Evet bu adamlar aslında Kıyamet gününü yalan saydıkları
için kafirlikte ve sapıklıkta bu kadar ileri
gitmişlerdir. Burada kafirlikte ve sapıklıkta
vardıkları noktanın uzaklığı ve
aşırılığı vurgulanmakta,
belirginliği ve somutluğu dikkatlerimizi çeksin diye
daha önceki kafirlik ve sapıklık derecelerinden
ayrılmaktadır: Okuyoruz:
"Aslında onlar Kıyamet gününü yalanlamışlardır."
Arkasından bu aşırı iğrençliği
işleyenleri bekleyen korkunç akıbet açıklanıyor.
Bu tüyler ürpertici akıbet önceden hazırlanmış,
yakacağı mücrimleri dört gözle bekleyen bir alev
çukurudur. Okuyoruz:
"Biz de Kıyamet gününü yalanlayanlara çılgın
alevli bir ateş hazırladık." Bilindiği
gibi aslında canlı ve somut olmayan nesneleri,
kavramları ve psikolojik durumları sanki canlı
şeylermiş gibi tanımlayıp
somutlaştırma anlamına gelen "teşhis"
sanatı, edebi sanatlardan biridir. Kur'an'da sık
sık rastlanan bu sanat, gözler önüne serilen somut
tabloları ve sahneleri "veciz"liğin doruk
noktasına yüceltirken ayni zamanda bu tablolara ve sahnelere
"hayat" unsurunu katar.
İşte burada bu sanatın çarpıcı bir
örneği ile karşı karşıyayız. Gözlerimizin
önüne çılgın alevli bir ateş sahnesi dikiliyor.
Bu ateşin çıtırdayan alevlerine can yürümüştür!
Bu yüzden bu ateş çevresine bakıyor ve sözkonusu Kıyamet
günü yalanlayıcılarını görüveriyor! Onları
uzaktan farkediyor. Onları farkeder-etmez uğuldanmaya ve
homurdanmaya başlıyor. Onlarda bu uğultuları
ve homurtuları, işitiyorlar. Alevleri yüzlerine doğru
dalgalanıyor. Öfkesi kabardıkça homurtularının
tonu da yükseliyor. Artık somut bir felaketten başka
bir şey değildir. Onlar ise ona doğru yürüyorlar.
Ayakları ve kalpleri titreten ne korkunç bir sahne!
İşte şimdi yanına varıyorlar. Fakat bu
canavarın ağzına düşerken serbest
değiller ki! Onunla boğuşup pençesine düşmüyorlar
ki, onun tarafından kovalanıp sonunda pes etmiyorlar ki!
Tersine onun ağzına tutulup atılıyorlar.
zincirlenmiş olarak, zincirlerle elleri ayaklarına
bağlanmış olarak ağzına
bırakılıyorlar. Ayrıca daracık bir
deliğinden içine bırakılıyorlar. Böylece acıları
ve sıkıntıları arttığı gibi
oradan kaçma imkanları da ortadan kalkıyor. Aha
işte onlar kurtulma umudunu yitirmişler ve acılar içinde
kavruluyorlar. Başka çareleri kalmadığı için
yokolmayı diliyorlar. Okuyalım:
"Zincirler ile elleri ayaklarına
bağlanmış olarak bu ateşin dar yerine
atıldıklarında ise orada yokolmayı imdada çağırırlar."
Bu gün bu korkunç acıdan kurtulabilmek için "yokoluş"
tek özlem, tek kaçacak deliktir. Ama o ne! Bu dualarının
karşılığı geliyor kulaklarına.
Kendilerini maskaraya alan, duaları ile alay eden acı
bir cevaptır bu. Okuyoruz:
"Bu gün bir kere yokolmayı değil, bir çok kez
yokolmayı imdada çağırınız."
Bir kere yok olmak yaramaz işinize, yetmez size.
Bu acıklı ve korkunç durumda kötülüklerden sakınanlar
için, Rabb'lerinden korkanlar ve O'nun karşısına
çıkacaklarını hatırdan çıkarmayanlar için,
Kıyamet gününe inananlar için hazırlanan akıbet
sunuluyor. Yalnız bu sunuşun dili de alaycı ve
iğneleyicidir. Okuyoruz:
Acaba o dayanılmaz acı mı iyidir, yoksa ebedi
cennet mi? Yüce Allah orayı kötülükten sakınanlara
vadetmiş, kendilerine burayı isteme hakkını,
bu cayılmaz vaadin gerçekleşmesini isteme yetkisini
bağışlamış ve orada canlarının
çektiği her şeyi isteme ayrılığı
ile donatmıştır. Bu iki tablonun bu iki durumun
karşılaştırılacak yanı yoktur; ama
burada vaktiyle Peygamberimizle küstahça alay eden o
şaşkınlara yönelik acı bir alay ile
karşı karşıyayız.
Ayetlerin devamında, inkarcıların
yalanladıkları bir başka Kıyamet sahnesi
sunuluyor. Hani şu sözkonusu müşriklerin sahnesi. Bu
şaşkınlar, düzmece ilahları ile biraraya
getirilmişler. Tapanları ile tapılanları ile
hepsi yüce hakimin huzuruna dikilmişler. Kendilerine
soruluyor, onlar da cevap veriyorlar. Okuyoruz: