O |
Enfal
|
O |
|
72- İman edip Medine'ye göçenler ve Allah yolunda canları
ile malları ile cihad edenler ile bu göçmenlere barınak
sağlayanlar ve yardım edenler birbirlerinin
yandaşları, koruyucularıdırlar. İman edip
Medine'ye göçetmeyenlere gelince, bunlar göçetmedikçe
kendilerine karşı hiçbir yandaşlık,
koruyuculuk yükümlülüğünüz yoktur. Eğer böyleleri
sizden, aranızda saldırmazlık antlaşması
bulunmayan bir topluma karşı din konusunda yardım
isterlerse kendilerine yardım etmekte yükümlüsünüz.
Allah yaptığınız her şeyi görür. "
73- Kâfirler birbirlerinin yandaşları,
koruyucularıdırlar. Eğer aranızda bu
sıkı dayanışmayı gerçekleştirmezseniz,
yeryüzünde fitne ve büyük bir kargaşa çıkar.
74- İman edip Medine'ye göçenler ve Allah yolunda malları
ile, canları ile cihad edenler ile bu göçmenlere barınak
sağlayanlar ve yardım edenler var ya, işte bunlar
gerçek mü'minlerdir, onları bağışlanma ve
bol rızık beklemektedir.
75- Sonradan iman edip Medine'ye göçenlere ve sizinle
birlikte cihad edenlere gelince onlar sizdendirler. Allah'ın
Kitabı'na göre yakın akrabaların birbirlerine
mirasçı olma konusunda öncelik hakları vardır. Hiç
kuşkusuz Allah her şeyi bilir.
Müslüman toplumun oluşmaya başlamasından Bedir
gününe kadar, müslümanlar arasındaki dostluk,
birbirlerine varis olmayı ve diyetlerde
karşılıklı dayanışmayı
öngören bir dostluktu. Yardım ve kardeşliğe
dayalı bir dostluktu bu. Ve kan, soy ve akrabalık
ilişkilerinin yerini almıştı bu dostluk... Ne
zaman ki, bir islâm devleti kuruldu ve yüce Allah hakla batılın
ayrıldığı Bedir gününde bu devlete kesin bir
üstünlük bahşetti. O zaman dostluk ve yardım
bağı kalıcı oldu, ama yüce Allah, müslüman
toplum içinde miras ve diyetlerde dayanışmayı kan
bağıyla birbirlerine yakın olan akrabalara devretti.
Ayetin işaret ettiği ve genelde ve özelde bu dostluğun
bir şartı olarak ortaya koyduğu hicrete gelince bu,
gücü yetenin şirk yurdundan islâm yurduna hicret etmesidir.
Fakat, çıkarlarını ya da müşriklerle olan
akrabalık bağlarını kaybetmemek için
güçleri yettiği halde, hicret etmeyenlerle müslüman
toplum arasında dostluk sözkonusu değildir. Nitekim
taşralı Araplar'dan bazı gruplar islâmı kabul
etmiş, ancak işaret ettiğimiz nedenlerden
dolayı hicret etmemişlerdi. Mekke'deki bazı
kişiler de güçleri yettiği halde bu yüzden hicret
etmemişlerdi. Hem bunlara, hem de onlara yardım etmeyi yüce
Allah bir görev olarak yüklüyor müslümanlara. Özellikle din
konusunda yardım istediklerinde. Fakat bu yardım, onlara
gelen haksızlığın müslüman toplumla aralarında
antlaşma bulunan bir toplum tarafından olmaması
şartına bağlıdır. Çünkü müslüman
toplumun imzaladığı antlaşmaları ve onun
hareket çizgisini korumak. daha önceliklidir.
Bu ayet ve hükümlerin, müslüman toplumun tabiatını,
organik yapısındaki temel değerleri ve ölçüleri
yeterince yansıttığını sanıyoruz.
Ancak bu tarihsel toplumun ortaya çıkış sürecini,
kendisine kaynaklık eden ve aynı zamanda
dayanağını oluşturan temel kuralları,
hareket metodunu ve yükümlülüklerini açıklamadıkça
bu anlam yeterli düzeyde netleşmeyecektir!
İSLÂM ÇAĞRISININ TABİATI
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
eliyle gerçekleşen islâm çağrısı, sadece seçkin
peygamberler kafilesinin önderliğinde süregelen uzun davet
zincirinin son halkasıdır. İnsanlık tarihi
boyunca süren bu davetin bir tek hedefi vardı:
İnsanlara biricik ilahlarını, gerçek Rabblerini
tanıtmak, onları tek ve ortaksız Rabblerine kul
yapmak, yaratıkların ilahlığını geçersiz
kılmak... Bazı kısa dönemlerde ortaya çıkan
sayılı kişiler dışında insanlar
ilahlık gerçeğini inkâr etmiyorlardı.
Allah'ın varlığını temelde
tartışma konusu yapmıyorlardı. Bunun yerine
inanç ve ibadette ya da hakimiyet ve itaatte O'na başka
tanrıları ortak koşuyorlardı. Bunların
ikisi de şirktir ve insanları Allah'ın dininden çıkarır.
İnsanlar bu dini, gelen her peygamber
aracılığıyla öğrenmişler. Sonra
zaman geçtikçe inkâr etmişler, bu din sayesinde içinden
çıktıkları cahiliyeye geri dönmüşler.
Tekrar Allah'a ortak koşmaya koyulmuşlar... İnanç
ve ibadet noktasında itaat ve hakimiyet noktasında, ya
da her ikisinde...
İnsanlık tarihi boyunca süregelen Allah'a davet
olgusunun özelliği budur. Bu davet, "İslâmı"
hedeflemiştir. Kulları kulların Rabbine teslim
etmeyi, onları kulların otoritesinden,
egemenliğinden, yasalarından, değerlerinden ve
geleneklerinden kurtarıp Allah'ın otoritesine, O'nun
egemenliğine, bütün hayat meselesinde sadece O'nun
şeriatinin hükümranlığına teslim etmek
suretiyle kula kulluktan çıkarıp, tek ve ortaksız
Allah'ın kulluğuna yükseltmeyi hedeflemiştir.
İşte islâm, Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine
olsun- eliyle bunun için gelmiştir. Nitekim ondan önceki
seçkin peygamberler aracılığı ile de bu
hedefi gerçekleştirmek için gelmişti.
İnsanları da içine alan bütün evrenin boyun eğdiği
gibi, insanları da Allah'ın hakimiyetine boyun
eğdirmek için gelmiştir islâm. İnsanların
hayatını yönlendiren otorite, evrenin varlığını
yönlendiren otoritenin kendisi olmalıdır. İnsanlar
tüm evreni yöneten sistemin, otoritenin ve idarenin dışına
çıkıp değişik bir s,istemle, otorite ve
idareyle bütünden ayrılamazlar. Aslında evreni yöneten
otorite, onların hayatının isteğe
bağlı olmayan kısmını da yönetmektedir.
İnsanlar, doğuşları, gelişmeleri,
sağlıkları, hastalıkları, hayatları
ve ölümleri açısından Allah yapısı
fıtri kanunlara uymaktadırlar. Aynı şekilde
onlar toplumsal yaşayışlarında ve isteğe
bağlı davranışlarının sonucu olarak
başlarına gelen durumlarda bu kanunlara
uymaktadırlar. Onlar bu konularda Allah'ın
yasasını değiştirme gücüne sahip değildirler.
Nitekim onlar şu evrene hükmeden, onu yönlendiren evrensel
yasalara ilişkin Allah'ın hükmünü de değiştiremezler.
Bu yüzden onlar, hayatlarının isteğe
bağlı kısmında islâma yönelmelidirler. Bu
hayatın her alanına Allah'ın
şeriatını egemen kılmalıdırlar. Böylece
hayatlarının isteğe bağlı olan yönü ile
fıtri yönü arasında, varoluşlarının bu
iki yönü ile evrenin yapısı arasında ahenk
sağlanmış olur.
Ne var ki, insanın insana egemenliği esasına
dayanan, böylece varlık bütününden kopan, insan hayatının
isteğe bağlı yönüne hükmeden sistemi ile fıtri
yönüne hükmeden sistemi arasında çatışma
meydana getiren cahiliye... Bütün peygamberlerin tek ve ortaksız
Allah'a teslim olma davasıyla
karşıladıkları, yine Peygamberimizin -salât
ve selâm üzerine olsun- Allah'dan getirdiği mesajla
karşı koyduğu cahiliye... Evet, bu cahiliye hiçbir
zaman, sadece bir "teori" olarak belirmez. Hatta çoğu
zaman cahiliyenin kesin anlamda bir "teorisi" de olmaz.
O her zaman organik bir yapıda somutlaşır. Bir
toplumun varlığında somutlaşır cahiliye,
o toplumun rejimine, düşüncelerine; değer
yargılarına, kavramlarına, duygulàrına,
gelenek ve göreneklerine uyma şeklinde belirir. Cahiliye,
bireyleri arasında bu denli bir ilişki, bir
dayanışma, uyum, dostluk ve organik
yardımlaşma bulunan örgütlü bir toplumdur. Bu
özellikler o toplumu bilinçli ya da bilinçsiz olarak varlığını
korumaya, rejimini savunmaya, herhangi bir şekilde bir
varlığı ve rejimi tehdit eden tehlikeli
unsurları ortadan kaldırmaya yöneltir.
Cahiliye, sadece bir "teori" olarak belirmediğinden,
daha çok, işaret ettiğimiz şekilde hareketli ve
örgütlü bir toplumun varlığında somûtlaştığından,
bu cahiliyeyi ortadan kaldırma ve insanları bir daha
Allah'a döndürme eyleminin sırf bir "teori"
olarak belirmesi normal değildir ve hiçbir yarar sağlamayacaktır.
Böyle bir durumda, ondan üstün olması bir yana, fiilen
varolan, organik ve hareketli bir kitle tarafından uygulanan
cahiliyeye denk olması da mümkün olmayacaktır. Nitekim,
fiilen varolan bir varlığı ortadan
kaldırıp, yerine, mahiyeti, metodu, bütünü ve parçasıyla
temelden farklı bir varlık yerleştirme eylemi böyle
bir üstünlüğü zorunlu kılmaktadır. Daha
doğrusu bu yeni değiştirme eyleminin, teorik ve
pratik kuralları, ilgileri, bağları ve
ilişkileri bakımından fiilen varolan cahiliye
toplumundan daha güçlü, örgütlü ve pratik bir kitlenin varlığında
somutlaşması kaçınılmazdır.
İslâmın tarih boyunca dayandığı
teorik temel; "Allah'dan başka ilah
olmadığına" şahitliktir. Yani yüce
Allah'ı ilahlıkta, rabblıkta, yönetimde, otoritede
ve egemenlikte bir kabul etmektir... Bu konularda O'nu, vicdanda,
inanç ve davranışlarda, ibadet ve hayatın
realitesinde şeriat açısından bir kabul etmektir.
`Allah'dan başka ilah olmadığına
şahitlik' etmek, ona ciddi ve gerçek bir varlık
kazandıran bu eksiksiz şekilde gerçekleşmediği
sürece, fiilen varolmadığı gibi, Allah'ın
şeriatına göre de bir değer ifade etmez. Bu sözü
söyleyenin müslüman oluşu ve müslüman olmayışı
bu gerçeğe göre değerlendirilir.
Bu temel gerçeğin teorik açıdan
belirginleşmesinin anlamı şudur: İnsanlık
hayatı toptan Allah'a dönmelidir. Onlar hayata ilişkin
herhangi bir konuda, hayatın herhangi bir yönünde, kendi
kendilerine bir karar veremezler. Daha doğrusu hayatta
uymaları için Allah'ın hükmüne dönmeleri kaçınılmazdır.
Allah'ın bu hükmünü de, kendilerine bu hükmü açıklayacak
bir tek kaynaktan öğrenmelidirler. O da Allah'ın
peygamberidir. Bu kaynak, islâmın ilk şartı olan
şehadetin ikinci cümleciğinde, yani "şahitlik
ederim ki, Muhammed Allah'ın peygamberidir" cümlesinde
somutlaşmaktadır.
İşte islâmın somutlaştığı
teorik temel budur. Bu temele dayanır islâm. Bu temel, hayatın
tüm sorunlarına uygulandığında eksiksiz bir
hayat sistemine kaynaklık eder. Bu sistemle müslüman, gerek
islâm yurdunun sınırları içinde, gerekse dışında,
hem müslüman toplumla ilişkilerinde, hem müslüman
toplumun diğer toplumlarla olan ilişkilerinde bireysel
ve toplumsal hayatın tüm ayrıntılarını
karşılar.
Fakat islâm -dediğimiz gibi- sadece kendisini kabul
edenlerin inanç olarak kabul etmesini ve ibadetleri yerine
getirmesini, bundan sonra da fiilen varolan pratik cahiliye
toplumunun organik rejiminin bünyesinde birer ferd olarak kalmasını
öngören bir `teoride' somutlaşamaz. Sayıları ne
kadar çok olursa olsun, böyle fertlerin varolması, islâmın
"fiilen var" olduğu anlamına gelmez. Çünkü
cahiliye toplumunun organik yapısına giren `teoride müslüman
fertler' kesinlikle bu organik toplumun isteklerine olumlu karşılık
vermek zorunda kalacaklardır. İsteyerek veya
istemeyerek, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, bu toplumun hayatı
ve varlığı için kaçınılmaz olan temel
ihtiyaçları temin etmek için harekete geçeceklerdir. Bu
toplumun rejimini savunacaklardır.
Varlığını ve rejimini tehdit eden etkenleri
bertaraf edeceklerdir. Çünkü organik bir yapı ister
istemez bu görevleri bütün üyelerine yükleyecektir. Yani,
`teoride müslüman' fertler, `teoride' yıkmaya çalıştıkları
cahiliye toplumunu `pratikte' güçlendirmeye çalışacaklardır.
Onun bünyesinde, ona kalıcılık ve süreklilik
kazandıran canlı birer hücre işlevini göreceklerdir.
Hareketleri; şu cahiliye toplumunu yıkıp yerine islâmi
bir toplum kurmak hedefine yönelik olacağına,
yeteneklerini, deneyimlerini ve emeklerini cahiliye toplumunun
yaşaması ve güçlenmesi için harcayacaklardır.
Bu yüzden daha ilk andan itibaren, islâmın teorik
temeli, yani inanç sistemi (akide) hareketli ve organik bir
kitlenin varlığında somutlaşmalıdır.
Cahiliye toplumunun dışında hareketli ve organik
diğer bir toplumun oluşması kaçınılmazdır.
Bu yeni toplum, islâmın ortadan kaldırmayı
hedeflediği hareketli ve organik cahiliye toplumundan
ayrı ve bağımsız olmalıdır. Ve bu
yeni toplumun ekseni, peygamberimizin, ondan sonra da
insanları Allah'ın tek ve ortaksız
ilahlığına, Rabblığına, otoritesine,
hakimiyetine, sultasına ve şeriatına döndürmeyi
hedefleyen islâm önderlerinin şahsında somutlaşan
yeni yönetim olmalıdır. Dolayısıyla,
"Allah'dan başka ilah olmadığına ve
Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna şahitlik
edenler" hareketli ve organik cahiliye toplumu ile -yani içinden
kopup geldikleri toplum ile- ve bu toplumun önderliği ile
olan tüm dostluk bağlarını
koparmalıdırlar. Bu dostluk ne şekilde olursa
olsun; ister kâhinler, tapınak bekçileri, sihirbazlar ve
falcılar gibi dini önderlere yönelik olsun, ister Kureyş'te
olduğu gibi siyasi, toplumsal ve ekonomik önderlere yönelik
olsun kesilecektir. Bu insanlar tüm dostluk bağlarını
yeni, hareketli ve organik islâm toplumuna ve onun müslüman
yöneticilerine özgü kılmalıdırlar.
Bu durum daha müslüman islâma girer girmez, "Allah'dan
başka ilah olmadığına ve Muhammed'in
Allah'ın peygamberi olduğuna" şahitlik eder
etmez gerçekleşmelidir. Çünkü müslüman bir toplumun
varlığı bunun dışında başka türlü
gerçekleşmez. Sayıları çok da olsa, organik,
bireyleri birbiriyle uyuşan ve yardımlaşan bir
toplumun şahsında somutlaşmadığı sürece
islâmın teorik temelini ferdlerin gönüllerine yerleştirmekle
islâm toplumu gerçekleşmez. Bu toplumun başlı
başına ve bağımsız bir
varlığı olmalıdır. Üyeleri tıpkı
canlı bir organizma gibi varlığını kökleştirmek,
derinleştirmek, yaygınlaştırmak için organik
olarak hareket etmelidirler. Varlığına ve bünyesine
yönelik olarak saldırıya geçen etkenleri bertaraf
etmek suretiyle varlığını
savunmalıdırlar... Bunun için de, hareketlerini
düzenleyen ve uyumlu hale getiren, cahiliyenin yönetiminden bağımsız
bir önderin yönetiminde hareket etmelidirler. Bu yönetim
onlara, islâmi varlıklarını kökleştirecek,
derinleştirecek ve yaygınlaştıracak
direktifler verir. Diğer cahili varlıkla mücadele
etmek, başkaldırmak ve ortadan kaldırmak için
hareketlerini yönlendirir.
İşte islâm bu şekilde ortaya çıktı.
Özlü ve fakat kapsamlı teorik temeline dayanarak, aynı
anda cahiliye toplumundan bağımsız, ondan ayrı
ve ona karşı koyan hareketli ve organik bir toplumun
varlığında somutlaşarak ortaya çıktı.
Hiçbir zaman islâm bu pratik varlığından uzak
olarak sadece bir "teori" olarak gerçekleşmemiştir.
Yeniden islâmın bu şekilde ortaya çıkması mümkündür.
İslâmın hareketli ve örgütlü oluşumunun
tabiatı gereği gibi kavranmadığı sürece,
hiçbir zaman ve hiçbir yerde cahiliye toplumunun gölgesinde
islâmı yeniden oluşturmak mümkün değildir.
Biz bu oluşumun tabiatını ve fıtri
sırlarını kavradığımız zaman,
onunla birlikte bu dinin tabiatını -dokuzuncu cüzde
Enfal suresinin giriş kısmında açıkladığımız
şekliyle- (Enfal suresi giriş kısmına bkz.) bu
dinin hareket metodunu kavrarız. Bunun yanında şu
surenin sonunda, müslüman toplumun iç düzenine -sınıflarına
göre- muhacir ve mücahid mü'minlerle, ayrıca onları
barındırıp yardımcı olanlarla olan
ilişkilere iman ettikleri halde hicret etmeyenlerle
gireceği ilişkilere, kâfirlerle ilişkilerine dair
ele aldığımız ayetlerin ve hükümlerin
anlamlarını da kavrarız... Bütün bunları
kavramak hiç kuşku yok ki, islâm toplumunun hareketli ve
organik bir şekilde ortaya çıkışının
tabiatını iyice kavramaya bağlıdır.
Şimdi bu konulara ilişkin olarak yer alan ayetleri ve
hükümleri ele alabiliriz:
"İman edip Medine'ye göçenler ve Allah yolunda
canları ile malları ile cihad edenler ile bu göçmenlere
barınak sağlayanlar ve yardım edenler birbirlerinin
yandaşları, koruyucularıdırlar. İman edip
Medine'ye göçetmeyenlere gelince, bunlar göçetmedikçe
kendilerine karşı hiçbir yandaşlık,
koruyuculuk yükümlülüğünüz yoktur. Eğer böyleleri
sizden, ar anızda
saldırmazlık antlaşması bulunmayan bir topluma
karşı din konusunda yardım isterlerse,
kendileri"e yardım etmekle yükümlüsünüz. Allah yaptığınız
her şeyi görür."
"Kâfirler, birbirlerinin yandaşları,
koruyucularıdırlar. Eğer aranızda bu
sıkı dayanışmayı gerçekleştirmezseniz
yeryüzünde fitne ve büyük bir kargaşa çıkar."
Mekke'de, Allah'dan başka ilah olmadığına
ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna
şahitlik ettiğini söyleyen herkes, ailesinin, akrabalarının,
kabilesinin ve Kureyş kabilesinin şahsında
somutlaşan cahiliye toplumu yönetiminin dostluğundan
soyutlanıp, dostluğunu ve
bağlılığını Allah'ın peygamberi
Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- ve onun önderliğinde
oluşmakta olan küçücük topluluğa yöneltirdi. Hem de
bu cahiliye toplumunun varlığını korumak için
savaş meydanından önce kendisine karşı çıkan
bu yeni topluluğun oluşturduğu tehlikeye
karşı koyduğu ve henüz oluşmakta olan bu yeni
toplumu yoketmeye çalıştığı bir
sırada...
O zaman Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu yeni
toplumun üyeleri arasında bir kardeşlik ortamı
oluşturdu. Yani birer birer cahiliye toplumundan kopup gelen
bu "fertleri" birbiriyle dayanışına
halinde olan bir "topluma" dönüştürdü. Bu
toplumda kan ve soy bağı yerine inanç bağı geçerliydi.
Cahiliye yönetiminin yerine yeni önderliğe
bağlanıyordu. Geçmişteki tüm dostluk bağları
koparılıp yeni topluma dost olunurdu.
Mutlak bir dostluk, kesin bir bağlılık, tasada
ve kıvançta dinleyip itaat etmek, mallarını
çocuklarını ve kadınlarını
korudukları şeylerden peygamberi de korumak üzere
islâm yönetimine bağlılıklarını
bildiren bazı kimselerin müslüman olmasından sonra yüce
Allah Medine'yi müslümanlar için bir hicret yurdu haline
getirdiğinde ve Medine'de Peygamberimizin önderliğinde
bir müslüman devlet kurulduğunda, Peygamberimiz bütün
gerekleriyle birlikte kan ve soy bağı yerine geçen aynı
kardeşliği Muhacirlerle Ensar arasında da gerçekleştirdi.
Aile ve kabile ortamında kan bağına dayalı,
miras, diyetler ve tazminatlar bu kardeşlik için de
geçerliydi. Bu konudaki Allah'ın hükmü şuydu:
"İman edip Medine'ye göçenler ve Allah yolunda
canları ile malları ile cihad edenler ile bu göçmenlere
barınak sağlayanlar ve yardım
edenler birbirlerinin yandaşları,
koruyucularıdırlar."
Yardım etme konusunda, varis olmada, diyet ve tazminatlar
gibi kan ve soy bağının tüm gereklerinde ve ilişkilerinde
bunlar birbirlerine daha yakındırlar ve birbirlerinin
dostudurlar.
Daha sonra inanç sistemini benimsemek suretiyle bu dine giren
ancak, fiilen müslüman topluma katılmayan bazı
kişiler ortaya çıktı. Bunlar Allah'ın
şeriatının egemen olduğu ve müslüman
önderlik tarafından yöneltilen islâm yurduna hicret
etmiyorlardı. Artık Allah'ın
şeriatının geçerli olduğu ve eksiksiz
varlığının gerçekleştiği bir yurda
sahip olan müslüman topluma katılmıyorlardı. Bu
toplum, daha önce Mekke'de hareketli ve organik bir yapı içinde
yeni yönetime ve kitleye bağlılığını
göstererek nisbi bir varlık gerçekleştirmişti. Bu
toplum, bağımsız ve belirgin
varlığıyla cahiliye toplumuna karşı
koymuş, ondan ayrılmış ve
bağımsız hale gelmiştir.
Gerek Mekke'de, gerek Medine'nin çevresindeki Bedeviler arasında,
islâm inancını kabul ettikleri halde, bu inanca dayanan
topluma katılmayan ve bu toplumun yöneticilerine eksiksiz
bir şekilde ve fiilen boyun eğmeyen kimselere
rastlanıyordu.
Bu kimseler müslüman toplumun üyeleri kabul edilmemişlerdir.
Yüce Allah onlarla müslüman toplum arasında -tüm çeşitleriyle-
herhangi bir dostluk bağının oluşmasına müsaade
etmemiştir. Çünkü onlar, fiilen islâm toplumuna mensup değildirler.
İşte bu hüküm onlar hakkında inmiştir:
"İman edip Medine'ye göçetmeyenlere gelince, bunlar
göçetmedikçe kendilerine karşı hiçbir ya aşlık,
koruyuculuk yükümlülüğünüz yoktur. Eğer böyleleri
sizden, aranızda saldırmazlık antlaşması
bulunmayan bir topluma karşı din konusunda yardım
isterlerse kendilerine yardım etmekle yükümlüsünüz."
Bu hüküm -daha önce işaret ettiğimiz gibi- bu
dinin tabiatına ve realist hareket metoduna göre son derece
mantıklı ve anlaşılır bir hükümdür.
Çünkü bu fertler müslüman toplumun üyeleri değildirler.
Bu yüzden onlarla müslüman toplum arasında dostluk ve
yardımlaşma olamaz. Ancak ortada bir inanç bağı
vardır. Fakat bu bağ, tek başına, müslüman
toplumu bu fertlere karşı sorumlu kılmaz. Ancak
dinlerinden dolayı bir haksızlığa
uğramaları, örneğin inançlarından dönmeye
zorlanmaları durumu hariç. Böyle bir durumda islâm
yurdundaki müslümanlardan yardım isterlerse, müslümanların
sadece bu konuda onlara yardım etmeleri gerekmektedir. Fakat
bu yardım, müslümanların karşı taraflarla
imzaladıkları antlaşmaları ihlal etmeme
şartına bağlı olarak gerçekleşmelidir.
Bu fertlere, dinleri ve inançları açısından
haksızlık eden taraf, bu antlaşmalı taraf dahi
olsa, durum değişmeyecektir. Çünkü asıl
korunması gereken müslüman toplumun çıkarıdır,
hareket stratejisidir ve bunların gerektirdiği
ilişkiler ve antlaşmalardır. Öncelikle korunup
gözetilmesi gereken bunlardır işte. İman ettikleri
halde, islâmı toplumun şahsında somutlaşan bu
dinin fiili varlığına katılmayan bu fertlerin
uğradığı haksızlıktan önemlidir
bunlar.
Bu da bize bu dinin, gerçek varlığını
somutlaştıran hareketli ve organik bir yapıya
verdiği .önemin boyutlarını göstermektedir.
Bu hüküm değerlendirilirken şöyle denmektedir:
"Allah yaptığınız her şeyi görür."
Bütün yaptıklarınız O'nun gözetimi altındadır.
İçini-dışını, bayı-sonunu,
sebebini-sonucunu görür.
Nasıl ki, müslüman toplum hareketli, uyumlu, dayanışma
halinde, yardımlaşan, bir tek dostluk etrafında kümeleşen
organik bir toplum ise, cahiliye toplumu da öyledir:
"Kâfirler birbirlerinin yandaşları,
koruyucularıdırlar."
Daha önce de değindiğimiz gibi, işin
tabiatı bunu gerektirir. Cahiliye toplumunun üyeleri
bireysel davranmazlar. Aksine organik bir yapı gibi hareket
ederler. Varlığının ve oluşumunun
tabiatı gereği cahiliye toplumunun üyeleri onun varlığını
ve rejimini korumak için harekete geçerler. Çünkü onlar, doğal
olarak ve hükmen birbirlerinin koruyucuları,
dostlarıdırlar. Bu yüzden islâm, kendine özgü
özelliklere sahip başka bir toplum olarak belirmenin
dışında cahiliye toplumuna karşı koyamaz.
Ancak bu yeni toplum daha köklü, daha sağlam ve daha güçlü
olmalıdır. İslâm, birbirlerine dost olan
fertlerden oluşan bir toplumla cahiliyeye karşı
koymadığı zaman, cahiliye toplumu müslüman
fertlere baskı yapmaya, onları dinlerinden döndürmeye
çalışacaktır. Çünkü müslüman fertler dayanışmalı
cahiliye toplumuna karşı koyamayacaklardır.
İslâm var olduktan sonra cahiliyenin ona üstünlük sağlaması
sonucu tüm yeryüzünü fitne ve kargaşa kaplayacaktır:
Cahiliyenin islâma üstünlük sağlaması, kulların
ilahlığının Allah'ın
ilahlığını ortadan kaldırması ve
insanların tekrar kulların kulu olmasıyla yeryüzünde
bozgunculuk meydana getirecektir. Kuşkusuz bu, en büyük
bozgunculuktur.
"Eğer aranızda bu sıkı
dayanışmayı gerçekleştirmezseniz, yeryüzünde
fitne ve büyük kargaşa çıkar."
Bundan büyük korkutma ve bundan etkin sakındırma
olmaz. Varlıklarını tek bir dostluğa, biricik
bir önderliğe sahip hareketli ve organik bir toplum
esasına dayandırmayan müslümanlar, kişisel
hayatlarında sorumlu olduklarının
dışında, Allah'ın katında, yeryüzünde
çıkan fitneden ve kopan büyük bozgunculuktan da
sorumludurlar.
Sonra surenin ayetlerinin akışı gerçek imanın
ancak bu şekilde sözkonusu olabileceğini vurguluyor:
"İman edip Medine'ye göçenler ve Allah yolunda
malları ile canları ile cihad edenler ile, bu göçmenlere
barınak sağlayanlar ve yardım edenler var ya,
işte bunlar gerçek mü'minlerdir, onları
bağışlanma ve bol rızık beklemektedir.
Gerçek mü'minler bunlardır işte... İmanın
somutlaştığı gerçek tablo budur. Bu dinin
ortaya çıkışının ve varoluşunun gerçek
tablosudur bu. Çünkü bu din, sadece teorik temelini duyurmakla,
sırf inanmakla, hatta sırf ibadet adı
taşıyan davranışları yerinè getirmekle
gerçek anlamda varolmaz. Bu din hareketli bir toplumun
şahsında somutlaşmadığı sürece
fiilen varolmuş sayılmayan bir hayat sistemidir. Bu
dinin inanç düzeyindeki varlığına gelince, bu
teorik bir varlıktı. İşaret ettiğimiz
gibi, hareketli ve realist bir şekilde temsil edilmediği
sürèce gerçekleşmiş olamaz.
İşte bu gerçek mü'minler için bağışlanma
ve bol rızık vardır. Burada rızık cihad,
Allah yolunda malı hârcama, barınak sağlama,
yardım ve bütün dayanışmalar münasebetiyle
yeralmaktadır. Bunun da ötesinde, bağışlanma
vardır.. İşte bol rızık budur. Daha
doğrusu bol rızıktan daha üstündür bu bağışlanma...
Sonra Allah yolunda cihad eden muhacirlerden oluşan ilk
sınıfa, bundan sonra hicret eden ve cihad eden herkes
dahil ediliyor. Ancak, Kur'an-ı Kerim'de başka ayetlerin
de vurguladığı gîbi bu konuda önce davranan
ilkler, her zaman üstündür. Bu katılma, islâm
toplumundaki dostluk ve organik yapılanmaya katılma
anlamındadır:
"Sonradan iman edip Medine'ye göçenler ve sizinle
birlikte cihad edenlere gelince, onlar sizdendirler." '
Hicret şartı, Mekke'nin fethi ile birlikte Arap
toprakları, islâm yönetimine boyun eğme ve insanlar
islâm toplumunda hayatlarına yön verene kadar sürdü.
Peygamberimizin de buyurduğu gibi, fetihten sonra hicret
yoktur, cihad ve çalışma vardır. Ancak bu durum,
yaklaşık olarak binikiyüz sene yeryüzüne hükmettiği,
kesintisiz olarak islâm şeriatının
uygulandığı, Allah'ın şeriatına ve
O'nun otoritesine dayanan müslüman önderliğin yönettiği
ilk islâmi dönem için geçerlidir. Ne var ki, günümüzde
yeryüzü yeniden cahiliyeye dönmüştür.
İnsanların yeryüzündeki hayatlarından
Allah'ın hükmü kaldırılmıştır. Bütün
yeryüzünde hakimiyet tekrar tağutun eline geçmiştir.
İslâm kendilerini çekip kurtardıktan sonra, insanlar
yeniden kullara kul olmuşlardır. Şu anda islâm
için -tıpkı ilk dönem gibi- yeni bir dönem başlıyor.
İslâm, bir islâm yurdu, bir hicret yurdu oluşturana
kadar bütün hükümlerini aşamalı olarak
uygulayacaktır. Sonra -Allah'ın izniyle- yeniden islâmın
gölgesi yayılacaktır. O zaman artık hicret etmeye
gerek kalmayacak, ilk dönemde olduğu gibi sadece cihad ve
çalışma sözkonusu olacaktır.
İslâmi varlığın ilk defa
oluştuğu dönemler için özel hükümler ve özel
yükümlülükler vardır. Bu dönemde, inanç bağı,
tüm görünüm ve şekilleriyle, tüm sonuç ve gerekleriyle
kan bağının yerine geçer. Miras, diyetler ve
borçlarda dayanışma da bunlar arasındadır.
Bedir'de, Furkan gününde, yani hakla batılın kesin bir
şekilde ayrıldığı günde islâmın
varlığı iyice sağlamlaştıktan sonra,
yeni baştan yapılanca operasyonu için gerekli olan ve
istisnai dönemde istisnai yükümlülükleri karşılamak
için konulan bu hükümler değiştirildi. Miras, diyet
ve benzeri konulardaki dayanışmayı akrabalara
devretmek de bu değişiklikler arasındaydı.
Ancak bu hükümler de islâm yurdundaki müslüman toplum
çerçevesinde geçerlidir:
"Allah'ın kitabına göre yakın
akrabaların birbirlerine mirasçı olma konusunda
öncelik hakları vardır."
İslâmın fiili varlığı iyice
yerleştikten sonra genel çerçeve içerisinde yakın
akrabaların öncelikli olmasında bir sakınca
yoktur. Kuşkusuz bu durum, insanın
kişiliğindeki fıtri bir yöne cevap vermektedir.
İslâmın fiili varlığının insana yüklediği
yükümlülüklerle çelişmediği sürece, insanın
kişiliğinde yeralan fıtri duygulara cevap vermekten
bir zarar gelmez. İslâm fıtri istekleri ve
duyguları yok etmez, sadece kontrol altına alır.
İslâmın fiili varlığının yüksek
ihtiyaçları ile paralellik oluşturması amacı
ile kontrol eder bu istekleri. Ne zaman bu ihtiyaçlar
gerektirirse yeniden bu isteklere cevap verir, ama genel çerçeve
içerisinde. Bu yüzden islâmi hareketin kimi istisnai
dönemlerinde özel yükümlülükleri ile genel anlamda islâmın
ve onun diğer hükümlerinin tabiatını
kavramalıyız...
"Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bilir."
Bu, yukarıda değindiğimiz hükümlere,
düzenlemelere ve fıtri isteklere uygun bir
değerlendirmedir. Bu hükümlere müdahale eder, düzenler ve
uyumlu hale getirir. Her şeyi kuşatan Allah'ın
ilmindedir bu. Bunları en iyi yüce Allah bilir çünkü.
Bu temel üzerine ve bu metod uyarınca müslüman
ümmeti inşa eden, varlığını organik ve
hareketli toplum temeline dayandıran ve bu toplumun temelini
inanç olarak belirleyen islâm, sadece insanın
insanlığını ön plana çıkarmayı,
onu güçlendirmeyi, sağlamlaştırmayı ve onu
insanın oluşumundaki diğer tüm özelliklerin
üzerine çıkarmayı hedeflemektedir. Bu hedefi gerçekleştirmek
için de, bütün kurallarında, öğretilerinde,
yasalarında ve hükümlerinde başvurduğu metoda göre
hareket eder.
Bazı noktalarda insanın biyolojik yapısı
hayvanların yapısına, hatta cansız maddelerin
yapısına benzemektedir. Bu yüzden "bilimsel
cehaletin" taraftarları bazen insanı diğer
hayvanlar gibi bir hayvan sanırlar. Bazen de onu her madde
gibi bir madde olarak kabul ederler. Ne var ki, insan kimi
noktalarda, hayvanlarla ve cansız maddelerle aynı
özellikleri paylaşmakla beraber, bazı noktalarda
onlardan ayrılır. Bu özellikler onu farklı
kılar. Son zamanlarda "bilimsel cehaletin"
taraftarlarını zor durumda bırakan da budur.
Bunlar, boyunlarını büken pratik gerçekleri kabul
etmek zorunda kalmışlardır. Samimi ve açık
olmamakla beraber bu gerçekleri itiraf etmişlerdir.
(Bunların başında da "Modern
Darwinciliğin" taraftarlarından olan Julian Huxely
gelmektedir)
Bu ilahi sistemiyle islâm, insanı farklı kılan
ona, diğer yaratıklar arasında bir
ayrıcalık kazandıran bu özelliklere dayanır,
onları ön plana çıkarır, onları
geliştirir ve yüceltir. İşte islâm, inanç
sistemini, müslüman ümmetin varlığının
dayanağı olan hareketli ve organik toplumun temeli
haline getirirken, sadece bu stratejisine göre hareket ediyordu.
Çünkü inanç, insanın sahip olduğu en yüce
özelliklerden biriyle ilişkilidir.
İslâm, soy bağını, dil birliğini,
ülke birliğini, ırk birliğini, renk
birliğini, ortak çıkarları, ortak coğrafi
sorunları esas olarak kabul etmez. Bütün bunlar,
hayvanlarla insanların ortak oldukları
bağlardır. Hatta bunlar daha çok hayvan sürülerinin
bağlarına, ilgilerine benzemektedirler. Söylenir
söylenmez sürüleri çağrıştıran
ağıl, otlak ve ahırlara benzemektedirler. Ancak,
insanın varlığını ve çevresindeki
evrenin varlığının kaynağını,
insanın akıbetini ve çevresindeki evrenin akıbetini
eksiksiz bir şekilde yorumlayan, onu bu maddeden daha
üstün, daha büyük, daha öncelikli ve daha kalıcı
kılan inanca gelince, bu, insanı diğer
yaratıklardan ayrı kılan insan ruhu ve kavrama
yeteneği ile ilgili bir durumdur. İnsanı diğer
yaratıkları geride bıraktıracak şekilde
en üstün dereceye çıkaran inançtır.
Ayrıca bu bağ -inanç, düşünce, fikir ve metod
bağı- özgürlük bağıdır da. İnsan,
iradesi ve bilinciyle seçme hakkına sahiptir. Oysa
hayvanlarla ortak olduğu ve sürülere yakışan bu
bağlar, doğuştan ona yüklenmiş
bağlardır. Bunları kendi isteğiyle seçmediği
gibi, bu konuda bir etkinliği de sözkonusu değildir.
İnsan, bir dalı konumunda olduğu soyunu, bir
halkası olduğu ırkını ve
doğuştan sahip olduğu rengini
değiştiremez. Bütün bunlar daha o doğmadan
hayatı için belirlenen durumlardır. Bu konuda onun seçme
hakkı yoktur, etkinliği de mümkün değildir.
Aynı şekilde insanın belli bir bölgede doğması,
doğduğu bölge itibarıyla belli bir dili
konuşması, belli maddi çıkarlara ve belli
coğrafi sonuçlara olan ilgisi, -ki bunlar diğer
insanlarla birarada olmasını sağlayan
bağlardır- evet bütün bunlar değiştirilmesi
son derece zor olan meselelerdir. Bu
alanda "özgür
irade"nin etkinlik alanı son derece
sınırlıdır. Bütün bunlardan dolayı islâm
bunları insanlık toplumunu kaynaştıran
bağlar olarak öngörmemiştir. İnanç, düşünce,
fikir ve hayat sistemi ise, her zaman insanın seçme
özgürlüğüne açık. şeylerdir. Her an için
insan seçtiğini duyurabilir. Tamamen şahsi özgürlüğüne
bağlı olarak bağlanmayı istediği toplumu
belirleyebilir: Bu durumda, renginden, dilinden,
ırkından, soyundan, doğduğu bölgeden ya da
istediği ve seçtiği toplumun değişmesiyle
değişen maddi çıkarlardan oluşan herhangi bir
bağ onu engelleyemez.
İslâm düşüncesine göre insanın üstünlüğü
buradadır.
Bu soruna ilişkin olarak islâm sisteminin realist bir
göz kamaştırıcı sonuçlarından biri...
Irk, toprak, renk, dil, yakın bölgesel çıkarlar ve
anlamsız coğrafi sınırların ötesinde
islâm toplumunu sadece inanç bağını esas alarak
kurmasının sonuçlarından biri... İnsanlarla
hayvanlar arasında ortak olan özellikleri bir yana bırakarak
"insani özellikleri" bu toplumda ön plana çıkarmasının
sonuçlarından biri... Evet bu, sistemin realist ve göz kamaştırıcı
sonuçlarından biri, müslüman toplumun tüm ırklara,
uluslara, renklere ve dillere açık olmasıdır. Bu
konuda anlamsız hayvani engellerden hiçbiriyle karşılaşılmamıştır.
Tüm ırkların özellikleri ve yetenekleri islâm
toplumunun potasına akmış, burada eriyip birbirine
karışmıştır. Çok kısa bir zamanda
organik ve üstün bir bileşim meydana gelmiştir.
İşte birbiriyle kenetlenmiş, bir ahenk
oluşturmuş bu olağanüstü kitle, zamanındaki
bütün insanların emeklerinin ürünü büyük ve parlak bir
uygarlık meydana getirmiştir. Hem de mesafelerin çok
uzak, ulaşımın son derece zor şartlar
altında yapılabildiği bir dönemde...
İleri islâm toplumunda, Araplar, Farslar, Suriyeliler, Mısırlılar,
Mağripliler, Türkler, Çinliler, Hitliler, Bizanslılar,
Yunanlılar, Endonezyalılar ve Afrikalılar gibi
uluslar ve ırklar biraraya gelmişlerdi. Bunlar islâm
toplumunun inşası ve islâm uygarlığının
kurulması uğruna kenetlenmiş,
dayanışmalı ve uyum içinde çalışmak
üzere bütün özelliklerini birleştirmişlerdi. Hiçbir
zaman bu büyük uygarlık, bir "Arap
uygarlığı" olmamıştı, her zaman
"islâm uygarlığı" olarak
kalmıştı. Hiçbir zaman "milliyetçi" bir
uygarlık olarak belirmemişti her zaman "inanç"
uygarlığı olarak belirmişti.
Hepsi de eşit düzeyde, sevgi bağıyla ve tek bir
yöne yöneldiklerinin bilinciyle biraraya gelmişlerdi. En
üstün yeteneklerini harcamış,
ırklarının en köklü özelliklerini ön plana çıkarmışlardı.
Herbirinin eşit düzeyde bağlandıkları bu
biricik toplumun inşası için kişisel, ulusal ve
tarihsel deneyimlerinin kazandırdığı
yetenekleri biraraya getirmişlerdi. Bu toplumda onları,
tek ve ortaksız Rabblerine bağlayan ve hiçbir engelle
karşılaşmaksızın
"insanlıklarını" ön plana çıkaran
inanç bağı birarada tutuyordu. Tarih boyunca
gelmiş geçmiş hiçbir toplum bu şekilde tüm bu
özellikleri bünyesinde barındırmamıştır
kuşkusuz. Örneğin değişik ırktan birçok
insanı barındıran insan topluluklarının
en eskisi Roma İmparatorluğu'dur. Bu imparatorluk gerçekten
de değişik ırkları, farklı dilleri ve birçok.
ülkeyi kapsamıştı. Ancak bu beraberlik hiçbir
zaman insanlık bağlarına
dayanmamıştı. İnanç gibi yüksek bir değerde
somutlaşmamıştı. Bu imparatorluk bir yönden sınıf
esasına dayanan bir toplumdu. Seçkinler ve köleler sınıfı
vardı. Bir yönden de ırkçı bir toplumdu. Genelde
Romalılar'ın egemenliği, diğer
ırkların da köleliği esasına
dayanıyordu. Bu yüzden hiçbir zaman islâm toplumunun eriştiği
ufuklara ulaşamamıştır. İslâm toplumunun
devşirdiği meyveleri devşirememiştir.
Aynı şekilde yakın çağda da
değişik ulusları biraraya getiren milletler
toplulukları kurulmuştur. Örneğin Britanya
İmparatorluğu... Ne var ki, o da mirasçısı
olduğu Roma toplumu gibi ırkçı ve sömürgeci bir
imparatorluktu. İngiliz ulusunun üstünlüğüne ve
imparatorluğun sınırları içindeki
sömürgelerin sömürülmesine dayanıyordu. Avrupa'da
kurulan tüm imparatorluklar aynı özellikleri taşıyordu.
Bir zamanlar kurulan İspanyol İmparatorluğu,
Portekiz İmparatorluğu, Fransız
İmparatorluğu gibi. Hiçbiri o aşağılık,
iğrenç ve çirkef dolu düzeyden kurtulamamıştı.
Komünizm de ırk, ulus, ülke, dil ve renk engellerini aşıp
yeni bir toplum tipi meydana getirmek istedi. Ne var ki, bu
toplumu evrensel "insani" temellere
dayandırmadı. Bu toplumu "sınıf"
temeline dayanarak kurdu. Bu toplum da eski Roma toplumunun
değişik bir görünümüydü. O toplum
"seçkinler" sınıfının
egemenliğine dayanıyordu. Bu toplum da ezilenlerin
(proleteryanın) egemenliğine dayanıyordu. Bu
toplumu birbirine bağlayan unsur, diğer
sınıflara yönelik korkunç kindir.
Böylesine bayağı bir toplum yapısının
insanın oluşumundaki en değersiz unsuru istismar
etmesinden başkası beklenemezdi. Bu toplum en başta
sadece hayvansal özellikleri ön plana çıkarma ve
onları geliştirip sağlamlaştırma
esasına dayanmaktadır. Buna göre insanın temel
istekleri yeme, barınma ve cinsel güdüleri tatmin etmektir.
Oysa bunlar başta gelen hayvani isteklerdir. Yine komünizme
göre, insanlık tarihi karın doyurma peşinde
koşma tarihidir!..
Kuşkusuz islâm, insanın en temel özelliklerini ön
plana çıkaran ve insan toplumunun yapısında bu
özellikleri geliştiren ve yücelten ilahi sistemiyle eşsizdir
ve hep eşsiz kalacaktır. Dolayısıyla islâmdan
sapıp, ırk, toprak ve sınıf gibi pis ve adi
temellere dayanan diğer sistemlere yönelenler, insanın
gerçek düşmanıdırlar. Bunlar
"insanın" şu evrende yüce Allah'ın
yarattığı gibi insanî özellikleriyle ön plana çıkmasını
istemiyorlar. İnsanlık aleminin, bünyesindeki
ırkların, en son noktasına kadar
kaynaşmış ve uyum içindeki yeteneklerinden,
özelliklerinden ve deneyimlerinden yararlanmasını
istemiyorlar. Bunlar aynı zamanda akıntıya
karşı yüzüyorlar: İnsanın yükseliş
çizgisine karşı hareket ediyorlar. Amaçları,
ağıl ve otlak gibi "hayvanların"
etrafında birleştikleri duruma benzer temeller
etrafında, insanları da birleştirmektir. Yüce
Allah'ın insanı yükselttiği ve gerçekten
"insanların" etrafında birleşmelerine
yakışan bu ulu makamdan sonra onların insana uygun
gördükleri bu iğrenç düzeydir.
Garip olanı da, üstün insanı özellikler etrafında
birleşme hareketinin tutuculuk, taassup ve gericilik olarak
adlandırılması, bunun yanında
hayvanlarınkine benzer özellikler etrafında
birleşme eyleminin de ilericilik, yükselme ve devrim olarak
adlandırılmasıdır. Değerlerin ve
ölçülerin böylesine tersyüz edilmesidir
şaşılacak olan. Bütün bunlar, insanın en yüce
özelliği olan inanç temeline dayalı bir toplum
kurmaktan kaçmak içindir elbette.
Fakat Allah, iradesini gerçekleştirmede etkin
olandır. İnsanlık hayatındaki cahili ve hayvanî
alçalış için süreklilik sözkonusu değildir.
Mutlaka Allah'ın dilediği olacaktır. Bir gün
gelecek insanlık, toplumsal yapısını yüce
Allah'ın insanı onurlandırdığı ve
ilk müslüman toplumun etrafında birleştiği, böylece
tarihteki eşsizliğini ve üstünlüğünü elde ettiği
temele dayandırmaya çalışacaktır.
Kuşkusuz ilk müslüman toplumun tablosu hep ufuklarda
parlayacaktır. İnsanlık bir zamanlar
eriştiği bu yüce doruklara doğru bir kez daha yol
alırken, hep bu toplumu gözönünde bulunduracaktır.
ENFAL SURESİNİN SONU
|
|
O |
|
O |
|