O |
Furkan
|
O |
|
41- Onlar seni her gördüklerinde "Allah, bu adamı
mı peygamber olarak göndérdi?" diye mutlaka alaya alırlar.
42- "Eğer biz ilahlarımıza ısrarla
bağlılığımızı sürdürmeseydik,
az kalsın bu adam bizi onlardan vazgeçirecekti"derler.
Yakında azabımızı gördüklerinde kimin
yolunun sapık olduğunu öğreneceklerdir.
43-İhtiraslarını ilah edinen kimseyi görüyor
musun? Onu doğru yola iletme sorumluluğunu sen mi
üstleneceksin?
44- Yoksa sen onların çoğunun kulaklarının
işittiğini ve düşünebildiklerini mi sanıyorsun?
Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan bile daha
sapık yoldadırlar.
Hz. Muhammed -salat ve selam üzerine olsun- peygamberlikte
görevlendirilmeden önce toplum içinde bilinen ve tanınan
bir kişiydi. Mensup olduğu aileden dolayı toplum içinde
saygın bir yere sahipti. Haşimoğulları
arasında saygınlığın zirvesindeydi.
Bilindiği gibi Haşimoğulları da Kureyş
kabilesinin en saygın koluydu. Yine peygamberimiz, -salat ve
selam üzerine olsun- sahip olduğu ahlak açısından
da toplumda saygın bir yere sahipti. Aralàrında ona
"güvenilir kişi" anlamında "el-Emin"
adını vermişlerdi. Peygamber olarak görevlendirilmeden
çok önce Hacer'ul Esved'in Ka'be'deki yerine yerleştirilmesi
sorununda hakemlik görevini yapmıştı. Aynı
şekilde, birgün Safa tepesine çıkıp onları
çağırdığında ve "şu
dağın arkasında harekete geçmek üzere bir süvari
ordusunun beklediğini haber versem inanır
mısınız?" diye sorduğunda "Evet
inanırız, çünkü sen bizim aramızda hiçbir zaman
yàlan söylemekle suçlanmış biri değilsin"
demişlerdi.
Ama ne zamanki peygamber olarak görevlendirildi, onlara bu
yüce Kur'anı getirdi, o zaman tavırlarını
değiştirerek, onu alaya almaya ve "Allah bu
adamı mı peygamber olarak gönderdi?" demeye başladılar.
Küçük düşürücü, alaycı ve çirkin bir sözdür bu.
Acaba bu tutumları, onun saygın şahsının
ve getirdiği kitabın küçümsemeyi hakettiğine
inandıklarından mı kaynaklanıyordu? Kesinlikle
hayır. Bu tutumları, peygamberimizin etkili
kişiliğinin ve Kur'anın karşı konulmaz
etkisini azaltmak amacı ile önde gelen Kureyşlilerin
hazırladığı iğrenç bir planın
uzantısıydı. Sosyal kurumlarını, ekonomik
yapılanmalarını tehdit eden ve onları bu kurum
ve yapıların temeli olan inanç sistemlerindeki asılsız
hurafe ve efsanelerden uzaklaştırmaya çalışan
bu yeni davet hareketine karşı, direnme amacı ile
başvurdukları yöntemlerden biriydi.
Bu yüzden kendilerini her yönüyle tehdit eden bu yeni davete
karşı, sağlam ve sonuç alıcı stratejiler
belirlemek amacıyla konferanslar, toplantılar düzenlerlerdi.
İşte bu toplantılarda, kendilerinin de yalan
olduğundan kuşku duymadıkları, bu tür
yöntemlere başvurmayı
kararlaştırırlardı.
İbn-i İshak diyor ki; En yaşlıları
olan Velid b. Mugir'e Kureyş kabilesinin önde gelenleri ile
durum değerlendirmesi yapmak üzere bir toplantı düzenlemişti.
Hac mevsimi de yaklaşmıştı. Toplantıda
Velid b. Mugire böyle demişti: "Ey Kureyşliler!
İşte hac mevsimi de yaklaştı. Araplar
akın akın gelecekler. Bu arada (peygamberimizi
kastederek) arkadaşınızın da durumdan haberdar
olacaklar. Bu yüzden onun hakkında ortak bir görüş
benimseyin. Onun hakkında birbirinizi yalanlar türden
birbirinizin sözlerini çürütecek şekilde çelişik görüşler
ileri sürmeyin." Şu halde ey Ebu Abduşşems!
Sen bir görüş belirle, onu söyleyelim" dediler. Velid
"Hayır siz söyleyin, ben dinleyeyim" dedi. "O
bir kahindir diyelim" dediler. Velid "Hayır vallahi
o bir kahin değil. Biz kahinleri gördük. Onun söyledikleri
kahinlerin mırıldamalarına,
oluşturdukları ses uyumlarına benzemiyor" dedi.
"Şu halde delidir diyelim" dediler. Velid "O.
deli değildir. Delileri, cinnler tarafından çarpılmış
mecnunları gördük, onları tanıdık. Delilerin
boğulmalarına, çırpınmalarına,
vesveselerine benzer bir davranışı yok" dedi.
Öyleyse "Şairdir diyelim" dediler. "Hayır
o şair değildir. Çünkü biz şiiri biliriz.
Recezini, Hezecini, Karidini, Makbudunu, Mebsutunut (Şiirde
Aruz vezninin kalıpları.) kısacası şiirin
her türünü tanırız. Onun söyledikleri, şiirin
hiçbir-çeşidine benzemiyor" dedi. "Şu halde
sihirbazdır diyelim" dediler. Velid "Hayır O
sihirbaz değildir. Sihirbazları ve yaptıkları
sihri gördük. Onun sözleri sihirbazların üfürüklerine,
düğümlerine benzemiyor" dedi. Peki ne önerirsin, ya
Ebu Abduşşems? dediler. "Allah'a andolsun ki, onun
sözlerinde bir parlaklık vardır. Gövdesi sağlamdır,
dalları ise, olgun meyveler taşıyor. Bu yüzden
onun hakkında ne söylerseniz söyleyin, çok geçmeden bu
dediklerimizin doğru olmadığı ortaya çıkacaktır.
Dolayisiyle onun hakkında en uygunu sihirbazdır demektir.
Büyüleyici sözler söylediğini, bununla baba ile
oğulu, kardeşle kardeşi, karı ile kocayı,
kişiyle aşiretini birbirinden
ayırdığını söylemektir" dedi. Bu
öneriyi kabul ederek dağıldılar. Gidip hac için
Mekke'ye gelenlerin yollarına oturdular. Teker teker herkesi
peygamberimize karşı uyardılar, O'nun durumunu
anlattılar.
Peygamberimiz aleyhinde müşriklerin kurduğu bu
komplo, ona karşı giriştikleri mücadelede izlemek
üzere benimsedikleri bu strateji, Mekke toplumunun peygamber
efendimiz karşısında çaresiz bir duruma düştüklerini
gözler önüne serdiği gibi, onların bu arada
peygamberimizin sunduğu mesajın gerçek olduğunu
bildiklerini de ortaya koyuyor. Dolayisiyle Hz. peygamberi alaya
almaları, küçümseyen, çekemeyen, tuhaf bulan bir tutumla "Allah
bu adamımı peygamber olarak gönderdi?" demeleri,
aralarında uygulamak üzere kararlaştırdıkları
stratejinin bir parçasıydı. Yoksa bu tutumları, içlerinde
yereden gerçek bir bilinçten kaynaklanmıyordu. Amaçları
bu yöntemle halk kitlelerinin gözünde peygamberimizin değerini
düşürmekti. Kureyş seçkinleri halk kitlelerinin inancının,
kendi dini kontrolleri ve tasarrufları altında
kalmalarına özen gösteriyorlardı. Ancak bu tasarruf
yetkisinin gölgesinde sosyal kurumlarını, ekonomik
sistemlerini koruyabilirlerdi. Kureyş seçkinlerinin bu
tutumu, her zaman ve her yerdeki hak davalarına ve davetçilerine
düşman olanların sergilediği tutumun
aynısıdır.
Görünürde onu alaya almalarına, küçümsemelerine rağmen,
sarfettikleri sözler onların peygamberimizin
kişiliğinden, ortaya koyduğu delilden ve
kendilerine sunduğu Kur'andan etkilenmiş
olduklarını gösteriyor. Nitekim şöyle demişlerdi:
"Eğer biz ilahlarımıza ısrarla
bağlılığımızı sürdürmeseydik
az kalsın bu adam bizi onlardan vazgeçirecekti!"
Kendi itirafları ile de anlaşılıyor ki,
peygamberimizin -salat ve selam üzerine olsun- daveti karşısında
kalpleri sarsılmıştı. Şayet onun
sunduğu mesajın etkisine karşı direnmeyip,
ilahlarına bağlılıkta ısrar
etmeselermiş, dinlerini korumaya, dolayısıyle
sosyal statülerini ve ekonomik ayrıcalıklarını
korumaya yönelik aşırı hırslarına
rağmen neredeyse düzmece ilahlarını ve bu ilahlara
sundukları kulluk görevlerini bir yana bırakacaklarmış.
Sabır, ancak güçlü bir cazibeye karşı aynı
çetin bir direnme durumunda söz konusu olur. Onlar doğru
yolu bulmayı, hidayete ermeyi gerçekleri yanlış
değerlendirdikleri, değerleri kötü belirledikleri
için sapma şeklinde nitelendiriyorlar. Ne var ki, anlar, düzmece
ilahlarına körü körüne bağlanmakta ısrar
ettikleri, gerçeklere karşı inatçı bir tutum
sergiledikleri için peygamber efendimizin kişiliğini ve
davasını küçümser görünüyorlar. Ancak buna rağmen,
Hz. Peygamberin, -salat ve selam üzerine olsun- davası,
kişiliği ve sunduğu Kur'an
karşısında kalplerinin geçirdiği
sarsıntıyı gizlemiyorlar. Bu yüzden bekletilmeden
kısa ve ürkütücü bir tehditle karşı
karşıya bırakılıyorlar:
"Yakında azabımızı gördüklerinde
kimin yolunun sapık olduğunu öğreneceklerdir."
Kendilerine sunulan Kur'anın, doğru yolu mu yoksa
sapık yolu mu gösterdiğini öğrenirler. Ne
yazık ki, bu gerçeği öğrenmenin yarar
sağlamadığı bir sırada, azapla yüz yüze
geldikleri zam an, öğrenirler. Bu azabı, Bedir
savaşında olduğu gibi bu dünyada görmeleri veya
hesaplaşma gününde tadacakları gibi ahirette görmeleri
arasında onlar 'açısından bir fark yoktur.
Bu noktada hitâp peygamber efendimize -salat ve selam üzerine
olsun- yöneltiliyor. Müşriklerin inatçılıklarına,
serkeşliklerine ve kendisini alaya almalarına
karşı O'na destek veriliyor, moral empoze ediliyor.
Çünkü O, davasını sunarken bir kusur
işlememiştir. Onları ikna etmek amacı ile bir
takım deliller sunarken hata etmemiştir. Onların
kendisine dil uzatmalarını haklı kılacak, hiçbir
kusuru olmamıştır. Tam tersine sorun onlardan
kaynaklanıyor. Çünkü onlar kişisel
arzularını ilah edinip ona ibadet ediyorlar. Herhangi
bir belgeye, bir kanıta başvurma gereğini bile
duymuyorlar. Kişisel arzusunu putlaştırıp ona
ibadet eden birine, Hz. peygamber ne yapabilir ki?
"İhtiraslarını ilah edinen kimseyi görüyor
musun? Ona doğru yolâ iletme sorumluluğunu sen mi
üstleneceksin?"
Bu son derece ilginç bir ifadedir. Bütün değişmez
ölçüleri, bilinen kriterleri, yerleşmiş ölçüleri
çiğneyen, bir kimsenin dışa vurmuş ruhsal
durumunu çok derin bir örnekle gözler önüne seriyor. Bu adam
bütünüyle arzusuna boyun eğiyor, ihtirasların
tutsağı oluyor, kendi şahsına ibadet ediyor.
Bir ilah haline getirip ibadet ettiği, boyun eğdiği
azgın ihtirası ile çatışıyorsa, hiçbir
ölçüye uymuyor, hiçbir sınır tanımıyor, hiçbir
mantık kuralını dinlemiyordur.
Yüce Allah bu tip insanların durumu ile ilgili olarak
kuluna -peygamberimize son derece yumuşak bir uslupla
sevgiyle ve şefkatle hitap ediyor: "Görüyor
musun?" Hiçbir
mantığa uymayan, hiç bir kanıta dayanmayan ve gerçeğe
değer vermeyén bu prototipi, ibret verici ve ifade etme bakımından
çarpıcı bir tabloda canlandırılıyor. Amaç
bu tip bir insanın doğru yolu bulmamasından
dolayı peygamberimizin duyduğu üzüntüyü giderip
gönlünü hoş tutmaktır. Çünkü böyle biri doğru
yolu bulamaz, hidayete eremez. Bu yüzden peygamberin onun durumu
ile ilgilenmesi, onunla uğraşması uygun
değildir:
"Onu doğru yola iletme sorumluluğunu sen mi
üstleneceksin?"
Ardından ayetlerin akışı, arzularına
kulluk eden, şehvetlerinin buyruğuna giren,
kişiliklerine, istek ve ihtiraslarına ibadet ettikleri için
delilleri ve gerçekleri reddeden, bu tipleri horlamak amacı
ile bir adım daha atıyor. Burada onları
işitemeyen ve düşünemeyen hayvanlarla aynı düzeyde
değerlendiriyor. Ardından son adımı da
atıyor ve onları hayvanlık düzeyinden alıp
daha alçak, daha aşağılık bir düzeye yuvarlıyor:
"Yoksa sen onların kulaklarının
işittiğini ve düşünebildiklerini mi sanıyorsun?
Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan bile daha
sapık yoldadırlar."
İfadeye kesinlikten sakınan ve insaflı bir hava
egemendir: Çünkü "onların çoğu" deniyor
ve suçlama hepsini kapsayacak şekilde
genelleştirilmiyor. Çünkü aralarında
azınlık durumunda olan bir grup doğru yola girmeye
eğilim gösteriyor, gerçek karşısında durup düşünüyor.
Ancak, kişisel-arzusunu buyruğuna itaat edilen bir ilah
haline getiren, akılları hayrete düşüren kanıtlardan
habersiz olan çoğunluk ise hayvanlar gibidir. Çünkü, düşünme,
kavrama ve bunun sonucunda bilinçli olarak tavır
takınma yeteneğine sahip olmaktan, ikna edici belge ve
delil karşısında durup kabul edebilmekten
başka, insanı hayvandan ayıran hiçbir özellik
yoktur. Daha doğrusu insan, bu özelliklerinden yoksun olduğu
zaman kesinlikle hayvandan daha aşağı bir düzeye
iner. Çünkü hayvan yüce Allah'ın kendisine
bahşettiği içgüdü yeteneği ile yolunu bulur ve görevini
eksiksiz olarak, doğru bir şekilde yerine getirir. Ama
insan yüce Allah'ın kendisine bahşettiği bu
özellikleri bir kenara bırakıyor ve düşünme
yetisini kaybederek hayvandan bile daha aşağı bir düzeye
düşüyor.
"Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan bile daha
sapık yoldadırlar."
Böylece müşriklerin peygamberimizi -salat ve selam
üzerine olsun- alaya almaları üzerine, alaycıları
çok sert, küçümseyici ve önemsemez bir uslupla insanlık
sınırının dışına çıkaran,
bu değerlendirme yapılıyor.
Böylece surenin ikinci bölümü de sona eriyor.
Bu bölümde, evrensel sahnelerde ve evrenin uçsuz bucaksız
alanlarında bir gezinti başlatmak için müşriklerin
sözleri ve peygamber efendimizle -salat ve selam üzerine olsun-
giriştikleri tartışmalar bir kenara
bırakılıyor; peygamber efendimizin kalbi bu
olağanüstü evrensel sahnelere yöneltiliyor, duyguları
oraya bağlanıyor. Bu bağlılık için, müşriklerin
neden olduğu küçük sıkıntıları
aklından çıkarması ve kalbini bu uçsuz bucaksız,
engin ufuklara açması yeterlidir. Bu ufukların görkemi
karşısında komplocuların tuzakları, mücrimlerin
düşmanlıkları çok küçük kalır, önemsizleşir.
Kur'an-ı Kerim kalpleri ve akılları sürekli bu
evrensel sahnelere yöneltir; bu göz kamaştırıcı
manzaralar ile akıllar ve kalpler arasında bir bağ
kurar. Duygularını, taze ve açık bir bilinçle bu
olağanüstülükleri duyumsayabilmesi için onları sürekli
uyanık tutar. Böylece evrende yankılanan sesleri ve
yansıyan ışınları algılar; onlardan
etkilenir, olumlu tepki gösterir. Her bir zerresine yerleştirilmiş
her yönüne serpiştirilmiş ve tüm ayrıntıları
adeta bir sayfa gibi sergilenmiş olağanüstü ayetleri,
mucizeleri algılamak üzere, evren boyutunda yolculuğa
çıkar. Evrende, herşeyi planlayan yüce yaratıcının
elini görür. Gözün görebildiği, duyularının
algıladığı ve kulağının
duyduğu herşeyde bu elin izlerini farkeder. Bütün
bunları, düşünüp faydalı sonuçlar çıkarmak
için bir araç olarak kullanır. Yüce Allah'ın
sanatı ile bağlantı kurarak yüce Allah'a ulaşır.
İnsan, bu evrende gözü ve kalbi açık, duygu ve
ruhu uyanık, düşünce ve fikri Allah'a bağlı
olarak yaşadığı zaman hayatı, yeryüzünün
değersiz ideallerinin üstüne çıkar. Böylece dünya
görüşü daha bir berraklaşır ve hayat düzeyide
yükselir. Her saniye evrenin, ufukların
sınırladığı yerküreden çok daha engin
olduğunu, gördüğü herşeyin değişmez
tek bir iradeden kaynàklandığını, tek bir
yasaya bağlı olduğunu, tek bir yaratıcıya
yöneldiğini, kendisinin de yüce Allah'a bağlı birçok
yaratıktan biri olduğunu, elinin dokunduğu
herşeyde Allah'ın
yaratıcılığının olduğunu
hisseder.
Bir takva duygusu, bir yakınlık duygusu, bir güven
duygusu, onun duygu dünyasında birbirine
karışır; ruhunu kuşatır; dünyasını
imar eder Allah'la buluşana kadar, bu gezegende çıktığı
yolculuğunda şeffaflıktan sevgi ve güvenden bir
damga vurur dünyasına. Ve insan dünya gezegeninde çıktığı
bu yolculuğun yüce Allah'ın sanatının eseri
bir şenlik havası içinde, yüce yaratıcının
güzel ve uyumlu bir tarzda hazırladığı
sofrada tamamlar.
Bu derste surenin akışı, Allah'ın elinin
gayet kolay ve planlı bir şekilde uzatıp
kısalttığı latif gölge sahnesinden, gece
sahnesine; gecedeki uyku ve dinlenmeye, daha sonra gündüz
sahnesine; gündüzün yaşanan hareketlilik ve
canlılığına geçiyor. Oradan rahmetin ve
ölülere hayat veren suyun müjdecisi olan rüzgarların
sahnesine geçiyor. Peşinden biri tatlı, diğeri
acı iki denizin sahnesine geçiyor, denizlerin arasında
bir engel var ve fakat suları birbirïne karışmıyor.
Daha sonra ise gökten inen suyun sunulduğu sahneden, meni
suyuna geçiyor. Bir de bakıyoruz ki, bu meni hayat sürdüren
bir insana dönüşüvermiş. Oradan göklerin ve yerin
altı gün içinde yaratıldığı sahneye geçiyor.
Sonra da göklerdeki yıldız kümelerinin;
yörüngelerin, oradaki ışık saçan cisimlerin, aydınlatıcı
ayın gösterildiği sahneye geçiyor. Oradan ise ilk
yaratılıştan bu yana hep birbirlerini izleyen gece
ve gündüz sahnesine geçiyor.
Çeşitli mesajlar içeren bu sahnelerin gösterimi sırasında,
kalp uyandırılıyor ve akla, yüce Allah'ın
sanatını gereği gibi düşünmesi uyarısında
bulunuyor. Onun gücü ve planlayıcılığı
hatırlatılıyor. Bu arada müşriklerin Allah'a
ortak koşmalarının kendilerine bir yarar veya zarar
dokunduramayan sahte ilahlara ibadet etmelerinin
tuhaflığı gözler önüne seriliyor. Onların
gerçek Rablerini bilmeyişleri, ona dil uzatmaları,
kafirlik, inatçılık ve nankörlük gösterileri
sergileniyor. Allah'ın ayetlerinden ve Allah'ın
yarattığı evrensel sahnelerden sunulan bu sergi
arasında müşriklerin bu davranışları
çok tuhaf, çok anlamsız ve şaşılmaya
değer olarak beliriyor.
Şu halde yaratan, yoktan vareden ve şekil veren yüce
Allah'ın bizi davet ettiği hayat boyu süren
şenlikten anlar yaşayalım.
|
|
O |
|
O |
|