dilleri ile söylerler." Burada yüce Allah geri
kalmanın savamıyacağı, ileri
atılmanın değiştiremiyeceği "kader
gerçeği" ve insanları çepeçevre kuşatan ve
kaderlerine dilediği gibi yön veren ilahi kudret gerçeğini
ve yüce Allah'ın kendisine uygun olarak takdirini yönlendirdiği
kapsamlı ilim gerçeği ile onlara cevap vermektedir. "De
ki: Allah size bir zarar vermek dilemiş veyahut size bir
fayda vermek istemiş olsa Allah'ın sizin için dilediğine
kim engel olabilir? Hayır hiç kimse engel olamaz, Allah yaptıklarınızdan
haberdardır."
Ayette bir soru cümlesi ile karşılaşıyoruz:
Bu, Allah'ın kaderine teslim olmayı O'nun emrine geri
durmaksızın ve ağırdan almaksızın
itaatı ilham eden bir sorudur. Savaşa, sefere
katılmamak veya ağırdan almak ne bir zararı
savar ne de bir yararı geciktirir. Özür uydurmak Allah'ın
ilminden asla gizli kalmaz. Herşeyi kuşatan ilmi
uyarınca verecek olduğu cezaya da etki etmez. Pedegojik
bir direktiftir.
"Aslında siz Peygamberin ve mü'minlerin ailelerine
bir daha dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu
sizin gönlünüze güzel göründü de kötü zanda bulundunuz ve
helakı hak etmiş bir topluluk oldunuz: '
İşte böyle, yüce Allah onları, içlerinde
sakladıkları niyetleri, gizlice yürüttükleri
tahminleri ile ve Allah'a besledikleri kötü zanları ile çırılçıplak
ve apaçık olarak yüzyüze getirmektedir. Onlar Resulullah
ve onunla birlikte olan mü'minler ölüme gidiyorlar, Medine'ye
ailelerinin yanına asla dönemeyecekler sanıyorlardı.
Ve "Muhammed Medine'de kendi evinin önünde kendisi ile savaşabilen,
arkadaşlarını öldürebilen bir topluluk üzerine
gidip onunla savaşacak ha!" diyorlardı. Bu sözleri
ile Uhud ve Hendek savaşlarını ima ediyorlardı.
Oysa yüce Allah'ın sadıkları ve kendisi için herşeyden
soyutlanmış kullarını himaye edip
koruyacağını hiç hesaba katmamışlardı.
Öte yandan onlar -olayları kendilerine göre değerlendirmeleri
ve kalpleri inancın sıcaklığından yoksun
olması nedeni ile- neye mal olacağını gözardı
ederek görevin görev olduğunu takdir etmemişlerdi. Ve
yine Resulullah'a itaatın zahiri kazanca ve şekli kayba
bakmaksızın yerine getirilmesi gerekli bir görev ve ona
itaat ötesinde başka bir netice gözetmeksizin yerine
getirilmesi gerekli bir ödev olduğunu da takdir
etmemişlerdi.
Onlar böyle zannetmişler ve bu zan kalplerine hoş
gelmiş, artık başkasını görmez ve düşünmez
olmuşlardır. İşte kalplerinin verimsiz
olmasından kaynaklanan Allah'a kötü zan budur işte.
Ayette geçen (bûr) "verimsiz" kelimesi anlam dolu
enteresan bir kelimedir. Çünkü verimsiz toprak, ölü ve çorak
toprak demektir. İşte onların kalpleri de böyle,
bütün benlikleri de aynı böyledir. Verimsiz, ölü,
bereketsiz ve meyvesiz... Yüce Allah'a karşı iyi zan
beslemeyen bir kalpten ne beklenebilir ki? Çünkü böyle bir
kalp yüce Allah'ın ruhuna bağlanmaktan kopuktur. Böyle
bir kalp verimsiz, ölü, meyvesiz bir kalptir. Ve sonu helak ve
mahvolmaktır.
Onlar aynen bunun gibi mü'minler topluluğu hakkında
da karamsardılar.
Böyle insanlar yüce Allah ile bağları kopuk,
kalpleri ruh ve canlılıktan yoksun bedeviler gibidirler.
Zaten hep böyle olur. Batılın kefesi ağır
basıyor görününce, yeryüzündeki zahiri güçler
şerli ve sapık kimselerin yanında yer alınca,
mü'minler sayıca, malzeme ve hazırlıkça geri veya
yer mertebe ve malca yetersiz olduklarında mü'minler topluluğuna
hep kötü zan beslerler. Bedeviler ve benzerleri, mü'minler,
zahiri gücü ile azim ve güçlü olan batılın
karşısına dikilirlerse onların ailelerine asla
geri dönemeyeceklerini her zaman sanırlar. Onlar her an köklerinin
kazınacağı ve davalarının sona
ereceği beklentisi içindedirler. Dolayısı ile
akılları sıra en sağlam yolu izlerler ve yine
akılları sıra onların tehlikelerle dopdolu
oluşundan uzaklaşırlar. Fakat yüce Allah bu kötü
zannı boşa çıkarır ve durumları ve
halleri kendi ilmine göre, idaresi ve gerçek güçlerin tuttuğu
teraziye göre değiştirir. Yüce Allah kendi güçlü
kudret eliyle tuttuğu teraziye göre değiştirir de
kendisine heryerde ve her zaman kötü zan besleyen münafıkların
bilmeyeceğï şekilde terazinin kefesini bir topluluk için
alçaltırken bir diğeri için yükseltir.
Buradaki gerçek terazi iman terazisidir. Dolayısı
ile yüce Allah bedevileri o teraziye havale etmekte ve bu terazi
uyarınca ceza için genel bir kural belirlemektedir. Bununla
birlikte, yüce Allah'ın yakın rahmetini ima etmekte ve
fırsatı ganimet bilmeye ve Allah'ın rahmet ve
bağışlamasından yararlanmaya
koşmalarını ilham etmektedir.
"Kim Allah'a ve Resulüne inanmazsa bilsin ki biz,
kafirler için alevli bir ateş
hazırlamışızdır."
"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. O
dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder.
Allah bağışlayandır, esirgeyendir: '
Onlar mallarını ve ailelerini mazeret olarak ileri sürmüşlerdir.
Allah'a ve Resulüne inanmadıkları kendileri için hazırlanmış
olan şu çılgın ateşe karşı
malları ve aileleri kendilerine ne yarar
sağlayacaktır? Terazinin iki kefesi vardır. O halde
ya şu kefeyi veya bu kefeyi kesin bir şekilde seçsinler.
Çünkü kendilerini bu şekilde tehdit eden yüce Allah tek
başına yer ve göklerin sahibidir. Dilediği kimse için
bağışlama ve dilediği için azab verebilme
gücüne sahip tek O'dur.
Yüce Allah insanlara yaptıkları amellere göre karşılık
verir. Ancak dilemesi herhangi bir şeyle kayıtlı
değildir. İşte yüce Allah burada bu gerçeği
kalplere yerleşsin diye belirlemektedir. Bu gerçek amele
göre karşılık verilmesi prensibi ile de çelişmez.
Çünkü amellere göre karşılık verilmesi yüce
Allah'ın bu dilemesine ait, mutlak bir tercihidir.
Allah'ın bağışlaması ve rahmeti çok
yakındır. Yüce Allah'ın kafirler için hazırlayıp
koymuş olduğu çılgın ateşle kendisine ve
elçisine inanmayanlara azab edeceği yolundaki hükmü
gerçekleşmeden önce dileyen bunu fırsat olarak
değerlendirsin.
Sonra ifadenin akışı, Resulullah ile sefere
katılmayıp geri kalanların zanlarının
aksine, yüce Allah'ın mü'minler için takdir etmiş
olduğu bazı şeyleri bunların yakın
olduklarını ima eden bir üslup içinde ortaya koymaktadır:
"Savaştan geri kalmış olanlar, siz
ganimetleri almaya giderken: "Bırakın bizde sizinle
gelelim" diyeceklerdir. Onlar Allah'ın sözünü değiştirmek
isterler. De ki: "Bize uymayacaksınız; Allah sizin
için önceden böyle buyurdu". Onlar ise: "Hayır
bizi kıskanıyorsunuz" diyecekler. hayır aksine,
kendileri ancak en az söz anlayan kimsedirler."
Tefsircilerin çoğunluğu bu ifadenin Hayberin fethine
işaret olduğu düşüncesindedirler. Bu
mümkündür. Fakat ayeti Hayberin fethi için bir işaret
olarak almasa da verdiği ilham sürekli geçerlidir. Çünkü
ayet müslümanlara yakın ve kolay fetihler ihsan
edileceğini ve sefere katılmayanların bunu
anlayacakları ve "Bırakınız bizde
sizinle gelelim" diyeceklerini ima etmektedir.
Belki de tefsircileri bu ayetin Hayberin fethine işaret
ettiği kanaatine iten Hayberin Hudeybiye barış
anlaşmasından biraz sonra fethedilmesidir. Çünkü
Hayber, Hudeybiye barış anlaşmasından iki
aydan daha az bir müddet sonra hicretin yedinci yılı
Muharrem ayında fethedilmişti. Ve Hayberin fethi bol
ganimet elde edilen savaş olmuştur. Ve Hayber
surları Arabistan yarımadasında yahudilerin zengin
güçlü merkezlerinden geri kalan en sonuncusunu oluşturuyordu.
Ve o surlara, daha önce yarımadadan sürülen Nadir oğulları
ve Kureyza oğullarının bir kısmı
sığınmışlardı.
Tefsircilerin birbirini izleyen görüşlerine göre, yüce
Allah Hudeybiyede biata katılanlara Hayberin ganimetlerini
va'detmiş, bu ganimetlere onlarla birlikte kimseyi ortak
etmemiştir. Ben bu konuda hiçbir açık ifadeye
rastlayamadım. Her-halde tefsirciler bu yargıya
yapılan uygulamadan varıyor olsalar gerek. Çünkü
Resulullah Hayber ganimetlerini Hudeybiye anlaşmasında
bulunanlara hazır vermiş ve onların yanında
başka hiçbir kimseye pay ayırmamıştır.
Kısacası, yüce Allah, sefere katılmaktan geri
duran bedeviler yakın ve kolay ganimetleri elde etmek için
sefere biz de katılalım diye teklif ettiklerinde,
peygamberine onları geri çevirmesini emretmekte ve onların
şimdi savaşa çıkmalarının Allah'ın
emrine aykırı olduğunu bildirmesini beyan
etmektedir. Ve yüce Allah Peygamberine, savaşa
katılmaları engellenince "Hayır siz bizi
kıskanıyorsunuz" bunun için savaşa çıkmamıza
ganimetlerden mahrum kalalım diye engel oluyorsunuz
diyeceklerini haber veriyor. Sonra yüce Allah, onların bu sözlerinin
yüce Allah'ın hikmetini ve takdirini anlama
noksanlıklarından ileri geldiğini belirtiyor. O
halde, Hudeybiye seferine katılmayan açgözlülerin
mükafatları, ganimetten alıkonmaktır. Herşeyi
terkedip Allah'a itaat edenlerinki ise Allah'ın
ihsanından yararlandırılmaktır. Ve Bedeviler
savaştan sadece meşakkat çıkacak diye tahmin yürüttükleri
bir sırada müslümanların itaat ve ileri
atılmayı yalnız başlarına
yapmalarının bir mükafatı olarak -yüce Allah
takdir edince- ganimetlere de yalnız başlarına
konmaktır.
Sonra Yüce Allah Peygamberine, onlara ileride güçlü bir düşmanla
İslam uğruna çarpışmak üzere cihada çağrılarak
imtihan edileceklerini, eğer bu imtihanda
başarılı olurlarsa kendilerine mükafat olacağını,
şayet günahlarına ve geri kalmalarına devam
ederlerse işte bunun son imtihan olacağını
haber vermesini emrediyor:
"Bedevilerden geri kalmış olanlara de ki: `Siz
yakında çok kuvvetli olan bir kavme karşı
savaşmaya çağrılacaksınız. Onlarla
savaşırsınız ya da müslüman olurlar. Eğer
itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükafat verir. Fakat
önceden döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız
sizi acıklı bir azaba uğratır."
Yine, bu güçlü kuvvetli toplumun kim oldukları
üzerinde ve Resulullah'ın sağlığında
mevcut mu idiler yoksa halifeleri zamanında mı
yaşadılar konusunda görüşler çeşit çeşittir.
En yakın ihtimal bu güçlü kuvvetli toplumun yüce Allah
Medine çevresindeki bu bedevilerin imanını denemesi için,
Resulullah ın sağlığında mevcut
olduklarıdır.
Burada önemli olan; Kur'an'ın terbiye metodunu ve
kalpleri, gönülleri Kur'an'ın kendine özgü yönlendirme
ve gerçekçi imtihanlar aracılığı ile tedavi
metodunu yakalayabilmemizdir. Bu söylediklerimizin tümü,
Kur'an'ın onların içlerinden geçen düşünceleri
kendilerine ve mü'minlere açıklamasında, imini ve
mutedil olan ahlak kurallarına yönlendirmesinde apaçık
görülebilir.
Bu imtihandan, cihada katılmanın herkese farz
olduğu anlaşıldığına göre, yüce
Allah herhangi bir günah ve ceza sözkonusu olmaksızın,
cihada katılmakla yükümlü olmayan gerçek özürlüleri
açıklamaktadır: