Surenin temel konusunu sezdiren bir başlangıçla karşı
karşıyayız. Bu ana konu şu ilkeleri içeriyor:
Kur'an, yüce Allah tarafından indirilmiştir.
Peygamberimiz bütün insanlığa gönderilmiştir. Yüce
Allah tektir, oğul ve ortak edinmiş olması sözkonusu
bile edilemeze. Bütün evren O'nun mülkiyeti ve O'nun hikmete
dayalı, ön tasarılı yönetimi altındadır.
Bütün bunlara rağmen müşrikler O'na ortaklar
koşuyorlar, iftiracılar O'na asılsız
sıfatlar yakıştırıyorlar, keçi inatlılar
O'nun hakkında tartışmalara giriyor ve haddini
bilmezler O'na dil uzatıyorlar. Şimdi okuduğumuz
ayetleri teker teker irdeleyelim:
"Eğri ile doğruyu biribirinden ayıran
Kur'anı, tüm insanları ve cinnleri uyarsın diye
kulu Muhammed'e indiren Allah'ın şanı yücedir."
Ayetin orijinalinde geçen "Tebareke" kelimesi `Tefaale"
kalıbında, "bereket" kökünden türemiş
bir kelimedir. Fazlalık, sürekli çoğalma, tükenmezlik
ve yücelik anlamlarını birarada ifade eder. Ayette yüce
Allah'ın adı doğrudan doğruya geçmiyor, onun
yerine "Kur'an'ı indiren" sıfatı
kullanılıyor. Böylece Kur'an ile yüce Allah arasında
sıkı bir bağ olduğu vurgulanıyor,
okuyucunun dikkati bu sıkı ilişki üzerinde yoğunlaştırılıyor.
Çünkü bu surenin tartışma konusu, Peygamberimizin
peygamberliğinin doğruluğu ile Kur'anın Allah
tarafından indirildiği gerçeğidir.
Burada Kur'an, "ayırıcı", "ayıraç"
(furkan) adı ile anılıyor. Çünkü bu kitap doğru
ile eğriyi (Hak ile batıl'ı) ve doğru yol ile
sapık yolu biribirinden ayırır. Hatta o,
yaşama tarzları ile insanlık tarihinin dönemlerini
de biribirlerinden ayırd eden bir kriter işlevi görür.
Çünkü Kur'an, gerek vicdanlara egemen olan değerler
sistemi anlamında ve gerekse pratik hayata yansıyan
somut uygulamalar anlamında belirgin ve kendine özgü bir
hayat tarzının ana hatlarını çizer. Öyle ki,
bu hayat tarzı, insanlığın daha önce tanıdığı
diğer hayat tarzları ile
karıştırılamaz. Yine bu kitap, insanlık
tarihinin daha önceki hiç bir dönemi ile karıştırılamayacak
olan, hem duygu ve hem de pratik uygulamalar düzeyinde kendine
özgü olan ayrı bir tarih dönemini temsil eder.
İşte Kur'an bu geniş ve yaygın anlamda bir
"ayırd edici", bir "ayıraç"tır.
O insanlık tarihinin çocukluk dönemini noktalayıp
olgunluk çağını başlatan, somut olağanüstü
mucizeler dönemini kapatarak akla dayalı mucizeler çağını
açan, yerel ve süreli peygamberlikler dönemini sona erdirip
evrensel, sürekli peygamberlik misyonunu başlatan, "tüm
insanlar ve cinnler için uyarıcı" olan bir
ayıraç, bir kriter, bir tarih çizgisidir.
Burada Peygamberimiz, onurlandırma ve yüceltilme amacı
taşıyan bir yer= de "Allah'ın kulu"
sıfatı ile nitelendiriliyor. Nitekim Mirac'a çıkarılması
amacı ile gece yolculuğuna çıkarıldığını
anlatàn ayette de ayni sıfatla nitelendirilmişti.
"İsra" suresinde geçen o ayeti birlikte okuyoruz:
olarak
gösteriliyor. Bu ayetin Mekke'de indiğini bildiğimize göre
bu ifade, Peygamberimizin misyonunun daha ilk günlerinden
itibaren evrensel nitelikli olarak ortaya çıktığını
kanıtlar. Buna göre bazı müslüman olmayan sözde
"tarihçiler"in bu konuya ilişkin iddiaları
asılsızdır. Onların ileri sürdüklerine göre
İslam, önce "yöresel" bir din olarak doğmuş,
geniş alanlara yayıldıktan sonra
milletlerarası, ya da "evrensel" olma amacına
yönelmiştir. Oysa bu ayetten anlaşılıyor ki,
İslamiyet daha doğarken "evrensel" bir misyon
olarak doğmuştur. Sistemin karakteristik
yapısı evrenseldir, kullandığı yöntemler
tam anlamı ile "tüm insanlığa" yönelik
yöntemlerdir, amacı da tüm insanlığı bir çağdan
başka bir çàğa, bir hayat tarzından başka
bir hayat tarzına geçirmektir. Bu çağ atlatma hamlesi,
yüce Allah'ın, tüm insanları ve cinnleri uyarsın
diye sevgili kulu, Hz. Muhammed'e indirdiği Kur'an
aracılığı ile gerçekleşecektir. Görülüyor
ki, Peygamberimizin Mekke'de müşriklerin sert direnişi,
yalanlamaları ve inkarcılıkları ile
boğuştuğu zor günlerde bu dinin "evrenselliği"
kesin bir dille açıklanmaktadır.
Doğru ile eğriyi biribirinden ayıran
Kur'anı, sevgili kulu Muhammed'e indiren Âllah'ın
şanı yücedir.
"O ki, göklerin ve yerin egemenliği O'nun
tekelindedir; hiç evlat edinmemiştir; egemenlikte
ortağı yoktur; O her şeyi yaratmış ve bir
ön-tasarıya göre düzenlemiştir."
İlk ayette olduğu gibi buràda da yüce Allah'ın
adı açık açık anılmıyor, bunun yerine
bir sıfat kullanılıyor. Böylece burada
dikkatlerimiz, burada vurgulanmak istenen sıfat üzerinde yoğunlaştırılıyor.
Tekrar okuyalım:
"O ki, göklerin ve yerin egemenliği O'nun
tekelindedir."
Yani göklerin ve yerin her anlamdaki egemenliği, gerek mülkiyet
ve üstünlük anlamındaki egemenliği, gerek önceden
tasarlama ve yönetme anlamındaki egemenliği, gerekse
değiştirme ve yenileştirme anlamındaki
egemenliği,O'nun tekelindedir. Devam ediyoruz:
"O hiç evlat edinmemiştir."
Üreme, yüce Allah'ın hayatın devamı için
yarattığı doğal kanunlardan biridir. Oysa yüce
Allah'ın varlığı geçici değil,
kalıcı ve süreklidir. O'nun gücü her şeye yeter,
hiç bir şeye muhtaç değildir. Devam edelim:
"Egemenlikte ortağı yoktur."
Göklerde ve yerdeki bütün varlıklar ve gelişmeler
ortada bir karar birliğinin, bir yasal birliğinin, bir yönetim
birliğinin olduğunu kanıtlar. Devam ediyoruz:
"O her şeyi yaratmış ve bir ön tasarıya
göre düzenlemiştir."
Yüce Allah, bu koca evrendeki her varlık biriminin
hacmini, biçimini, fonksiyonunu, işini, zamanını,
yerini, diğer varlıklarla uyumlu ilişkisini düzenlemiştir.
Gerek evrenin kendisinin ve gerekse evrende yeralan tüm varlıkların
bileşimleri; insanı gerçekten hayrete düşürür,
"rastlantı" düşüncesini kökünden
çürütür. İnsanoğlunun bilgisi geliştikçe,
evrenin yasalarına, işleyişine ve varlık
birimlerine egemen olan uyumun yeni örneklerini keşfettikçe
bu çarpıcı ayetin anlamını daha iyi
anlıyor, onun kapsamını kavramaya çalışanın
ufku biraz daha genişliyor. Tekrarlayalım:
"O her şeyi yaratmış ve bir ön tasarıya
göre düzenlemiştir."
Bakın Newyork bilimler akademisinin eski
başkanlarından O'Crasy Morisson "İnsan
Yalnız Değildir" adlı eserinde ne diyor?
"İnsanı dehşete düşüren bir başka
nokta, tabiatın bu günkü biçimde düzenlenmiş
olması, bu düzenin bu kadar üstün bir inceliğe
ermiş olmasıdır. Mesela yer kabuğu
şimdikinden bir kaç metre daha kalın olsaydı,
karbondioksid'in oksijen atomlarından birini emecek, bunun
sonucunda bitkilerin yaşaması mümkün olmayacaktı.
Eğer atmosfer, şimdikinden daha kalın
olsaydı, atmosfer dışında yanan milyonlarca
meteor, yerkürenin değişik yerlerine çarpacaktı.
Bu meteorlar altı mil ile kırk mil arasında
değişen bir hızla düşerler. Bu durumda
yanabilen her şeyi tutuşturabilirlerdi. Eğer bu
meteorlar kurşun hızı ile düşseler yere çakılırlar
ve bundan korkunç sonuçlar doğardı. Eğer
kurşun hızından doksan kat daha hızla düşen
bir meteor parçası insana çarparak geçse sadece
ısı etkisi ile onu paramparça ederdi.
Atmosfer, gerektiği kadar kalındır. Bu
ölçülü kalınlık, bitkilerin muhtaç oldukları
kimyasal etkili ışınları sızdırmaya
elverişlidir. Ayrıca mikropları öldürür ve
besinlerin gelişmesine imkan verir. Üstelik eğer insan
gereğinden daha uzun bir süre güneşte kalmazsa bu
ışınlardan zarar görmez. Uzun yüzyıllardan
beri yeryüzü, çoğu zehirli olan gazlar
yaydığı halde hava kirlenmiyor, temiz kalabiliyor,
insanın yaşaması için gerekli olan dengeli oranını
koruyabiliyor. Bu büyük dengeyi yerkabuğunu saran su kütleleri,
okyanuslar sağlıyor. Hayat, besin maddeleri,
yağmurlar, yaşamaya uygun iklim, bitkiler ve son olarak
insanın kendisi varlıklarını bu su kitlesine
borçludurlar."
Yazar, kitabının bir başka bölümünde şöyle
diyar:
"Eğer havadaki oksijenin oranı şimdiki gibi
yüzde yirmibir değil de yüzde elli, ya da daha yüksek
olsaydı, dünyadaki bütün yanabilen maddeler her an tutuşabilirlerdi.
O zaman çakan şimşekten çıkan ilk
kıvılcım bir ağaca çarpsa bütün bir ormanı
patlamaları küle çevirirdi. Buna karşılık
eğer havadaki oksijenin oranı yüzde on'a, ya da daha aşağıya
düşse belki hayat, uzun yüzyıllar içinde kendini bu
şartlara adapte ederdi, ama bu durumda şimdi
insanın varlığına
alıştığı uygarlık
imkanlarının bir çoğundan mesela
ateşten-yoksun olurduk."
Yazar, adı geçen eserinin üçüncü bölümünde ise
şöyle diyor:
"Tabiatta ne hayret verici bir denge,bir denetim
mekanizması vardır. Bu denge sert kabuklu
hayvanların döneminden beri her hangi bir hayvan türünün
dünyaya egemen olmasına meydan vermemiştir. Hiç bir
hayvan türü ne kadar yırtıcı, ne kadar iri gövdeli
ve ne kadar kurnaz olursa olsun dünyayı ele geçirememiştir.
Yalnız insan bitkilerin ve hayvanların yaşama
alanlarını değiştirerek bu doğal dengeyi
bozmuştur. Fakat çok geçmeden hayvan, böcek ve bitki
kaynaklı çeşitli afetlere uğrayarak bu
yanlış uygulamanın ağır
cezasını çekmiştir.
Şimdi anlatacağımız olay, bu
kuralların insan varlığı açısından
ne kadar önemli olduklarının canlı örneğidir.
Birkaç yıl önce Avustralya'da erozyonu önleme amacı
ile başka yerden,getirtilen kaktüs türünde bir bitki geliştirildi.
Fakat bu bitki türü o kadar hızlı bir şekilde
yayıldı ki çok geçmeden tüm İngiltere'nin yüzölçümüne
eş bir alan kapladı. Şehirlilerin de, köylülerin
de hayatlarını zorlaştırmaya
başladı, ékinleri yoketti, tarıma darbe indirdi.
Ama Avusturyalılar yine de bu bitkinin hızlı
yayılışını önleyecek bir çare bulamadılar.
Tüm Avusturya hiç bir engel tanımadan
yayılışını sürdüren, bu yabancı
kaynaklı başıboş bitki ordusunun
istilasına uğrama tehlikesi ile karşı
karşıya kaldı.
Bunun üzerine böcek uzmanları dünyanın çeşitli
yerlerinde yaptıkları araştırmalar sonunda
sadece bu kaktüs bitkisi üzerinde yaşayan, sırf onun
yapraklarını yiyerek beslenen bir böcek buldular. Bu
böcek hızlı ürüyordu. Ayni zamanda Avustralya'da, düşmanı
olan bir başka böcek türü yoktu. Bu yüzden çok geçmeden
sözkonusu kaktüs türü bitkinin yayılmasını
durdurdu. Arkasından kendi üremesi de yavaşladı. Günün
birinde sözkonusu kaktüs türü bitkinin, sürekli yayılışını
önlemeye yetecek kadar az bir nesli kaldı.
Görüldüğü gibi tabiatta her zaman kurallar ve dengeler
egemendir ve dengeler her zaman faydalıdır.
Sıtma hastalığının
taşıyıcısı olan sivrisinek neden bütün
dünyaya yayılmayı başaramadı? Oysa
atalarımız ya onun aşıladığı
hastalıktan ölüyor, ya da aşıladığı
mikroba karşı bağışıklık
kazanıyorlardı. Ayni soruyu sarı hummayı yayan
sinek için sorabiliriz. Oysa bu sinek bir zamanlar o kadar kuzeye
doğru ilerledi ki, bir mevsimde Newyork şehrine kadar
sokulabilmişti. Soğuk bölgelerde sık rastlanan
sinek türleri için ayni sözü söyleyebiliriz. Niçin gece sineği
asıl yurdu olan sıcak bölgeler dışında
yaşayacak biçimde gelişerek insan türünü kökünden
yok edebilecek bir etkinlik düzeyine erememiştir? Düne
kadar insan koleranın, vebanın ve daha bir çok
öldürücü mikrobun karşısında herhangi bir
koruyucu önlemden yoksundu. Koruyucu aşılardan tamamen
habersiz bir cahillik dönemi yaşıyordu. Bütün bunları
hatırladığı takdirde bu aleyhte faktörlere rağmen
insan soyunun varlığının devam etmesinin gerçekten
hayret verici bir olgu olduğunu anlamakta gecikmez.
Böceklerin, insanlar gibi akciğerleri yoktur.
Solunumlarını borucuklar aracılığı
ile gerçekleştirirler. Fakat böcekler gelişip
vucudları irileşince söz konusu borucuklar irileşen
vucudları oranındaki oksijen akışını
sağlayamazlar. Bu yüzden tabiatta bir kaç santimden uzun
böcek türüne rastlanmaz. Böceklerin kanatları da fazla
uzamaz. İşte böceklerin organik yapılarının
bu özellikleri ve solunum yollarının
sınırlı fonksiyonu yüzünden iri gövdeli bir
böcek türünün varlığı mümkün değildir.
Bu sınırlı gelişmişlik düzeyi tüm
böcek türlerini frenlemiş; onlara dünyaya egemen olma
imkanı vermemiştir. Eğer bu doğal engel
olmasaydı, yeryüzünde insan soyu varolamazdı. Arslan
kadar iri bir eşek arısı ile ya da o kadar kocaman
bir örümcek ile normal bir insanın
karşılaştığını düşününüz.
Acaba o insanın hali nice olur?
Bunlar dışında hayvan fizyolojisinde öyle
müthiş, öyle şaşırtıcı düzenlemeler
var ki, pek az insan bunların farkındadır. Ama
eğer bu düzenlemeler olmasaydı, hiç bir hayvan, hatta
hiç bir bitki varlığını sürdüremezdi.
Görülüyor ki, insan bilgisi gün geçtikçe yüce Allah'ın
yaratıklarına ilişkin
tasarlayıcılığının hayret verici
yeni bir belirtisini, evrene ilişkin ince bir düzenlemesini
keşfediyor; böylece O'nun sevgili "kul"una indirdiği
Kur'anda yeralan "O her şeyi yaratmış ve
bir ön-tasarıya göre düzenlemiştir." şeklindeki
buyruğunun her gün yeni bir anlamını
kavramaktadır.
Gerçek böyle olmakla birlikte şu müşrikler bütün
bunlardan hiç bir şey anlamıyorlar. Okuyalım:
"Müşrikler Allah'ı bir yana bırakarak hiç
bir şey yaratamayan, kendileri birer yaratık olan,
kendilerine ne fayda ve ne de zarar dokunduramayan; öldürmeye,
yaşatmaya ve yeniden diriltmeye güçleri yetmeyen ilahlar
edindiler."
Görüldüğü gibi, müşriklerin sözde ilahları,
bütün ilahlık vasıflarından soyutlanıyorlar.
Çünkü "Onlar hiç bir şey
yaratamıyorlar." Oysa Allah her şeyi
yaratmıştır. Üstelik onların "kendileri
birer yaratıktır." Eğer put ve heykel türü
şeyler ise onları kendilerine tapanlar
"yaratıyor" yani yapıyor. Eğer bu düzmece
ilahlar melek, cinn, insan, taş ve ağaç ise o zaman
onları yüce Allah "yaratıyor" yani yoktan
varediyor. Yine bu düzmece ilahlar, değil
bağlılarına