSEL GERÇEKLER
Bu büyük gerçek böylece dile getirildikten sonra bu
gerçekten türeyen diğer evrensel gerçeklerin anlatılmasına
geçiliyor. Okuyalım:
"O gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra
Arş'a kuruldu. O yeraltına giren ve oradan çıkan,
gökten inen ve oraya yükselen herşeyi bilir. Nerede
olursanız sizinle beraberdir O. Allah
yaptığınız her işi görür."
"
Göklerin
ve yerin egemenliği O'nun tekelindedir. Her işin sonu
Allah'a varır."
"O geceyi gündüze, gündüzü de geceye dönüştürür.
O kalplerin özünü bilir."
Bu ayetlerde şu gerçekler sıralanıyor: Yüce
Allah gökleri ve yeri yarattı. Arş a kuruldu ve tüm
yaratıklara egemen oldu. Yaratmış olduğu
nesneleri ayrıntılı ve somut biçimde bilir. Herkes
nerede olursa olsun, O onunla beraberdir. Herşeyin tek dönüş
mercii O'dur. Varlıkların özü O'nun her yere sızan
tasarrufu altındadır. Gizli bilgisi kalplerin en
saklı duygularından haberdardır.
Bütün bu gerçekler o ilk gerçekten türemiştir, O'nun
doğal uzantılarıdır. Fakat bu gerçeklerin
sözkonusu evrensel sahnede sunulması, insan kalbine yönelik
etkilerine ve mesajlarına güç kazandırır. Gökler
ile yeryüzü iri hacimleri ile, görkemleri ile, uyumlulukları
ile, güzellikleri ile, ince düzenleri ile, hareketlerinin
disiplini ile, görüntülerinin sürekliliği ile kendilerini
izleyen insan kalbine hayranlık duygusu aşılarlar.
Bunların yanısıra bu uzay cisimleri tıpkı
insan kalbi gibi yüce Allah'ın yaratıklarının
bir bölümüdürler. O halde insan kalbi ile bu yaratıklar
arasında aile bağı ve akrabalık
tanışıklığı vardır. Bu
yaratıklar kendilerini izleyen, seslerini işiten ve
sempati ile kavrayan insan kalbinin tellerini dolaysız
namelerinin melodileri ile titretirler. Bu yaratıklar, insan
kalbine şöyle derler: "Bizi yaratan Allah, senin de
yaratıcındır. Biz yaratıcımızı
noksanlıklardan tenzih ediyoruz, sen de O'nu
noksanlıklardan tenzih et. Biz
varlığımızın gerçekliğini
yaratıcımızın varlığından
alıyoruz, sen de öylesin. O halde ortada önem verilmeye değer
tek gerçek yüce Allah gerçeğidir."
Ayette geçen "altı gün"ün ne olduğunu yüce
Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Bizim bildiğimiz
"gün"ler yerkürenin kendi ekseni çevresinde ve güneş
etrafında dönmesinden meydana gelen izdüşümleridir.
Bu günler güneşin ve yerkürenin yaratılışından
sonra ortaya çıkmışlardır. O halde yüce
Allah'ın gökleri ve yerküreyi yaratırken hesap birimi
olarak kullandığı günlerin aynileri değildirler.
Biz bu günlerin ne olduğunu yüce Allah'ın bilgisine
bırakıyoruz. O eğer isteseydi, onlar hakkında
bize bilgi verirdi.
"Arş" da öyle. Biz buna yüce Allah'ın
tanıttığı biçimi ile inanıyoruz, fakat
ne olduğunu bilemeyiz. "Arş'a kurulmak (istiva)"
meselesine gelince bu deyimin varlıklar bütüne egemen olmanın
dolaylı (kinayeli) bir anlatımı olduğunu söyleyebiliriz.
Böyle derken Kur'an'ın bize öğrettiği şu
kesin ilkeye dayanıyoruz: Yüce Allah durum değişikliğine
uğramaz. Buna göre bir zamanlar Arş'a
kurulmamış durumdayken daha sonra Arş'a
kurulmuş olması düşünülemez. Bizim "Arş'a
kurulma (istiva)" olgusuna
inandığımızı, fakat bunun nasıl
olduğunu bilmediğimizi söylememiz ayette "Arş'a
kuruldu (istiva etti)" sözünün ne anlama geldiğini açıklamaz.
En doğrusu az önce dediğimiz gibi bu sözün mutlak
egemenliğin dolaylı bir anlatımı olduğunu
söylememizdir. Bu yorum bizi az önce işaret ettiğimiz
yöntemin dışına çıkarmaz. Çünkü dile
getirdiğimiz bu yorum kendi kafamızın ürünü olan
bilgilerden ve düşüncelerden kaynaklanmıyor; tersine
Kur'an'ın kendisinin açıklamalarına ve yüce
Allah'ın zatı ile sıfatlarına ilişkin
doğru düşüncelerin sonuçlarına dayanıyor.
Yüce Allah'ın
yaratıcılığını, mutlak
egemenliğini ve geniş kapsamlı bilgisini vurgulayan
bu tanınmanın arkasından insan kalbini etkilemeyi
amaçlayan son derece çarpıcı bir tasvirle yüzyüze
geliyoruz. Bu somut tabloda şu uçsuz-bucaksız evrende
araştırma amaçlı bir geziye çıkılıyor.
Evrenin kesintisiz, sürekli hareketliliği gözler önüne
seriliyor. Burada bize sadece soyut bilgi verilmiyor, sadece
gerçekleri kavramsal düzeyde öğrenmemizle yetiniliyor.
Tersine bakışlarımız önünde son derece
duygulandırıcı ve etkileyici bir tablo
canlandırılıyor. Bu tablonun etkileri
vicdanımızı dolduruyor, kalplerimizin çarpıntılarına
ivme kazandırıyor, düşüncemizin çırpınışları
ve hayalimizin akrobasileri ile iletişim kuruyor. Okuyoruz:
"O yeraltına giren ve oradan çıkan, gökten
inen ve oradan yükselen herşeyi bilir."
Her an yeraltına sayısını ve türlerini
yalnız yüce Allah'ın bildiği nice canlı ve
cansız varlıklar giriyor ve her an yine sadece yüce
Allah'ın türünü ve sayısını bildiği
nice canlı ve cansız varlıklar yeryüzüne çıkıyor.
Her an gökten nice yağmurlar, ışınlar,
meteorlar, gök taşları, melekler, kaderler ve
sırlar gökten yere inerken yerden göğe
sayılarını sadece yüce Allah'ın bildiği
nice görünür-görünmez varlıklar yükseliyor. Okuduğumuz
ayet işte bu sürekli ve kesintisiz harekete, her hesaba sığmaz
önemli olaylara işaret ediyor. İnsan kalbi, bu ayetin
etkisi ile yeraltına giren ve oradan çıkan, gökten
inen ve oraya yükselen varlıklar konusunda sürekli dikkat
kesiliyor, bu hareketleri ve olayları gerek inişleri ve
gerekse çıkışları sırasında izleyen
yüce Allah'ın kapsamlı bilgisi konusunda
uyanıklık kazanıyor.
İnsan kalbi gerek o dikkati ve gerekse bu
uyanıklığı sırasında yüce Allah ile
birlikte yaşıyor, yerinde dururken yüce Allah'ın
egemenlik alanında geziye çıkıyor, evrenin
engebelerini ve varlık aleminin köşelerini-bucaklarını
bir yandan duyarlılık ve şeffaflıkla, öbür
yandan ürperti, dehşet ve hayranlıkla
dolaşıyor.
İnsan kalbi dikkat kesilmiş yeri ve gökleri izlerken
bir sonraki ayet onu ansızın kendine döndürüyor,
özünden tutuyor. Bir de bakıyor ki, yüce Allah yanı
başındadır, ona bakıyor, onu süzüyor, davranışlarını
son derece yakından izliyor.
"Nerede olursanız O sizinle beraberdir."
Bu söz gerçek anlamında söyleniyor. Yani "kinaye"
ya da "mecaz" anlamı değildir kastedilen. Gerçek
yüce Allah her yerde, her zaman her şeyin ve herkesin
yanındadır. Yapılan her hareketten haberdardır,
kullarını gözler. Eğer insan kalbi bu gerçeği
somut biçimde kavrarsa son derece müthiş bir gerçek olduğunu
derhal anlar. Bu gerçek bir yandan ürpertici, bir yandan da
ürkekliği gidericidir. Yüce Allah'tan duyulan korkuyu
somutlaştırdığı için ürpertici, buna
karşılık yüce Allah'a yakınlığın
okşayıcılığını
hissettirdiği için ürkekliği giderici,
ferahlatıcıdır. Bu gerçek tam anlamı ile
kavranırsa insan kalbini tek başına
arındırıp yüceltebilir, ondaki bütün yeryüzü
kaynaklı endişeleri dışarı atarak tek
başına onların yerini alabilir. Onu sürekli
biçimde çekingenlik ve korku halinde tutarak hayatın her türlü
kirinden ve lekesinden uzakta kalmasını
sağlayabilir.
Bir sonraki ayette yüce Allah'ın göklere ve yer yüzüne
egemen olduğu gerçeği ile bir kere daha yüzyüze
geliyoruz. Yalnız bu gerçek daha önceki hatırlatılışından
farklı bir alanla ilişkili olarak şimdi gündeme
geliyor.
"Göklerin ve yerin egemenliği O'nun tekelindedir.
Her işin sonu Allah'a varır."
Yukardaki ayette bu gerçek, yüce Allah'ın can
vericiliği, öldürücülüğü ve sınırsız
gücü ile bağlantılı olarak gündeme gelmişti.
Şimdi burada ise her işin sonunun Allah'a döneceği
gerçeği ile bağlantılı olarak
karşımıza çıkıyor. Gerçekten her işin
sonunun sonunda Allah'a varacağı gerçeği, yüce
Allah'ın göklere ve yeryüzüne egemen olduğu gerçeğine
sıkı sıkıya bağlıdır ve bu gerçeğin
özünün tamamlayıcısıdır.
Bu gerçeğin bilincine varmak, insan kalbini herhangi bir
işin başında da sonunda da yüce Allah'tan başkasına
yönelmekten korur, onu yüce Allah'tan başkasından
birşey beklememeye sevkeder, bir iş yaparken sadece yüce
Allah'ın denetimini hissetmesini sağlar, onu gizli-açık
her davranışında yüce Allah'a erdirecek yolda
tutar; hareketleri, duruşları, çarpıntıları
ve fısıltıları bu amaca yönelik olur. Yüce
Allah'tan kaçıp başka yere
sığınılamayacağını, O'nun dergâhından
başka güvenli bir korunak bulamayacağını hiç
aklından çıkarmaz.
Surenin bu giriş bölümü, yüce Allah'ın
sınırsız gücünü kanıtlayan zarif, esprili
bir hareketle noktalanıyor. Bu hareketin bir alanı evren,
öbür alanı ise insan kalbinin kıvrımlı lâbirentleridir.
"O geceyi gündüze, gündüzü de geceye dönüştürür.
O kalplerin özünü bilir."
Gecenin gündüze geçmesi ve gündüzün geceye geçmesi
sürekli bir oluşum olduğu gibi aynı zamanda zarif,
incelikli bir harekettir. Bu ifadenin anlamı ister günün
bir bölümünü kırpan gecenin uzaması ve gecenin bir bölümünü
kırpan günün uzaması olsun, isterse güneşin
batışı sırasında gecenin güne karışması
olsun, anlatılan hareket incelikli ve zarif bir harekettir. Yüce
Allah'ın bilgisinin kalplerin özüne yönelik hareketi de işte
böylesine gizli ve fark edilmezdir. "Kalplerin özü"
demek, kalpte bulunan, oradan ayrılmayan, oranın
dışına çıkmayan sırlar demektir.
Yüce Allah'ın elinin sessiz bir hareketle geceyi gündüze,
gündüzü de geceye dönüştürdüğüne ilişkin
bilinç, insan kalbinde ince bir düşünce coşkusu ve uçarı
bir duyarlılık uyandırır. Yüce Allah'ın
kalbin özünden kalbin kuytu köşelerinde saklı duran
duygulardan haberdar olduğu, bilgisinin fark edilmez
kımıldamaları ile bu gizlilikleri
kuşattığı yolundaki bilinç de kalpte aynı
etkiyi meydana getirir.
Surenin giriş bölümü, anlattığımız
çarpıcı mesajları aracılığı
ile insan kalbine direktif almaya hazırlıklı, ince
bir duyarlılık kazandırıyor. Bu yüzden hemen
kendisine sesleniliyor, iman etmeye, gerekli anlarda Allah yolunda
mal harcamaya çağrılıyor. Çünkü kalbin giriş
yolları açılmış, duyguları bilenmiş
ve dinleme yeteneği geliştirilmiştir. Bu yüzden
hemen surenin ikinci kesitini oluşturan sesleniş devreye
giriyor. Fakat bu sesleniş sadece kuru bir çağrı
değildir. Tersine etkileyici mesajları, çarpıcı
titreşimleri ve müzikal dokunuşları ile birlikte gündeme
geliyor.