38- Hiç kuşkusuz Allah mü'minleri destekler, savunur;
yine hiç şüphesiz Allah hiçbir emanetine hıyanet
edeni ve nankörü sevmez.
39- Saldırıya uğrayan mü'minlere savaşma
izni verilmiştir. Çünkü onlar zulme uğramışlardır.
Hiç kuşkusuz Allah'ın onlara yardım etmeye gücü
yeter.
40- Onlar sırf "Rabb'imiz Allah'dır"
dediler diye haksız yere yurtlarından çıkarıldılar.
Eğer Allah bir kısım insanları diğer bir
bölümü aracılığı ile savmasaydı nice
manastır, havra ve içlerinde Allah'ın adı, çokça
anılan cami yıkılıp giderdi. Kim Allah'a
yardım ederse bilsin ki Allah da mutlaka kendisine
yardım edecektir. Hiç şüphesiz Allah güçlü ve
üstün iradelidir.
41- Onlar ki, eğer biz kendilerini yeryüzünde egemen kılarsak
namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği
emrederek kötülükten sakındırırlar. Her
şeyin akıbeti Allah'a aittir.
Kuşkusuz kötülük ve sapıklık güçleri
şu yeryüzünde hareket etmektedirler. İyilikle kötülük,
hidayetle sapıklık arasındaki savaş ise
kesintisiz sürmektedir. Yüce Allah'ın insan türünü
yarattığı günden beri iman ve zorbalığın,
despotluğun güçleri arasında sürekli bir çarpışma
vardır.
Kuşkusuz kötülük özü itibariyle serkeştir,
azgındır. Batıl vurucu silahlara sahip olur. Hiçbir
şeyden sakınmadan her şeyi ezip geçer. Korkmadan
öldürücü darbeler indirir. Eğer insanlar iyiliği
örüp, ona yönelecek olurlarsa onları bundan vazgeçirebilir.
Kalplerini gerçeğe açacak olurlarsa çeşitli
baskı yöntemlerine başvurarak buna engel olabilir.
Şu halde imanın, iyiliğin, gerçeğin kendisini
baskılardan koruyacak, vazgeçirme girişimlerinden uzak
bulunduracak, yolun dikenlerinden ve düşman oklarından
sakındıracak bir güce sahip olması kaçınılmazdır.
Yüce Allah imanın, iyiliğin ve gerçeğin
zorbalık, kötülük ve batıl güçleri karşısındaki
savaşta yalnız kalmalarını ve sadece
imanın ruhlardaki gücüne, gerçeğin fıtri
üstünlüğüne, iyiliğin kalplerdeki köklülüğüne
dayanmalarını istememiştir. Çünkü batılın
sahip olduğu maddi güçler kalpleri sarsabilir, ruhları
yanıltabilir, fıtratları kararsız
kılabilir. İnsan sabrının, direncinin bir
sınırı vardır. İnsanın katlanma gücünün
kapasitesi sınırlıdır. İnsan gücünün
tükendiği belli bir nokta vardır. İnsanların
kalplerini ve ruhlarını ve kapasitelerini en iyi yüce
Allah bilir. Bunun için mü'minleri imandan vazgeçirme amaçlı
baskılarla başbaşa ve yalnız
bırakmamıştır. Direniş için hazırlıklı
almalarını, savunmalarını
geliştirmelerini, cihat için, araç ve gereç bulundurmalarını
emretmiştir. Ancak bu durumda onlara düşmanı püskürtmek
için savaş iznini vermiştir.
Savaşa çıkmadan önce onlara, savunmalarını
üstlendiğini, kendi himayesinde olduklarını
bildirmiştir.
"Hiç kuşkusuz Allah mü'minleri destekler, savunur."
Yüce Allah kâfir oldukları ve ihanet ettikleri için
mü'minlerin düşmanlarını sevmediğini, bu yüzden
onların kesinlikle yardımsız
bırakılacaklarını bildirmiştir:
"Hiç şüphesiz Allah hiçbir emanetine hıyanet
edeni ve nankörü sevmez."
Yine yüce Allah mü'minlerin savunmayı hakettiklerine güvenlikte
olacaklarına hükmetmiştir. Bunu edebi açıdan,
zulme uğramış, saldırgan olmayan ve
şımarmayan kişiler oldukları için
hakettiklerini ifade etmiştir.
"Saldırıya uğrayan mü'minlere savaşma
izni verilmiştir. Çünkü onlar zulme uğramışlardır."
Bunun yanısıra Allah'ın kendilerini
koruyacağından ve kendilerine yardım
edeceğinden emin olmalarını da
vurgulamıştır:
"Hiç kuşkusuz Allah'ın onlara yardım
etmeye gücü yeter."
Sonra mü'minlerin savaşa girmeleri için önemli bir
gerekçeleri de vardır. Çünkü onlar büyük bir insanlık
görevi üstlenmişlerdir. Bu büyük görevin iyiliği
sadece kendilerine dokunmaz, bunun yanında bütün mü'min
cephe bu iyilikten yararlanır. Bu aynı zamanda inanç ve
ibadet özgürlüğünün de garantisidir. Üstelik onlar
zulme uğramışlar, haksız yere
yurtlarından çıkarılmışlar:
"Onlar sırf `Rabb'imiz Allah'dır' dediler diye
haksız yere yurtlarından çıkarıldılar."
Bu söz; "Rabb'imiz Allah'dır" sözü, söylenen
en doğru sözdür. Söylenmesi gereken en gerçek sözdür.
Onlar sadece bu sözü söyledikleri için yurtlarından çıkarılmışlar.
Çünkü bu söz saldırgan zorbalar açısından,
şüpheye yer bırakmayan kesin isyankârlığın
ifadesidir. Ama bu, haksızlığa uğrayanlar açısından
her türlü kişisel hedeften soyutlanmanın ifadesidir.
Onlar yalnız ve yalnız inançlarından dolayı
yurtlarından çıkarılmışlar. Şu yeryüzü
nimetlerinden biri uğruna başlatılan bir mücadele
değildir bu. İnsanların ihtiraslarını kamçılayan,
çıkar çatışmalarına neden olan,
değişik eğilimlerin, karşıt isteklerin
sahnelendiği dünya değerleri için bir çarpışma
değildir bu.
Bütün bunların ötesinde genel kural yer alıyor;
inancın savunulması gereği evrensel bir kural
olarak vurgulanıyor!
"Eğer Allah bir kısım insanları
diğer bir bölümü aracılığı ile
savmasaydı, nice manastırlar, havra ve içlerinde Allah'ın
adı çokca anılan cami yıkılıp giderdi."
Manastırlar, rahiplerin içinde ibadet etmek amacıyla
inzivaya çekildikleri yerlerdir. Havralar ise yahudilerin ibadet
yerleridir. Mescidler de müslümanların içinde ibadet
ettikleri yerlerdir.
Bunların tümü -kutsallıklarına ve Allah'a
ibadet için ayrılmış bulunmalarına
rağmen- her zaman yıkılma ile karşı
karşıya kalırlar. Çünkü batıla göre
buralarda Allah'ın adının anılmış
olması bir ayrıcalık sayılmaz. Bazı
insanların, bazısının
saldırılarını püskürtmelerinin dışında
hiçbir şey buraları yıkılma tehlikesinden
koruyamaz. Yani inancı koruyanların, inancın
saygınlığını tanımayan, inancı
benimseyenlere haksızlık eden düşmanları
savmaları buraları yıkılmaktan korur. Çünkü
batıl şımarıktır. Kendisine
saldıran, kendisini püskürten denk bir kuvvetle karşılaşmadıkça
azgınlığından vazgeçmez, saldırganlığından
geri kalmaz. Hakkın sırf hak oluşu düşmanların
ona saldırmasına engel oluşturmaz. Aksine
hakkı koruyan, onu savunan bir gücün bulunması
zorunluluktur. İnsan bu özelliklere sahip bildiğimiz
insan olduğu sürece değişmez genel bir
kuraldır bu.
Şu kelimeleri az ama anlamları derin ayetler
üzerinde ve bunların ötesinde hem ruhlar dünyasında
hem de hayatta yer alan bazı sırların üzerinde
durmamız gerekir.
Yüce Allah, müşriklerin savaş açtığı,
batıl ehlinin saldırısına uğrayan
kimselere kendilerini savunma amacı ile savaşma iznini
verirken, "Allah'ın mü'minleri savunacağını
ve kendilerine saldıran hain kâfirleri sevmediğini"
ifade ederek başlıyor:
"Hiç kuşkusuz Allah mü'minleri destekler, savunur;
yine hiç şüphesiz Allah emanetine hıyanet edeni ve
nankörü sevmez.
Buna göre yüce Allah mü'minleri düşmanlarına
karşı savunacağını garanti etmiştir.
Yüce Allah kimi savunursa o, kesinlikle düşmanlarının
vereceği zarardan korunmuş demektir. Ve o kesinlikle düşmanından
üstündür. Peki niçin onlara savaş izni veriyor? Niye
üzerlerine cihad farz kılınıyor? Neden kendilerine
savaş izni veriliyor da bu yüzden öldürülüyorlar,
yaralanıyorlar, büyük eziyetler, meşakkatler
çekiyorlar? Halbuki sonuç bellidir. Ve yüce Allah, hiçbir
zorluk, hiçbir meşakkat çekmelerine, büyük fedakârlıklara,
dayanılmaz acılara, öldürme ve savaşlara
katlanmalarına gerek kalmadan bu akıbeti gerçekleştirebilir?
Verilecek cevap şudur: Bu konudaki yüce Allah'ın
hikmeti son derece yücedir. En kesin kanıt onun
katındadır. Ama insan olarak bizim bu hikmetten
kavradığımız, bilgi ve deneyimler sonucu
aklımızın ve kavrama yeteneğimizin çıkardığı
sonuç şudur: Yüce Allah mesajını yüklenen ve onu
koruma pozisyonunda olan kimselerin beceriksiz
"tembeller" olmalarını dilememiştir. Büyük
bir vurdumduymazlıkla yangelip yatan, bir
sıkıntıya uğradıkları ya da bir
saldırı ile karşı karşıya
kaldıkları zaman, sadece namaz kılmak, Kur'an
okumak ve Allah'a dua etmenin dışında hiçbir çaba
sarfetmeden gayet kolay biçimde zafer kazanan kimseler olmalarını
istememiştir.
Evet, namaz kılacaklardır. Kur'an okumaları,
bollukta ve darlıkta dua ederek Allah'a yönelmeleri
gerekecektir. Ama tek başına bu tür bireysel ibadetler
onların Allah'ın mesajını omuzlamaya lâyık
kimseler olmalarını sağlamaz. Bunlar savaş için
önceden hazırladıkları azık, çarpışma
esnasında kullanmak üzere depoladıkları gıda,
batıla karşı koyarken güvenip dayandıkları
cephane niteliğindedirler. Bunu, takva, iman ve Allah'a
bağlılık duygularıyla arttırırlar.
Yüce Allah, mü'minlere yönelik savunmasının bizzat
kendi elleriyle gerçekleşmesini, böylece savaş
meydanında olgunlaşmalarını dilemiştir.
Çünkü tehlikeyle karşı karşıya
kaldığı, savmak ve savunmak durumunda olduğu,
saldırgan kuvveti püskürtmek için var gücünü topladığı
durumların dışında, insanın bünyesinde
yeralan potansiyel enerji her zaman uyanıp harekete geçmez.
Bu durumda insanın bedensel yapısında yeralan her hücre
rolünü oynamak için kendisine bahşedilen yetenekleri
devreye sokar, ortak operasyon için diğer hücrelerle dayanışma
içine girer, sahip olduğu yetenekleri son noktaya kadar
kullanır, özünde barındırdığı gücü
sonuna kadar harcar. Kendisi için takdir edilen en son noktaya,
kendisi için hazırlanan kemal derecesine ulaşır.
Allah'ın davasını yüklenen bir ümmetin tüm
hücrelerinin uyanması, tüm güçlerinin toplanması, tüm
yeteneklerinin işlevini yerine getirir durumda olması, tüm
enerjilerinin biraraya gelmesi gerekmektedir. Bu ümmetin gelişmesini
tamamlaması, olgunlaşması, bunun sonucunda da o büyük
emaneti yüklenip gereğini yapması için bu bir
zorunluluktur.
Uğruna hiçbir meşakkat çekilmeyen ve yan gelip
yatan tembellerin elde ettiği kolay bir zafer insanın
işaret ettiğimiz yetenek ve enerjilerinin ortaya çıkmasına
engel olur. Bu dùrumda bu enerji ve yetenekleri harekete
geçiremez, onları kullanamaz.
Bunun yanısıra çabuk ve kolay elde edilen bir
zaferin kaybolup gitmesi de kolay olur. Birincisi, böyle bir
zaferin değerinin ucuz olması ve uğruna büyük
fedakârlıkların çekilmemiş olmasıdır.
İkincisi böyle bir zaferi elde edenler, bunu korumak için
tüm güçlerini kullanmazlar, onu kazanmak için enerjilerini
toplayıp devreye sokmazlar. Onu savunmak için yeteneklerini,
enerji ve güçlerini toplayıp harekete geçirmezler.
Kuşkusuz burada zafer ve yenilgiden, hücum ve kaçıştan
güç ve zayıflıktan ilerleme ve geriye çekilmekten,
ayrıca bunlara eşlik eden duygulardan, arzu ve
ızdıraplardan, ferahlık ve hüzünden, huzur ve
bunalımdan zayıflığı ve güçlülüğü
duyumsamadan kaynaklanan vicdanı bir eğilim, pratik bir
alıştırma sözkonusudur. Bunun yanında, inanç
ve toplum adına biraraya gelmek, kişisel duygulardan
vazgeçmek, savaş anında, öncesinde ve sonrasında
eğilimler arasında uyum sağlamak,
zayıflık ve güçlülük noktalarını ortaya çıkarmak,
her durumu gözönünde bulundurarak işleri planlamak... Evet
bütün bunlar, davayı omuzlayan ve gereklerini yerine
getirmek ve insanların ona uymasını sağlamak
durumunda olan bir toplum için zorunludur.
Bütün bunlar ve bunların dışında sadece yüce
Allah'ın bildiği hususlar nedeniyle yüce Allah
mü'minlere yönelik savunmasının bizzat onların
eliyle gerçekleşmesini ve uğruna hiçbir zorluğa
katlanmadan gökten inen bir buluntu olmamasını
dilemiştir. (Buna rağmen İslâm, savaşı
başlı başına bir hedef olarak öngörmez. Ateşkesten
ve saldırmazlıktan daha büyük ve daha Önemli bir
amaç olmadığı sürece savaşa izin vermez.
Kur'an-ı Kerim'de yeralan birçok ayette de vurgulandığı
gibi İslâm'ın amacı barışı
sağlamaktır. Ama haksızlık, zulüm, azgınlık
ve düşmanlığın olmadığı bir
barış... İnanç ve ibadet özgürlüğü,
yönetiminde ve cezalandırmada adaletli olmak, mal ve
serveti, hak ve sorumlulukları adilce paylaşmak,
kişisel ve toplumsal olarak Allah'ın belirlediği
sınırlar içinde hareket etmek gibi üstün insani değerlere
karşı bir saldırı, bir tecavüz sözkonusu
olduğu zaman... İşte bu değerlerden herhangi
birine, herhangi bir şekilde, bir saldırı ve tecavüz
ister bir fertten diğerine, ister bir fertten bir topluma,
ister bir toplumdan bir ferde ya da topluma, ister bir devletten
diğerine yönelik olsun, İslâm bu durumda böyle bir
haksızlığa dayanan bir barışa razı
olmayacaktır. Çünkü İslâma göre barış
saldırmazlık ve statükoyu korumak değildir.
İslâm göre barış, yüce Allah'ın
kulları için belirlediği sistem dairesinde iyilik ve
adaletin gerçekleşmesidir. (Daha geniş bilgi için
"Ïslâm ve Dünya Barışı" kitabına
bakınız.)
Zulme uğrayan ve "Rabb'imiz Allah'dır"
demekten başka suçları olmaksızın haksız
yere yurtlarından çıkarılanlara yönelik zafer
kimi zaman gecikebilir. Kuşkusuz bu gecikme yüce Allah'ın
dilediği bir hikmetten dolayıdır.
Zafer gecikebilir, çünkü ümmet henüz olgunlaşmamıştır,
henüz gerekli eğitimi tamamlamamıştır. Bütün
enerjilerini biraraya getirmemiştir. Bütün hücreler
içlerindeki tüm güç ve yetenekleri son noktasına kadar
belirleyip ortaya çıkarmak için. henüz biraraya gelip
harekete geçmemişlerdir. Bu ümmet bu durumda olduğu
halde zafer elde edecek olursa, uzun süre bu zaferi koruyacak
güce sahip olmadığından çok çabuk yitirecektir
elde ettiği zaferi.
Mü'min ümmet, gücünü son noktasına kadar
kullansın, bütün birikimlerini harcasın, üstün ve değerli
gördüğü her şeyi feda etsin, bunları Allah
yolunda kolay ve ucuz harcamasın diye zafer gecikebilir.
Mü'min ümmet var gücünü denesin ve Allah'ın
yardımına dayanılmadığı sürece yalnız
başına bu güçlerle zaferin kazanılmayacağını
anlasın diye, yüce Allah'ın söz verdiği zafer
gecikebilir. Mü'min ümmet elinden gelen her şeyi bu
uğurda harcadıktan ve bundan sonrasını Allah'a
bıraktıktan sonra yüce Allah'ın verdiği zafer
sözü gerçekleşir.
Mü'min ümmet, büyük zorluklar çekerken, acılara
katlanırken, bütün gücünü bu uğurda harcarken,
Allah'dan başka bir dayanağın
olmadığını sıkıntı anında
ancak O'na yönelineceğini bizzat yaşarken, Allah'a olan
bağlılığı daha bir artsın diye zafer
gecikebilir. Çünkü, yüce Allah kendisine izin verip zafere ulaştıktan
sonra Allah'ın sistemi doğrultusunda hareket etmesinin
ilk garantisi Allah'la kurduğu bu bağdır. Ancak bu
şekilde azgınlaşmaz, yüce Allah'ın kendisine
zafer bahşetmesine neden olan haktan, adaletten ve iyilikten
sapmaz.
Allah'ın verdiği zafer sözü kimi zaman gecikebilir.
Çünkü mü'min ümmet giriştiği savaşta,
yaptığı fedakârlıklarda, can ve mal konusunda
yaptığı harcamalarda bütünüyle Allah için,
davası için bunlardan soyutlanmamış olabilir. Bir
ganimet için ya da kendisini korumak için veya düşman
karşısında kahramanlık ve cesaret gösterisinde
bulunmak için savaşıyor olabilir. Oysa yüce Allah
cihadın sadece kendisi için, sırf kendi yolunda, ve
diğer bütün endişelerden uzak olmasını
istiyor. Nitekim, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine
olsun"Bir adam kendini korumak için, bir kahramanlık için,
biri de gösteriş için savaşıyor. Bunlardan
hangisi Allah yolunda savaşıyor" diye
sorulduğunda "Allah'ın sözü en üstün olsun diye
savaşan Allah yolunda savaşıyor" diye cevap
vermiştir (Buhari, Müslim)
Mü'min ümmetin savaştığı, kötülüğün
bünyesinde, bir iyilik kalıntısı bulunduğu için
de zafer gecikebilir. Bu yüzden yüce Allah kötülüğün
bütünüyle iyilikten soyutlanmasını, tek
başına kötülük olarak kalmasını, içinde
bir zerre dahi olsa iyiliğin de yok olmaması için
sadece kötülüğün mahvolmasını ister. Mü'min
ümmetin savaş ilan ettiği batıl, olanca çıplaklığı
ile halkın görüşünde netleşmediği,
çirkefliği bütünüyle bilinmediği için de zafer
gecikebilir. Böyle bir durumda mü'min ümmet batıla
üstünlük sağlayacak olursa, batılın
bozukluğu, yok edilmesinin zorunluluğu konusunda henüz
ikna olmamış, bu yüzden batıla yardımcı
olan kimi aldanmışlar bulunabilir. Bu durumda gerçeği
tam anlamıyla kavrayamamış saf kimselerin gönlünde
batıla karşı köklü bir eğilim yeredebilir.
Halbuki yüce Allah, bütün insanlar net olarak görene kadar batılın
varlığını sürdürmesini ister. Yok olacağı
zaman geride hiçbir kalıntı bırakmadan, hiç kimse
kendisine hayıflanmadan yok olup gitsin diye.
Ortam henüz mü'min ümmetin temsil ettiği hak, iyilik ve
adaletin geleceği açısından uygun
olmadığından zafer gecikmiş olabilir. Durum böyle
olduğu halde mü'min ümmet zafer elde edecek olursa ortamdan
kaynaklanan ve birlikte yapamayacağı bir muhalefetle
karşı karşıya kalabilir. Çevresindeki
insanların gönülleri zafer kazanan gerçeği kabullenip
kalıcılığını isteyecek duruma gelene
kadar çekişme sürüp gidecektir.
Bütün bunlar için, bir de yüce Allah'ın bilip de bizim
bilmediğimiz birtakım nedenler için zafer. gecikebilir.
Fedakârlıklar kat kat katlanabilir. Çekilen acılar
arttıkça artabilir. Buna rağmen yüce Allah düşmanlarına
karşı mü'minleri savunacak, en sonunda zaferi onların
lehine gerçekleştirecektir.
Sebepler yerine gelip zaferin bedeli ödendikten, onu saran
atmosfer onu kabullenip kalıcılığını
sağlayacak duruma geldikten sonra yüce Allah zafer izni
verdiği zaman yerine getirilmesi gereken birtakım yükümlülükler,
katlanılması gereken birtakım zorluklar
vardır.
"Kim Allah'a yardım ederse bilsin ki, Allah da
mutlaka kendisine yardım edecektir. Hiç şüphesiz Allah
güçlü ve üstün iradelidir."
"Onlar ki, eğer biz kendilerini yeryüzünde egemen kılarsak
namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği
emrederek kötülükten sakındırırlar. Her
şeyin akıbeti Al
lah'a
aittir."
Kendisine yardım edenlere yardım edeceğine
ilişkin yüce Allah'ın verdiği söz, kesin, sağlam,
gerçekleşmesi kaçınılmaz ve
değiştirilmez bir sözdür. Peki, Allah'a yardım
eden dolayısıyla, güçlü, üstün iradeli ve dostlarını
yüzüstü bırakmayan ulu Allah'ın
yardımını hakedenler kimlerdir? İşte
onlar:
"Onlar ki; eğer biz kendilerini yeryüzünde egemen kılarsak."
"Zafer kazanmalarını sağlayıp,
durumlarını sağlamlaştırırsak "namazı
kılarlar."
Allah'a kulluk ederler, O'nunla olan bağlarını güçlendirirler,
isteyerek, boyun eğerek ve büyük bir teslimiyet duygusu
içinde Allah'a yönelirler.
"Zekâtı verirler."
Malın hakkını verirler. Nefsin cimriliğini
yenerler. İhtirastan arınırlar, şeytanın
vesvesesine üstün gelirler, toplumsal hayatta meydana gelen boşluğu
doldururlar, toplumdaki zayıfları ve muhtaçların
sorunlarını üstlenirler, böylece topluma canlı
bir beden niteliğini kazandırırlar. Tıpkı
Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- buyurduğu
gibi "Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet etmede,
birbirlerine karşı şefkatli davranmada mü'minler
bir beden gibidirler. Bu bedenin bir organı
ağrıyacak olursa bedenin diğer organları da
uykusuzluk ve acı çekmede ona ortak olurlar"...
"İyiliği emrederler."
İyiliğe ve hayıra çağırırlar,
insanları buna yöneltirler.
"Kötülükten sakındırırlar."
Kötülüğe ve bozgunculuğa karşı
direnirler. Böylece, değiştirmeye gücü yettiği
halde, iyiliği gerçekleştirmekten geri durmayan müslüman
ümmet diye nitelendirilmeyi hakederler.
Yüce Allah'ın insanlık hayatı için öngördüğü
hayat sistemine yardım ettikleri, başkasına
değil, sadece Allah'a güvenip dayandıkları için
Allah'ın yardım ettiği kimseler bunlardır.
Bunlardır yüce Allah'ın gerçek ve kesin bir
şekilde kendilerine zafer sözünü verdiği kimseler.
Bu, sebepleri ve sonuçları ile varolabilen bir zaferdir.
Bu zaferin gerçekleşmesi birtakım yükümlülüklerin
yerine getirilmesi, birtakım zorluklara
katlanılması şartına bağlıdır.
Bundan sonrası Allah'a aittir, nasıl dilerse öyle
hareket eder. Dilerse yenilgiyi zafere dönüştürür.
Dayanakları yok olduğu, yükümlülükleri yerine
getirilmediği için zaferi de yenilgiye dönüştürür.
"Her şeyin akıbeti Allah'a aittir."
Kuşkusuz, hakkın, adaletin, iyiliğin,
hayırın, özgürlüğün üstün gelmesi ile insanlık
hayatında ilahi hayat sisteminin egemen olması ile sonuçlanan
bu zaferin; gölgesinde kişisel isteklerin, bireysel çıkarların,
arzu ve eğilimlerin barınamadığı böylesine
büyük bir zaferin...
Evet böyle bir zaferin sebepleri, bir bedeli, yerine
getirilmesi gereken yükümlülükleri, birtakım
şartları olacaktır. Hiç kimseye boşuna ve
gereksiz yere zafer bahşedilmez. Hedefi ve sonuçları
gerçekleşmeyince hiç kimsenin elde ettiği zafer
kalıcı olmaz.
Önceki ders, inanç ve inancın sembolik ibadetlerini
korumak için savaş iznine ilişkin bir açıklama,
bunun yanında inancın yükümlülüklerini yerine
getiren ve ilahi sistemi toplum hayatına egemen kılan
kimselere yönelik yüce Allah'ın verdiği zafer ile son
bulmuştu.
Ayetler mü'min ümmetin yerine getirmesi gereken
yükümlülüklerin açıklanmasını bitirince, Hz.
Peygamberi -salât selâm üzerine olsun- ilahi gücün elinin
kendisine yardım etmek üzere olaylara müdahale ettiğini,
düşmanlarını yüzüstü bırakacağını
vurgulayarak yüreklendiriyor, güven veriyor. Nitekim ilahi
kudret eli bundan önce de kardeşleri olan diğer
peygamberlere -selâm üzerlerine olsun- yardım etmek ve
kuşaklar boyu gelmiş geçmiş yalanlayanları
cezalandırmak için olaylara müdahale etmişti. Böylece
müşrikleri geçmiş milletlerin harap olmuş
yurtları üzerinde düşünmeye yöneltiyor. Şayet
algılayacak ve algıladığını
değerlendirecek kalpleri varsa... Çünkü gözler kör
olmaz. Aslında kör olan göğüs boşluğunda
yeralan kalplerdir.
Arkasından ayetlerin akışı Hz. Peygamberi
-salât selâm üzerine olsun- yüce Allah'ın peygamberlerini
şeytanın komplolarına karşı koruduğu
gibi Allah'ın mesajını yalanlayanların
entrikalarına karşı da koruyacağını
vurgulayarak kendisine güvenmesini, endişelerden
uzaklaşmasını sağlıyor. Allah
şeytanın girişimlerini boşa çıkarır,
ayetlerini tutarlı ve anlaşılır bir
şekilde sunarak dejenere olmamış kalplerin
algılayacağı şekilde onları
belirginleştirir. Hasta ve kâfir kalplere gelince, onlar akıbetlerin
en kötüsüne uğrayıncaya kadar içlerinde hep bir kuşku
ile yaşarlar.
Şu anda ele almak üzere olduğumuz bu ders, geçen
derste açıklanan şekliyle davetçiler üzerine düşeni
yerine getirip görevlerini yaptıktan sonra ilahi gücün
davetin gidişine yaptığı müdahaleleri ve
bunun etkilerini açıklıyor.