O |
Furkan
|
O |
|
7- Yine onlar dediler ki; "Bu ne biçim Peygamberdir ki,
bizim gibi yemek yiyor ve çarşıda-pazarda geziyor? Ona,
kendisi ile birlikte uyarma görevi yürüten bir melek
indirilseydi ya. "
8- "Ya da kendisine bir hazine verilseydi veya ürünleri
ile beslenebileceği bir bahçesi olsaydı. " Bu
zalimler, müminlere "Sizler, büyülenmiş, aklı
dengesi bozuk bir adamın peşinden gidiyorsunuz"
dediler.
9- Senin hakkında ne yakışıksız
benzetmeler düzdüklerini görüyor musun? Onlar sapmışlardır
ve doğru yolu bir türlü bulamıyorlar.
10- Eğer dilerse satın onların sözünü
ettiklerinden daha iyisini, yani altlarından çeşitli
nehirler akan cennetleri verebilen ve senin için köşkler
hazırlayabilen Allah'ın şanı yücedir.
Bu nasıl bir Peygamberdir ki, herkes gibi yemek yiyor ve
çarşıda-pazarda dolaşıyor? Nasıl bir
peygamberdir ki, tıpkı öbür normal insanların
yaptıklarını yapıyor? Bu itiraz,
insanların tüm peygamberler hakkında öne sürdükleri
ortak bir itirazdır. Evet filanca oğlu falanca,
çevresindekilerin yakından tanıdıkları,
nasıl yaşadığını iyi bildikleri,
herkes gibi yiyip içen ve sıradan insanlarınkine benzer
bir hayat yaşayan bir adam, nasıl olur da yüce
Allah'tan vahiy alan bir peygamber olabilir? Nasıl. olurda
yeryüzü dışında başka bir alemle ilişki
kurup o alemden mesaj alabilir? Oysa o adam, "onlardan
biri"dir, onlar gibi etten ve kemikten
yapılmış, onlar gibi damarlarında kan
dolaşan bir insandır. Oysa o alemden, onlara vahiy
gelmiyor; kendilerinden hiç bir üstünlüğü olmayan bu
adamın vahiy yolu ile ilişki kurduğu o alem
hakkında onların hiç bir bilgileri yoktur!
Meseleye bu açıdan bakınca tuhaf ve garip görülebilir.
Fakat başka bir açıdan bakınca normal ve
anlaşılabilir olduğu görülür. Şöyle ki:
Yüce Allah, şu insana öz ruhundan bir soluk üflemiş
ve bu ilahi soluk sayesinde diğer canlılara göre ayrıcalıklı
bir konum kazanarak "insan" olmuş ve
arkasından yeryüzü halifeliğine
atanmıştır. Ama bu insan, bilgisi
sınırlı, tecrübesi kısıtlı,
başarma araçları yetersiz bir canlıdır. Yüce
Allah'ın onu bu ağır halifelik görevinde desteksiz,
yolunu aydınlatacak bir kılavuzdan yoksun
bırakması sözkonusu değildir. Zaten diğer
canlılar karşısında
ayrıcalığını oluşturan o yüce
"soluk" sayesinde ona kendisi ile ilişki kurma
yeteneğini bağışlamıştır. Buna
göre yüce Allah'ın, bu canlı türü arasında
ilahi mesaj almaya yetenekli olan, ruhi yapısı bu
özellikle donanmış olan bir "ferd"i seçmesi
tuhaf değildir. Bu seçkin ferde, hemcinslerinin yollarını
şaşırdıkları her dönemde doğru yolu
gösterecek ilkeleri vahyetmesi, yardıma muhtaç oldukları
her çıkmazda onlara kılavuzluk elini uzatması son
derece normaldir.
Bazı yönleri ile tuhaf görülmekle birlikte başka açıdan
bakınca son derece normal olduğu farkedilecek olan bu
destek, aslında yüce Allah'ın insan soyuna yönelik bir
onurlandırmasıdır. Fakat bazıları ne bu
"insan" denen varlığın değerini
kavrayabiliyorlar ve ne de yüce Allah'ın onun hesabına
dilediği onurluluğun özünün farkındadırlar.
Onlar bu bilinçsizlikleri yüzünden bir "insan"ın
yüce Allah ile ilişki kurmasını, O'ndan vahiy yolu
ile mesaj almasını, Allah'ın insanlara seslenen elçisi
olmasını inkar ediyorlar, "Ona
kendisi ile birlikte uyarma görevi yürüten bir melek
indirilseydi ya" gibi
sözlerle meleklerin, peygamberlik görevine daha öncelikle layık
adaylar olduklarını düşünüyorlar. Oysa yüce
Allah, insanoğlu önünde meleklere secde ettirdi. Çünkü
insanoğluna, meleklere üstünlük sağlayan nitelikler
armağan etmiştir. Bu nitelikler; o yüce ve onurlandırıcı
"soluk"tan kaynaklanan yeteneklerdir.
Öteyandan insanlara kendi aralarından bir elçi
gönderilmesinin kolayca kavranabilecek gerekçeleri, ilahi
hikmetleri vardır. Çünkü o "insan"
hemcinslerinin duygularını paylaşır,
onların algılarını tadar, onların
psikolojik deneyimlerini yaşar, acılarını ve
umutlarını kavrar, içgüdülerini ve özlemlerini tanır,
ihtiyaçlarını ve
bağımlılıklarını yakından bilir.
Bu yüzden yetersizliklerini ve kusurlarını hoş görür,
güçlenmelerini ve yükselmelerini gönülden diler; onları
adım adım ileriye götürürken psikolojik faktörlerini,
nelerden etkilendiklerini ve nelere nasıl tepki gösterdiklerini
başka bir canlı türüne göre çok daha iyi değerlendirir.
Sebebine gelince eninde-sonunda o da onlardan biridir, yüce
Allah'tan gelen mesajın kılavuzluğu ve desteği
ile hemcinslerini Allah'a ulaştıran yolda iletmeye çalışmakta,
bu yolda belirecek engelleri bertaraf etmeye çalışmaktadır.
Ayrıca hemcinslerinden olan bir peygamber, insanlar için
özendirici ve cesaretlendirici bir örnek oluşturur.
Çünkü bu seçkin insan onlàrdan biridir. Onları
yavaş yavaş, adım adım ileriye götürmesi
mümkündür. Yüce Allah'ın insanlara farz
kıldığı davranışları ve yükümlülükleri,
uygulamalarını istediği ahlak modelini, gözleri
önünde hayata yansıtır. Kendi kişiliği ile
tanımını üstlendiği inanç sisteminin canlı
tercümanı odur. Onun hayatı, hareketleri, tutum ve
davranışları diğer insanların önlerine
açılmış bir kitap sayfası oluşturur.
İnsanlar bu sayfayı satır satır okurlar, cümlelerinin
anlamlarını aşama aşama özümlerler. Onu yanı
başlarında gördükleri için vicdanlarında onu
taklit etmeye, ona özenip onun gibi olmaya ilişkin güçlü
bir heves uyanır. Kendileri gibi bir insanda somutlaşan
sözkonusu hayat biçimini, hiç bir zaman yapamayacakları,
özü itibari ile düzeylerini aşan bir yaşama
tarzı olarak algılamazlar. Ama eğer
başlarındaki Peygamber bir melek olsaydı onun
davranışlarını düşünce süzgecinden
geçirmeye kalkışmazlar, onu taklit etmeye, ona
özenmeye girişmezlerdi. O zaman şöyle düşünürlerdi:
Her şeyden önce onun yapısı bizimkinden
farklıdır. Buna göre davranışlarının
da bizimkilerden farklı olması normal ve kaçınılmazdır.
Bizim ona benzemeyi ummamız, onun örneğini kendi pratik
hayatımıza yansıtmaya özenmemiz yersizdir, yaratılışımızın
çapını aşan bir hayaldir.
Bu durum, her şeyi yaratan ve yarattığı her
şeyi bir ön-tasarıya göre düzenlemiş olan yüce
Allah'ın bir hikmetidir. İnsanlığa önderlik
etmek üzere, bu görevi başarı ile yerine getirmek
üzere "insan"dan peygamber seçmiş olması, yüce
Allah'ın üstün hikmetlerinden biridir. Buna karşılık
Peygamberin "insan" kökenli olmasına itiraz etmek,
bu yolla yüce Allah'ın insanı
onurlandırdığını anlamamak demek
olduğu gibi, ayni zamanda bu ilahi hikmetten de habersiz
olmak demektir.
Müşriklerin Peygamberimize yönelik bir başka
aptalca itirazları da şu idi: Şu Peygamberin çarşıda-pazarda
dolaşıp geçimini sağlamaya çalışması
olacak şey midir? Allah onun geçimini karşılasa ya!
Çalışmadan, alın teri dökmeden ona bol mal bağışlasa
ya! "Ya da
ona bir hazine verilse, o da olmazsa kendisine ürünleri ile
rahat rahat beslenebileceği bir bahçe bağışlansa
ya!"
Oysa yüce Allah, Peygamberinin bir hazineye konmasını,
ya da ürünleri ile rahatça beslenebileceği bir bahçesi
olmasını uygun görmemiştir. Çünkü yüce Allah,
Peygamberin, ümmeti için tam anlamı ile canlı bir
örnek olmasını istemiştir. Buna göre Peygamber,
bir yandan o kadar olağanüstü derecede önemli olan
peygamberlik görevinin gereklerini yerine getirirken, öteyandan
tıpkı ümmetinin her ferdi gibi geçimini sağlamak
için çalışacak, ter dökecektir. Yüce Allah böyle
olmasını istemiştir. Böyle istemiştir,
çünkü o peygamberin ümmetinin geçimini emeli ve alın
teri ile kazanan her hangi bir ferdi, şöyle konuşmaya
kalkışmasın: Efendim, Peygamber'in geçimi sağlanmıştı,
hayat kavgasının sıkıntısını
çekmemişti. Bu yüzden kendini inancına, peygamberlik görevine
ve bu görevini yükümlülüklerine adayabildi. Benim katlandığım
sıkıntıların hiç birine katlanmadı,
benim önüme dikilen engellerin hiç biri onun önünde yoktu.
Yüce Allah, Peygamberimizin çevresindeki hiç kimsenin bu
tür bahaneler ileri sürmekte haklı olmasını
istememişti. İşte herkes görsün ki, Peygamber bir
yandan geçimini sağlamak için çalışırken,
ter dökerken, öbür yandan Peygamberlik görevini yerine
getirmek için çalışıyor. Buna göre ümmetinin
hiç bir ferdi bu yüce görevin omuzlarına yükleyeceği
zorluklardan kaçınamazdı, Peygamberin kendisine
önereceği görevleri yapmamak için ileri süreceği hiçbir
haklı mazereti olamazdı. Çünkü önderinin oluşturduğu
somut örnek önünde duruyordu!
Daha sonraki dönemlerde Peygamberimizin bol malı da oldu.
Bunun hikmeti de, denenmenin öbür boyutunda başarısını
kanıtlaması, örnek olma fonksiyonunu tamama
erdirmesidir. Çünkü, bu mal, Peygamberimizi ana görevinden alıkoyamamış,
O'nu peygamberliğini ihmale sürükleyememişti. O mala
kavuştuğu günlerde yağmur yüklü bir bulut gibi
cömertti. Böylece servet sınavını
başarı ile- aşarak dünya malının
insanların gözündeki değerini düşürdü. Ayni
zamanda artık hiç kimse şöyle diyemezdi: Evet,
Muhammed, kendini Peygamberlik görevine adadı. Çünkü
yoksuldu, kendisini meşgul edecek; vaktini alacak malı
yoktu. Öyle değil. İşte eline bol mal geçtiği
günler oldu. Fakat eskisi gibi çağrı görevini
yürütmeye devam etti. Tıpkı yoksulluk günlerindeki
gibi insanları gerçeğe çağırmayı sürdürdü.
Ayrıca ölümlü ve güçsüz insan, kalıcı ve güçlü
yüce Allah ile ilişki kurunca malların, hazinelerin,
bahçelerin ne anlamı olur? İnsan her şeyin yoktan
varedicisi azın ve çoğun
bağışlayıcısı olan yüce Allah ile
bağlantı kurduktan sonra şu yeryüzü ile bütün
üzerindekiler, hatta tümü ile yaratıklardan oluşan
şu koca evrenin ne değeri olabilir ki? Fakat
Peygamberimizin soydaşları o günlerde henüz bu gerçeği
kavrayamamışlardı. Ayeti okuyoruz:
"Bu zalimler `sizler büyülenmiş akli dengesi bozuk
bir adamın peşinden gidiyorsunuz' dediler."
Bu son derece çirkin ve zalimce bir sözdür. Kur'an, müşriklerin
bu iğrenç sözünü burada olduğu gibi İsra
suresinde de ayni ifadeler ile aktarmış; arkasından
burada da orada da ona ayni cevabı vermiştir. Bu
cevabı okuyoruz:
"Senin hakkında ne yakışıksız
benzetmeler düzdüklerini görüyor musun? Onlar sapmışlardır
ve bir türlü doğru yolu bulamıyorlar." (İsra
Suresi, 47-48)
Bu surenin ikisi de biribirine yakın konuları,
işliyorlar genel havaları da biribirine
yakındır. Müşriklerin bu çirkin sözü
söylemekteki amaçları Peygamberimize hakaret etmek, O'nu küçük
düşürmekti. Çünkü O'nu normal insanların söylemedikleri
tuhaf sözler söyleyen, büyü yüzünden akli dengesi bozulmuş
bir adama benzetiyorlardı. Fakat ayni zamanda O'nun söylediklerinin
normal, alışılagelmiş, sıradan insan
konuşması düzeyinde sözler olmadığının
farkına vardıklarını da çıtlatmış
oluyorlardı. Onlara verilen cevap, bu tutumlarının
şaşırtıcı olduğu mesajını
duyurmaktadır. Okuyalım:
"Senin hakkında ne yakışıksız
benzetmeler düzdüklerini görüyor musun?" Onlar seni
kimi zaman büyü yolu ile çarpılmış bir hastaya
benzetiyorlar, kimi zaman seni uydurmacılıkla suçluyorlar,
kimi zaman da bir masal rivayetçisi olduğunu ileri sürüyorlar.
Bunların hepsi sapıklıktır, gerçeği
kavramaktan uzaklaşmaktır; "Onlar
sapmışlardır" doğruya
ulaştıran, hedefe vardıran bütün doğru
yolları yitirmişlerdir; "Doğru yolu bir türlü
bulamıyorlar."
Bu tartışma, müşriklerin dünya nimetlerine ilişkin
düşüncelerinin ve önerilerinin gülünçlüğünü,
anlamsızlığını açıklayarak
noktalanıyor. Hani onlar Peygamberimize bir hazine
verilmesine, yada ürünleri ile rahatça beslenebileceği bir
bahçe armağan edilmesini öneriyorlardı ya. Hani bu dünya
mallarını değerli sayarak eğer gerçekten
peygamber ise bunların Allah tarafından Peygamberimize
sunulması gerektiğini düşünüyorlardı ya.
Oysa yüce Allah eğer dilerse müşriklerin önerdikleri
bu dünya nimetlerinden daha üstününü Peygamberimize bağışlayabilir.
Okuyoruz:
"Eğer dilerse sana onların sözünü
ettiklerinden daha iyisini, yani altlarından çeşitli
nehirler akan cennetleri verebilen ve senin için köşkler
hazırlayabilen Allah'ın şanı yücedir."
Fakat yüce Allah, Peygamberimize bu cennetlerden ve bu köşklerden
daha üstün bir ödül vermeyi dilemiştir. Bu ödül
cennetlerin ve köşklerin
bağışlayıcısı ile ilişki
halinde olmaktır; O'nun koruyuculuğunun, gözetiminin,
yönlendiriciliğinin ve başarıya
erdiriciliğinin bilincinde olmaktır; bu kutsal
ilişkinin hazzını tadmaktır. Hiç bir nimetin,
küçük-büyük hiçbir somut ödülün vereceği bu
iliş-. kinin hazzına yaklaşamaz. Fakat şu müşrikler
bu hazzı kavramaktan yada onun tadını
yaşamaktan ne kadar da uzaktırlar!
Müşriklerin gerek yüce Allah'a ve gerekse Peygamberimize
yönelik küstahça sözlerinin her türlü ölçüyü aştığının
vurgulandığı bu noktada onların
kafirliklerinin ve sapıklıklarının başka
boyutuna parmak basılıyor. Bu adamlar Kıyamet gününü
yalan sayıyorlar. Bu yüzden hiçbir zalimlikten, hiç bir
iftiradan çekinmiyorlar. Çünkü yüce Allah'ın
karşısına çıkacakları ve bütün bu
zalimliklerinin, bütün bu iftiralarının
hesabını verecekleri bir günün geleceğine ihtimal
vermiyorlar. Aşağıdaki ayetlerde bu inkarcılar
bir Kıyamet sahnesinde canlandırılıyorlar. Bu
Kıyamet sahnesi en katı kalpleri ürpertecek, en donuk
duyguları sarsacak derecede korkunçtur. Adamlar kendilerini
bekleyen bu tüyler ürpertici akıbetin yanısıra müminleri
bekleyen mutlu son hakkında da
karşılaştırmalı bilgi veriliyor.
Okuyalım:
|
|
O |
|
O |
|