52- Senden önce gönderdiğimiz bütün resuller ve
nebiler bir şey dilediklerinde şeytan bu dileklerini
mutlaka birtakım beşeri arzular
karıştırdı. Fakat Allah, şeytanın körüklediği
bu arzuları her defasında gidererek arkasından
ayetlerini pekiştirdi. Allah her şeyi bilir ve her
yaptığı yerindedir.
53- Amaç şeytanın körüklediği bu arzular
vesilesi ile kalpleri hasta olanları ve katı yüreklileri
sınavdan geçirmektir. Hiç kuşkusuz zalimler gerçeğe
son derece uzak düşen bir ayrılığa
saplanmışlardır.
54- Diğer bir amaç, kendilerine bilgi verilenlerin,
Kur'anın Rabb'inin gönderdiği bir gerçek olduğunu
anlayarak ona inanmaları, ona karşı yürekten saygı
duymalarıdır. Hiç kuşkusuz Allah, mü'minleri doğru
yola iletir.
Bu ayetlerin indiriliş nedenlerine ilişkin birçok
rivayet vardır. Birçok tefsir bilgini de bu rivayetlere değinmiştir.
Bu konuda İbn-i Kesir, tefsirinde şöyle der: Bu
rivayetlerin tümünün rivayet zincirinde bir kopukluk var.
Rivayet zinciri açısından sahih olanına
rastlamadım. Kuşkusuz en iyisini Allah bilir."
Bu rivayetler arasında en ayrıntılısı
ise, İbn-i Ebi Hatem'in rivayetidir. Şöyle der
İbn-i Ebi Hatem. "Bana Musa b. Ebu Musa el-Kufı
anlattı, ona da Muhammed b. İshak eş-Şibi
anlatmış, ona da Muhammed b. Felic Musa b. Ukbe'den, o
da İbn-i Şihab'dan anlatmış: Necm suresi
indiği zaman, müşrikler şöyle diyorlardı:
Eğer bu adam tanrılarımızı iyilikle
anacak olursa, biz de onu ve arkadaşlarını sakince
dinleriz. Ne var ki, o dinine karşı çıkan yahudi
ve hristiyanlara bizim tanrılarımızı kötüleyip
dil uzattığı gibi sataşmıyor."
Arkadaşlarının uğradığı
eziyetler ve müşriklerin yalanlamaları Peygamberimize
-salât selâm üzerine olsun- ağır geliyordu. Müşriklerin
sapıklıkta direnmelerine de üzülüyordu. Bu yüzden doğru
yolu bulmalarını çok istiyordu. Yüce Allah Necm
suresinde şöyle buyurmuştu:
"Gördünüz mü o Lât ve Uzza"yı ve
üçüncüleri olan öteki put Menat'ı? Demek erkek size,
kadın Allah'a mı? (Necm Suresi
,
19-21)
Yüce Allah bu putlardan söz ederken şeytan da şöyle
bir söz söyledi:
"Kuşkusuz onlar ulu kuğulardır.
Onların aracılığı umulur."
Bu sözler şeytanın düzmesi, onun bir
şaşırtmacasıydı. Bu sözler derhal
bütün Mekkeli müşriklerin kalplerinde yer etmişti,
dilden dile dolaşıyordu. Bununla birbirlerini müjdeliyorlardı.
"Muhammed ilk dinine, kavminin dinine döndü" diyorlardı.
Peygamberimiz -salât selâm üzerine olsun- Necm suresinin sonuna
gelince secdeye gitti. Onunla birlikte orada bulunan bütün
müslümanlar ve müşrikler de secdeye gittiler. Ama önde
gelenlerden Velid b. Mugire secdeye gitmedi. O da avucuna toprak
doldurup ona secde etti. Her iki grup da, toplulukların Hz.
Peygamberle -salât ve selâm üzerine olsun- birlikte secdeye
kapanmasına şaşırıyordu. Müslümanlar
ise, müşriklerin inanmadıkları, ikna
olmadıkları halde secde etmelerine bir anlam
verememişlerdi.
Müslümanlar, şeytanın müşriklere
duyurduğu sözleri işitmemişlerdi. Müşrikler
şeytanın kendilerine duyurduğu bu sözlerle
peygamberin kendilerine eğilim gösterdiğini
sanmışlardı. Yine şeytan onları, bu sözleri
Hz. Peygamberin sure içinde okuduğuna
inandırmıştı. Onlar da tanrılarına
saygılarını ifade etmek için secdeye gitmişlerdi.
Bu sözler kısa sürede halk arasında
yayılmıştı. Şeytan Habeşistan'a,
orada bulunan müslümanların kulağına kadar götürmüştü
bu sözleri. Osman b. Ma'zun ve arkadaşları,
Mekkeliler'in topluca müslüman olduklarını,
peygamberle birlikte namaz kıldıklarını
duymuşlardı. Velid b. Muğire'nin de avuçlarına
doldurduğu toprağa secde ettiğini, müslümanların
artık Mekke'de güven içinde yaşadıklarını
haber almışlardı. Bu yüzden beklemeden Mekke'ye
geri dönmüşlerdi. Ama yüce Allah şeytanın sözlerini
geçersiz kılmış, silip atmış, ayetlerini
sağlamlaştırmıştı. Onları bu
furyadan korumuştu.
"Senden önce gönderdiğimiz bütün resuller ve
nebiler bir şey dilediklerinde şeytan bu dileklerine
mutlaka birtakım beşeri arzular
karıştırırdı. Fakat Allah,
şeytanın körüklediği bu arzuları her
defasında giderek arkasından ayetlerini
pekiştirirdi. Allah her şeyi bilir ve her
yaptığı yerindedir."
"Amaç şeytanın körüklediği bu arzular
vesilesi ile kalpleri hasta olanları ve katı yüreklileri
sınavdan geçirmektir. Hiç kuşkusuz zalimler gerçeğe
son derece uzak düşen bir ayrılığa
saplanmışlardır."
Yüce Allah, hükmünü bildirip şeytanın
uydurması olan sözleri silince müşrikler tekrar eski
sapıklıklarına dönüp yeniden müslümanlara düşmanlık
yapmaya başladılar, onlara baskı yaptılar..."
İbn-i Kesir der ki; İmamı Beğavi,
İbn-i Abbas'ın ve Muhammed b. Ka'b el Kurezi'nin bir de
onların dışındakilerin sözlerinden oluşan
bir grup rivayeti derledikten sonra şu soruyu yöneltir:
Yüce Allah peygamberinin -salât ve selâm üzerine olsun- yanılmazlığını
(masumluğun) garantilemiş olmasına rağmen böyle
bir şey nasıl olabilir? Sonra insanların bu soruya
verdikleri cevapları aktarır. Bunlara göre, bu sözleri
şeytan müşriklerin kulaklarına
fısıldamıştır. Onlar da bu sözleri Hz.
Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- söylediğini
sanmışlardır. Oysa mesele kesinlikle böyle değildir.
Bu şeytanın bir telkiniydi... Peygamberimizden
kaynaklanmıyordu. Her şeyin en iyisini Allah bilir.
Buhari, İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini
rivayet eder: Onun arzusuna yani konuştuğu zaman
şeytan onun sözlerine kendi sözlerini karıştırır.
Allah da şeytanın sözlerini siler.
"Ayetlerini pekiştirir.
İbn-i Cerir (Temenna" (arzuladı) "Telâ"
(okudu) anlamına alır ve "Bu sözün en yaklaşık
yorumu budur" der!
İşte, Garanik (Kuğular) hadisi olarak bilinen
rivayetlerin özü bundan ibarettir... Bu hadis, senet zinciri açısından
dayanaksızdır. Hadis bilginleri "Bu hadisi, sahih
hadisleri biraraya getiren hiçbir rivayet zinciri ile de rivayet
etmemiştir" derler. Ebubekir el-Bezzar: "Bu hadisi,
sözünü etmeye değer güvenilir ve kesintisiz bir rivayet
zinciri ile Peygamberimizden aktaran birini bilmiyoruz" der.
Ayrıca bu hadis, konu itibariyle de İslâm inancının
temel özelliklerinden biri olan peygamberin masumluğuna
-yanılmazlığına- da ters düşmektedir.
Çünkü peygamber, Allah'tan aldığı mesajı
insanlara duyururken şeytanın bu mesaja kendi sözlerini
karıştırma girişimlerinden korunmuştur.
Oryantalistler ve bu dine dil uzatanlar bu hadisi dillerine
dolamış, her tarafa yaymışlardır.
Çevresinde bir laf kalabalığı
oluşturmuşlardır. Ama bu sözlerin hiçbiri tartışılacak
tutarlılıkta değildir. Daha doğrusu
tartışına konusu edilmeleri bile doğru
değildir.
Üstelik ayetlerin kendisi de böyle bir şeyin ayetlerin nüzul
sebebi oluşunu ihtimal dışı bırakmakta ve
bu ayetlerin Peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun- sınırlı
tek bir olaya işaret ediyor olmasını
çürütmektedir. Çünkü ayetler bunun, tüm peygamberleri ve
onların üstlendikleri peygamberlik görevini kapsayan genel
bir kural olduğunu vurgulamaktadır:
"Senden önce gönderdiğimiz bütün resuller ve
nebiler bir şey dilediklerinde şeytan bu dileklerine
mutlaka birtakım beşeri arzular
karıştırırdı. Fakât Allah,
şeytanın körüklediği bu arzuları her
defasında gidererek arkasından ayetlerini
pekiştirirdi."
Şu halde bununla, birer insan olmaları nedeniyle bütün
peygamberler arasında ortak olan ve fakat peygamberler için
öngörülen masumluk -yanılmazlık sıfatı ile
çelişmeyen bir niteliğe dayalı genel bir hususun
kastedilmiş olması gerekir.
Allah'ın yorumu ile yapmaya çalıştığımız
açıklama budur. Ama ne istediğini en iyi Allah bilir.
Biz sadece beşeri kavrama yeteneğimiz oranında onun
sözlerini yorumlamaya çalışıyoruz.
Peygamberler -salât ve selâm üzerlerine olsun- ilahi mesajı
(risalet) insanlara duyurmakla görevlendirildikleri zaman, en
çok istedikleri şey, insanların bu çağrının
etrafında toplanmaları, Allah katından kendilerine
sunulan bu iyiliği kavrayıp ona uymalarıdır.
Ne var ki, davetin önünde birçok engel vardır.
Peygamberler birer insandırlar ve yaşama süreleri de sınırlıdır.
Bunu algılıyorlar, biliyorlar. Bu yüzden insanların
en kestirme yoldan çağrılarına
koşmalarını içtenlikle isterler. Örneğin
insanların terk edemedikleri gelenek ve göreneklere, atalarından
miras kalan alışkanlıklara bir süre ses çıkarmamayı
isterler. Böylece onların doğru yola girebileceklerini
umarlar. Doğru yola geldikten sonra onları bu
terkedilmesi güç alışkanlıklardan vazgeçirmek
kolay olur diye düşünürler. Örneğin içlerinde
İslâma eğilim duygusunu uyandıracak şekilde
insanlara himayeci bir yaklaşımla gereğinden fazla
üzerlerine düşüp onları kayıracak olurlarsa,
aşamalı olarak onları inanç sisteminin
bütününü kabullenmeye götüreceklerini düşünürler.
Bundan sonra sağlıklı bir eğitim sürecinden
geçecek olurlarsa, eski alışkanlıklara olan
eğilimlerini bir kenara bırakacaklarını ümid
ederler.
Davanın yayılması ve zafere ulaşmasına
ilişkin bu gibi beşeri istek ve eğilime benzer daha
neler isterler neler! Bu istekleri yüce Allah'ın kendi
davasının eksiksiz temelleri doğrultusunda,
duyarlı, titiz ölçüleri uyarınca hareket etmesini,
bundan sonra dileyenin mü'min, dileyenin de kâfir olmasını
öngören iradesini açıklayana kadar sürer. Çünkü davanın
her şeyi her yönüyle değerlendiren ilahi ölçüdeki
gerçek değeri, insanların eksik ve yanlış
değerlendirmelerinin çok üstündedir.
Davaya mensup kişiler daha yolun başında iken
bozguna uğrasalar bile davet hareketi kendisi için
belirlenen bu prensiplere göre ve bu ölçüler uyarınca
yoluna devam etmelidir. Davanın prensiplerine ve
ölçülerine sıkı sıkıya sarılmak,
onlara kararlı bir şekilde ve titizce uymak bu
kişilerin ya da onlardan daha hayırlı
olanların eninde sonunda davaya
bağlanmalarının garantisidir. Böylece dava sağlam
ve yıpranmamış bir örnek olarak kalıcılığını
sürdürür, sağa sola yalpalamadan, hiçbir eğrilik göstermeden
dosdoğru yoluna devam eder.
Şeytan, insanın yapısından kaynaklanan bu
doğal istekleri, ayrıca bu isteklerin fiili tercümanı
konumunda olan kimi davranış ve sözler aracılığı
ile, davaya komplo kurmak, onu temelden değiştirmek ve
onun hakkında gönüllerde kuşkular uyandırmak için
iyi bir fırsat bulur. Ama yüce Allah şeytanın
komplosunu boşa çıkarır, sergilenen
davranışlar ya da söylenen sözler hakkında kesin
ve çözüme bağlayıcı hükmünü verir.
Peygamberlere de yüce Allah'ın çözüme bağlayıcı,
kesin hükmünü insanlara açıklamaları, ayrıca
davanın yayılması hakkında görüş
bildirirken yaptıkları hataları da açıkça
duyurmaları yükümlülüğünü getirir. Nitekim Hz.
Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- kimi davranışlarında
ve kimi eğilimlerinde böyle yanılgılar olmuş,
yüce Allah da bunları Kur'an-ı Kerim'de açıkça
duyurmuştur...
Bu şekilde yüce Allah şeytanın komplosunu
boşa çıkarır ve ayetlerini açık ve
tutarlı olarak ortaya koyar. İzlenmesi gereken
doğru çizgi hakkında kafalarda bir kuşku
bırakmaz.
"Allah,, her şeyi bilir ve her yaptığı
yerindedir."
Ama kalplerinde münafıklıktan ve
sapıklıktan kaynaklanan bir hastalık bulunanlar,
bir de inatçı kâfirlerden katı kalpli olanlar böylesi
durumları tartışma, demogoji ve gruplaşmalar için
malzeme yaparlar.
"Hiç kuşkusuz zalimler gerçeğe son derece uzak
düşen bir ayrılığa
saplanmışlardır."
Bilgi ve marifet verilmiş kimselere gelince, onların
kalpleri yüce Allah'ın açıklaması ve çözüme bağlayıcı
hükmü ile yetinir, tatmin olur:
"Hiç kuşkusuz Allah, mü'minleri doğru yola
iletir."
Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- hayatında
ve İslâma davet hareketinin tarihinde bunun gibi birçok
örnek görüyoruz. İmam İbn-i Cerir'in -Allah rahmet
etsin- de işaret ettiği olay ise bu konuda herhangi bir
yorum yapmamıza gerek bırakmamaktadır.
En güzel örneği İbn-i Ümmü Mektum'un -Allah ondan
razı olsun- kıssasında görüyoruz. Bu gözleri
görmez, bu yoksul adam geliyor Hz. Peygamberin yanına ve
şöyle diyor: "Ey Allah'ın peygamberi,
Allah'ın sana öğrettiği şeyleri bana da oku,
bana da öğret." Bu sözleri birkaç kere tekrarlıyor.
Ama Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- o sırada
Velid b. Mugire ile ilgileniyor, onun İslâma gelmesini sağlamaya
çalışıyordu. Yanında da Kureyş'in ileri
gelenleri vardı. İbn-i Ümmü Mektum da Hz. Peygamberin
bu işle ilgilendiğini bilmiyordu. En sonunda Hz.
Peygamber ısrarlarına karşı
sıkılır, yüzünü asarak ona sırtını
çevirir. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirir ve bu
ayetlerle Hz. Peygamberi bu davranışından
dolayı çok sert bir dille azarlar.
"Surat astı ve döndü, kör geldi diye. Ne bilirsin
belki o arınacak? Yahut öğüt dinleyecek de öğüt
kendisine yarayacak. Kendisini öğüte muhtaç görmeyene
gelince; sen ona yöneliyorsun. Onun arınmasından sana
ne? Fakat koşarak sana gelen, Allah'dan korkarak
gelmişken, sen onunla ilgilenmiyorsun. Hayır, olmaz böyle
şey, bu Kur'an bir öğütt
ür,
dileyen onu düşünüp öğüt alır. (Abese Suresi,
1-12)
Bununla yüce Allah İslâma çağrı hareketini,
ince ölçüleri ve gerçek değerleri üzerine oturtmuştur.
Peşlerinde giden halk yığınları da
İslâma girerler diye, Kureyş önderlerinin doğru
yolu bulmalarına ilişkin peygamberinin içinden gelen
arzunun neden olduğu yanlış uygulamayı da düzeltmiş
ve şu gerçeği vurgulamıştır:
Davanın, özenle belirlenmiş prensipleri
doğrultusunda şaşmadan hareket etmesi şu ileri
gelenlerin müslüman olmasından daha önemlidir. Böylece
şeytanın bu gedikten inancın temellerine nüfuz
etmesine ilişkin planlarını altüst etmiş,
ayetlerini sağlam ve tutarlı bir şekilde açıklamıştır.
Mü'min gönüllerdeki huzursuzluk da bu açıklama ile
dinmiştir.
Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bu olaydan
sonra İbn-i Ümmü Mektum'a -Allah ondan razı olsun- Büyük
değer vermiş ve her gördüğünde "Rabb'imin
beni azarlamasına neden olan kişi hoş geldin"
der ve "bir isteğin var mı?" diye
sorarmış. İki defa da kendi yerine Medine'de onu görevli
bırakmıştır.
Böyle bir olayı da İmam Müslim sahih hadisleri
derlediği kitabında aktarır: Bize Ebubekir b. Ebu
Şeybe anlattı, ona da Muhammed b. Abdullah el-Esedi
İsrail'den, o da Mikdam b. Şureyh'den, o da
babasından, Sa'd b. Ebu Vakkas'ın şöyle dediğini
anlatmış:
Bir ara altı kişi birlikte Resulullah'ın -salât
ve selâm üzerine olsun- yanında bulunuyorduk. Müşrikler
Peygamberimize "Şunları yanından kov ki, bize
karşı gelme cüretinde bulunmasınlar" dediler.
Sa'd diyor ki, o sırada, Peygamberimizin yanında bulunan
altı kişiden biri ben, biri İbn-i Mes'ut, Huzeyl
kabilesinden bir adam, Bilal ve bir de ismini
hatırlayamadığım iki adam vardı. Bunun
üzerine Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- içinde
yüce Allah'ın geçmemesini dilediği düşünceler
geçti ve bu önerilerini benimser gibi oldu. Bunun üzerine yüce
Allah şu ayeti indirdi:
"Sırf Rabb'lerinin rızasını dileyerek
sabah, akşam O'na yalvaranları yanından
kovma." (En'am Suresi, 52)
Böylece yüce Allah davanın kendine özgü değerlerle
ve ince ölçüleri doğrultusunda hareket etmesini
sağlamıştır. Açılan bu gedikten
inancın temellerine nüfuz etmeye ilişkin
şeytanın planlarını altüst etmiştir. Bu
gedik, Kureyş'in ileri gelenlerinin, Peygamberin yanına
gelirlerken şu fakirler, yanında bulunmasınlar diye
belirttikleri isteklerini yerine getirmeye yönelik beşeri
bir eğilimin varlığında
somutlaşmıştı. Oysa davanın
değerleri bu ileri gelenlerden, müslüman oluşları
ile birlikte binlerce insanın müslüman oluşundan,
davanın yayılmasında onlarla güç kazanmasından
daha önemlidir. Nitekim Hz. Peygamber de bunu istemişti. Ama
Allah gerçek güç kaynağının ne olduğunu en
iyi biliyordu. Bu da hiçbir şahsın arzusuna ya da geçerli
bir töreye aldırış etmeksizin belirlenen yolda
dosdoğru yürümekti.
Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- halasının
kızı Zeynep binti Cahş -Allah ondan razı
olsun- ile ilgili mesele az önce sunulan iki örneği
destekler mahiyette ve aynı amaca yöneliktir. Hz. Peygamber
Zeyneb'i, Zeyd b. Harise ile evlendirmişti. Bilindiği
gibi Peygamberimiz, Hz. Zeydi peygamberlikten önce evlad edinmişti.
Bu yüzden Zeyd'e "Zeyd b. Muhammed" denirdi. Yüce
Allah bu bağlılığı bu soya
katımı kesmek istedi. Bu nedenle, "Evlatlık
edindiklerinizi babalarına nisbet ederek çağırın;
bu, Allah'ın yanında daha adaletlidir" (Ahzab
Suresi, 15
) buyurdu.
Yine şöyle buyurdu:
"Allah evlatlıklarınızı da sizin öz oğullarınız
kılmadı." (Ahzab Suresi, 4)
Hz. Zeyd, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- en
sevdiği insanlardan biriydi. Bu yüzden, onu halası
kızı Zeynep bint Cahş'la evlendirmişti. Ama bu
evlilik yürümedi, birlikte hayatlarını sürdüremediler.
Cahiliye döneminde Araplar evlatlık edinen kişinin
evlatlığının boşadığı
kadınla evlenmesini uygun görmezlerdi. Yüce Allah bir insanın
babasından başkasına nispet edilmesini geçersiz
saydığı gibi bu geleneği de geçersiz kılmıştır.
Bu amaçla Zeyd boşadıktan sonra Zeyneb'i kendisiyle
evlendireceğini, böylece bu geleneği
yıkacağını peygamberine bildirmiştir. Ne
var ki, Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- yüce
Allah'ın kendisine haber verdiği şeyi
saklıyordu. Her ne zaman Zeyd, kendisine Zeynep'le
beraberliğinin zorluğunu şikayet ediyorsa
"Karını bırakma" diyordu. Bu sözleri
ile, Zeyd boşadıktan sonra Zeynep'le evlenmesinden
dolayı halktan gelecek olumsuz tepkiyi gözönünde
bulunduruyordu. Bu amaçla yüce Allah'ın açığa çıkmasını
takdir ettiği olayı Zeyd eşini boşayana kadar
içinde sakladı. Bunun üzerine yüce Allah bu konuda vahiy
göndererek, Hz. Peygamberin içinden geçenleri, açıklamış
ve bu konudaki hükmünün dayanmasını istediği
temelleri vurgulamıştır.
"Allah'ın nimet verdiği, senin de kendisine
nimet verdiğin kimseye; "Karını bırakma,
Allah'dan kork" diyordun, fakat Allah'ın açığa
vuracağı şeyi içinde gizliyordun, insanlardan
çekiniyordun; oysa asıl çekinmene lâyık olan, Allah
idi. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu
sana nikahlâdık ki, evlatlıkları,
kadınları ile ilişkilerini kestikleri zaman o
kadınlarla evlenmek hususunda mü'minlere bir güçlük olmasın.
Allah'ın buyruğu her zaman yerine getirilmiştir."
(Ahzab Suresi, 37)
Hz. Aişe, -Allah ondan razı olsun- "şayet
Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- yüce Allah'ın
kendisine vahyettiği herhangi bir şeyi gizleseydi "Allah'ın
açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun,
insanlardan çekiniyordun; oysa asıl çekinmene lâyık
olan, Allah idi
"
ayetini
gizlerdi" derken doğruyu söylüyordu.
Yüce Allah şeriatını bu şekilde
uygulamış, böyle sağlamlaştırmıştır.
Evlatlığının boşadığı
kadınla evlenmesine ilişkin toplumdan gelecek olumsuz
tepkiden dolayı peygamberinin kafasını meşgul
eden şeyleri ortaya çıkarmıştır.
Şeytanın bu gediği kullanarak kargaşa çıkarmasına
imkân vermemiştir. Kalplerinde hastalık
bulunanları, kalpleri taşlaşmış
olanları; bu olayı tartışma ve demogoji
malzemesi olarak kullanıp durmak üzere kendi hallerinde bırakmıştır.
DAVANIN SIHHATİ VE DAVETÇİNİN TUTUMU
Bu ayetlerin tefsiri hakkında benimsediğimiz görüş
budur. Kuşkusuz doğruya ileten, doğru yolu gösteren
yüce Allah'dır.
Peygamberlerden sonra kimi dava adamlarının
gayretkeşliği, heyecanlılığı
davanın yayılıp başarıya
ulaşması konusunda duydukları aşırı
istek onları davanın temel ilkelerinden
saymadıkları bazı hususları görmezlikten
gelerek bazı şahıslara veya gruplara
yaklaşmaya, davadan kaçıp düşman kesilmesinler
diye onlara şirin görünmeye yöneltebilir.
Yine bu duygular onları davanın ince ve duyarlı
ölçüleriyle davanın belirlenmiş doğru ve dengeli
hareket metodu ile uyuşmayan kimi araçlara, kimi yöntemlere
başvurmaya itebilir. Bunu da davanın daha çabuk başarıya
ulaşması, daha çabuk yayılması ihtirası
ile ve "davanın çıkarını gerçekleştirme"
amacına yönelik bir içtihad olarak yapabilirler. Oysa davanın
gerçek çıkarı, az çok, sağa sola sapmadan
belirlenen metod doğrultusunda hareket etmektir. Sonuçların
ne olacağı ise Allah'ın bilgisine özgü gaybın
kapsamındadır. Şu halde davet yükünü
omuzlayanların ilerde elde edilecek sonuçların
hesabını yapmaları doğru değildir. Onlara
düşen, davet hareketinin açık, net,
anlaşılır ve ince metodu doğrultusunda yol
almak, bu tarz doğru bir hareketin sonuçlarını da
Allah a bırakmaktır. En sonunda iyilikten başka bir
şeyle karşılaşmayacaklardır.
Bakın işte Kur'an, şeytanın onların bu
tür isteklerini kullanarak davanın özüne nüfuz etmek
için tetikte beklediği konusunda onları uyarıyor.
Gerçi yüce Allah peygamber (nebi) ve elçilerini (Resul) korumuş,
bu yüzden şeytanın onların bu fıtri
eğilimlerini kullanarak davanın temeline nüfuz etmesine
imkân vermemiştir. Ama dava adamları korunmuş
değildirler. Bu yüzden, bu açıdan şiddetli bir
uyarıya, ileri düzeyde bir sakınmaya muhtaçtırlar.
Davanın başarısı için içten gelen istekleri,
"Davanın çıkarı" dedikleri şeye yönelik
hırsları şeytanın kullanabileceği bir
gedik olabilir endişesi ile sürekli uyanık
olmalıdırlar. Aslında dava adamlarının
lugatında "Davanın Çıkarı" diye bir
kelimenin olmaması gerekir. Çünkü bu kaygan bir zemindir,
ayakların kaymasına neden olur. Dava
adamlarının kişisel çıkarları kullanarak
etkilemesi üçleşince, şeytanın kullanmasına
müsait açık bir kapı olur. "Davanın çıkarı"
zamanla davetçilerin ibadet ettiği bir puta dönüşür,
bu yüzden asıl davet metodunu da unuturlar. Davetçiler
davanın metodu doğrultusunda hareket etmeli, sırf
bu metodu gözetmelidirler. Bunun sonucunda dava ve davetçiler,
büyük bir tehlike de sezmiş olsalar bile bu çizgiden
sapmamalı, hiçbir tarafa yönelmemelidirler. Onların
sakınmak zorunda oldukları tek tehlike, herhangi bir
nedenden dolayı davanın hareket metodundan az veya çok
sapmaktır. Çünkü davanın çıkarını en
iyi Allah bilir, onlar bundan sorumlu değildirler.
Onların tek bir sorumlulukları vardır; hareket
metodundan sapmamak, yoldan ayrılmamaktır.
YALANLAYICILAR ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
Bu ayetler ve bu ayetlerin içerdiği Allah'ın
davasının şeytanın komplosundan
korunmasına ilişkin hususlar üzerine, bu gerçekleri
kabul etmeyen kâfirlerin bozguna uğrayacakları ve
onları aşağılayıcı bir azabın
beklediği ile ilgili bir değerlendirme yer alıyor: