(Bazı
tefsirciler, ayetin orjinalinde geçen "sarrafnahu"
kelimesindeki zamirin ifadede yer alan en yakın isim
olması ve bu konuda Kur'andan da söz edilmemesi nedeniyle
"su"ya dönük olduğunu kabul etmişler. Ancak
biz bu zamirin Kur'ana dönük olduğunu düşünüyoruz.
Çünkü "ve cahidhum bihi" cümlesinde Kur'an
kastediliyor. Zaten su ile de cihad edilmez. Dolayisiyle bu ikinci
zamir Kur'ana dönük olabildiğine göre birincisi de ona
dönüktür. Bu gözönünde bulundurulan gizli bir münasebetle
Kur'anın birçok yerinde rastlanan dikkat çekme
örneklerinden biridir. Buradaki münasebet ise, temizleyici ve
canlandırıcı suyun indirilişidir. Bu da
zihinleri arındırıcı ve diriltici
Kur'anın indirilişine çevirir. Nitekim bu sure de
bütünüyle bu anlam etrafında
yoğunlaşmaktadır.) Bu gerçeği çeşitli
şekillerde, değişik yöntemler kullanarak, çeşitli
alanlara dikkatleri çekerek sunduk. Onunla duygularına,
kavrayışlarına, ruhlarına, zihinlerine hitap
ettik. Her kapıdan ruhlarına nüfuz ettik. "Düşünüp
ders alsınlar diye" vicdanlarını harekete
geçirecek her yönteme başvurduk. Şu halde mesele
gereğinden fazla hatırlatmada bulunmayı
gerektirmiyor. Çünkü Kur'anın onları yöneltmeye çalıştığı
gerçek fıtratlarında, özlerinde saklıdır.
Ama bir ilah haline getirdikleri kişisel arzuları bu gerçeği
unutturmuştur onlara "Fakat insanların çoğu
ısrarla nankörlüklerini sürdürürler."
Şu halde Hz. peygamberin -salat ve selam üzerine olsun-
görevi ağır ve meşakkatlidir. Çünkü O, çoğunluğu
kişisel arzusuna, ihtirasına uyup sapıtan, iman
kanıtları gözlerinin önünde bulunduğu halde yüz
çevirip kafirliği tercih eden tüm insanlığı
karşılamaktadır. "Eğer dileseydik her
şehre ayrı bir uyarıcı gönderirdik."
Dolayısiyle zorluklar bölünür, görev kolaylaşırdı.
Ama yüce Allah bu görev için yalnız bir kulunu seçti; onu
peygamberlerin sonuncusu olarak görevlendirdi. Bütün beldelerin
uyarılmasını ona yükledi. Amaç, son risaletin tek
elde toplanması, değişik beldelerde ayrı
ayrı peygamberlerin aracılığı ile
farklı dillerde anlatılmamasıdır. Bu amaçla
yüce Allah son peygambere, bu beldelerin halkları ile cihad
ederken ona dayanması için Kur'anı indirdi.
"O halde sakın kafirlerin uzlaşma önerilerini
kabul etme; Kur'an'a dayanara
Kuşkusuz bu Kur'anda bir güç ve insanların
duygularına egemen olma özelliği vardır. Kur'an
insan üzerinde derin bir etkiye sahiptir. Karşı
konulmaz bir cazibesi vardır Kur'anın. O'nun bu cazibesi
insanların kalplerinde büyük bir sarsıntı méydana
getirir. Onların ruhlarını şiddetle sarsar. Bu
yüzden uzun süre onun etkisinde kalırlar ve kendilerini
bundan alamazlar.
Kureyş kabilesinin önde gelenleri, kitlelere "Bu
Kur'anı dinlemeyin; gürültü yapın, belki böylece onu
bastırırsınız" (Fussilet Suresi, 26) derlerdi.
Bu sözler, hem onların hem de onlara uyanların bu
Kur'anın etkisinden dolayı içlerinde oluşan derin
endişenin ifadesidir. Çünkü Kureyş'in seçkinleri
halk kitlelerinin gece ile sabah arasında Muhammed b.
Abdullah'ın -salat ve selam üzerine olsun- okuduğu
bir-iki ayetin veya bir-iki surenin etkisinde kalarak adeta büyülendiklerini
görüyorlardı. Ruhların ona doğru
aktığının, kalplerin ona eğilimli
olduğunun farkındaydılar.
Kureyş kabilesinin ileri gelenleri,
bağlılarına, taraftarlarına bunları söylerken,
kendileri bu Kur'anın etkisinden kurtulabilmiş
değildiler. Eğer onlar ruhlarının
derinliklerinde bu korkunun neden olduğu
sarsıntıyı hissetmiş olmasaydılar bu emri
vermezlerdi, bu uyarıyı toplum içinde bu kadar yaygınlaştırmazlardı.
Hiç kuşkusuz onların bu sözleri, Kur'anın
üzerindeki derin etkisini en güzel şekilde ifade etmektedir.
İbn-i İshak der ki; Bana Muhammed b. Müslim b.
Şihab ez-Zehri anlattı. Ona da şöyle anlatılmış:
Ebu Süfyan b. Harb, Ebu Cehil b. Hişam ve Zühreoğullarının
müttefiki Ahnes b. Şüreyk b. Ömer b. Vehb es-Sakafı
bir gece evinde namaz kılan Resulullah'ı dinlemeye
gittiler. Her biri peygamberimizi dinleyebileceği bir yere
oturdular. Birbirlerinin oturduğundan habersizdiler. Sabah
olup oradan ayrılana kadar onu dinlediler. Yolda birbirleri
ile karşılaştılar ve bu
yaptıklarından dolayı birbirlerini
kınadılar ve birbirlerine bir daha böyle birşey
yapmamaları "eğer insanlardan biri, bizi görecek
olursa içine kuşku düşer" uyarısında
bulundular. Sonra da dağıldılar. Ertesi gecesi
herbiri tekrar eski yerine gelip onu dinlemeye koyuldu. Sabah
olunca da oradan ayrıldılar. Ertesi gece herbiri tekrar
eski yerine gelip onu dinlemeye koyuldu. Sabah olunca da oradan
ayrıldılar. Ama yine birbirleri ile
karşılaştılar. Yine, birgün önce
birbirlerine söyledikleri sözleri tekrarladılar. Sonra da
dağıldılar. Üçüncü gece yine herbiri eski
yerine gelip onu dinlemeye koyuldu. Gün ağarınca da
oradan ayrıldılar. Tekrar yolda birbirleriyle
karşılaştılar. Birbirlerine "Bir daha dönmemek
üzere sözleşmeyinceye kadar ayrılmayalım"
dediler. Bir daha gelip onu dinlemek üzere birbirlerine söz
vererek. dağıldılar.
Güneş doğduktan sonra Ahnes b. Şüreyk,
bastonunu alarak Ebu Süfyan'ın evine gitti. "Ya Ebu
Hanzale, Muhammed'den dinlediklerin hakkında ne düşünüyorsun?"
dedi. Ebu Süfyan "Ya Ebu Sa'lebe, Allah'a andolsun ki, ondan
bildiğimiz bazı şeyler duydum; Bunun yanında
ne anlama geldiğini, ne kastedildiğini bilmediği
bazı şeyler de duydum" dedi. Ahnes "Andolsun
ki, ben de öyle" dedi.
Sonra oradan ayrılıp Ebu Cehil'in yanına gitti.
Evine girerek "Ya Ebul hakem, Muhammed'den duydukların
hakkında ne düşünüyorsun?" dedi. Ebu Cehil
"Ne duydum ki?" Biz ve Abdulmenafoğulları
şeref konusunda çekişiyorduk. Onlar yemek yedirdiler
biz de yedirdik. Onlar bir sorumluluk aldılar biz de
aldık. Onlar yoksullara birşeyler verdiler, biz de
verdik. Bu durum diz dize oturup eşit düzeye gelene kadar
sürdü. Bizle onlar iki yarış atı gibi çekişiyorduk.
Sonra kalkıp `Bizim bir peygamberimiz var, ona gökten vahiy
geliyor' dediler. Peki biz ne zaman böyle bir imkan elde edeceğiz?
Allah'a andolsun ki, hiçbir zaman ona inanmayacağız,
onu doğrulamayacağız" dedi.
`Bunun üzerine Ahnes yanından kalkıp gitti.'
İşte böyle, ruhları Kur'ana doğru
kayıp ona yenik düşmesin diye, içlerinden gelen derin
isteği bastırmaya çalışıyorlardı.
İnsanlar onları büyülenmiş gibi görecek
olurlarsa liderlik fonksiyonları sarsılacaktı. Bu
endişe sebebiyle bir daha Kur'anı dinlememek üzere
sözleşmemiş olsalardı, hergün gelip bu Kur'anı
dinlemekten kendilerini alamazlardı.
Hiç şüphesiz Kur'an-ı Kerim yalın ve
fıtri gerçeği içermektedir. Bu da insan kalbini doğrudan
asıl kaynağa bağlar. Çünkü insan kalbinin bu coşkun
kaynağa karşı dùrması, tazyikli
akıntısına engel olması çok zordur. Öte
yandan Kur'an-ı Kerim bazı kıyamet sahnelerini, geçmiş
milletlere ilişkin kimi hikayeleri, somut gerçekleri ifade
eden evrensel sahneleri, geçmiş milletlerin harap olmuş
yurtlarında bazı manzaraları, son derece güçlü
ve etkili teşhis ve temsil örneklerini içermektedir.
Bütün bunlar kalpleri derinden sarsıyorlar. Bir kalbin
bunlara karşı duyarsız kalması
imkansızdır. Bazan Kur'anın bir tek suresi bile
insanın ruhsal ve bedensel yapısını derinden
sarsar. İnsan ruhunu tam teçhizatlı bir ordunun bile
başaramayacağı şekilde her yönüyle
kontrolüne alır.
Şu halde yüce Allah'ın peygamberine -salat ve selam
üzerine olsun- kafirlerin isteklerine uymamasını,
onların uzlaşma önerilerini kabul etmemesini, davetini
gevşetmemesini, bu Kur'ana dayanarak mücadeleye girişmesini
emretmesinde şaşılacak birşey yok. Çünkü
Hz. peygamber -salat ve selam üzerine olsun- kafirlerle mücadele
ederken insan bünyesinin karşı
koyamadığı, karşısında hiçbir tartışma
ve mantık oyunlarının tutunamadığı
bir güce dayanmaktadır.
AKILLARI DURDURAN BİR OLAY
Bir gerçeğe dikkat çekme amaçlı bu kısa
ayrılıktan sonra ayetlerin akışı evrensel
sahnelere dönüyor; rahmetin müjdecisi rüzgarların ve
arı suyun yer aldığı sahne ile suyu tatlı
ve acı olan denizlerin ve bunlar arasındaki
aşılmaz engellerin yer aldığı sahne
sonunda değerlendirme yapılıyor: