O |
Enfal
|
O |
|
67- Yeryüzünde üstünlüğünü perçinlemedikçe
hiçbir peygamberin esir alması yerinde değildir. Siz geçici
dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah sizin
hesabınıza ahireti istiyor. Allah üstün iradeli ve
hikmet sahibidir.
68- Eğer Allah'ın daha önce kesinleşmiş (ve
bu konuda lehinize işleyen) bir hükmü olmasaydı,
esirlerin karşılığında
aldığınız fidyeler yüzünden başınıza
büyük bir azap gelirdi.
69- Artık elinize geçen ganimet mallarını helal
olarak afiyetle yiyiniz, Allah'dan korkunuz. Hiç kuşkusuz
Allah affedicidir ve merhametlidir.
70- Ey peygamber elinizdeki esirlere de ki; "Eğer
Allah kalplerinizde hayırlı bir yaklaşım
olduğunu görürse size elinizden alınandan daha iyisini
verir ve sizi affeder. Hiç şüphesiz, Allah affedicidir ve
merhametlidir.
71- Eğer bu esirler sana ihanet etmeyi düşünüyorlarsa
bilsinler ki, daha önce Allah'a ihanet ettiler de bu yüzden O,
seni onlara karşı üstün getirdi. Hiç kuşkusuz
Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir.
İbn-i İshak Bedir savaşında meydana gelen
olayları anlatırken şöyle der: "Müslümanlar
düşmanı esir almaya başlayınca Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsun- çadırında bulunuyordu.
Sa'd b. Muaz da Ensari'den bir grup ile birlikte Peygamber'i
gelebilecek bir düşman saldırısından korumak
amacıyla kılıç kuşanmış bir
vaziyette çadırın kapısında nöbet tutuyordu.
Bana ulaşan haberlere göre Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- Sa'd'ın yüzünde halkın
yaptıklarından dolayı memnuniyetsizlik belirtisi gördü.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- `Allah'a andolsun
ki, ya Sa'd, bana öyle geliyor ki, sen arkadaşlarının
yaptığından memnun değilsin' dedi. Bunun
üzerine Sa'd, `Evet yâ Resulullah, bu yüce Allah'ın müşriklerin
başına getirdiği ilk musibetti. Onları
savaşta öldürmek bana göre esir olarak elde etmekten daha
iyiydi' dedi."
İmam Ahmed, İbn-i Abbas'dan Hz. Ömer'in -Allah ondan
razı olsun- şöyle dediğini rivayet eder: "Bedir
gününde iki taraf karşı karşıya
geldiğinde yüce Allah müşrikleri ağır bir
yenilgiye uğrattı. Onlardan yetmiş kişi
öldürüldü. Yetmiş kişi de esir alındı.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Ebubekir, Ömer ve
Ali'nin fikirlerini sordu. Ebubekir şöyle dedi, `Bu adamlar
amca çocukları, akraba çocukları ve kardeştirler.
Ben onlardan fidye almanı öneririm. Onlardan aldıklarımız
küfre karşı bize güç kazandırır. Belki de
Allah onları doğru yola iletir de bize
yardımcı olurlar'. Sonra Peygamberimiz, `Sen ne düşünüyorsun
ey Ömer?' dedi. Ben de, Allah'a andolsun ki, ben Ebubekir'in
fikrine katılmıyorum. Ben diyorum ki, müsaade etsen
falan akrabamın boynunu vursam, Ali'nin de Ukeyli -Ebu
Talib'in oğlu- öldürmesine izin versen, Hamza'ya da falan
kardeşini öldürmesine izin versen, daha doğru olur.' "Böylece
yüce Allah katında gönlümüzde müşriklere
karşı bir sempatinin olmadığı belli olur"
dedim. Şu adamlar müşriklerin yiğitleri,
önderleri ve komutanlarıdır dedim. Ebubekir'in görüşü,
Peygamberimizin hoşuna gitti, ama benim görüşümü hoş
karşılamadı. Ve onlardan fidye aldı. Ertesi gün
-Ömer diyor ki- sabahleyin Peygamberimiz ve Ebubekir'in yanına
varınca ikisinin ağladığını gördüm.
`Seni ve arkâdaşını ağlatan nedir?
Ağlanacak bir şey varsa ben de ağlayayım.
Yoksa siz 'ağladığınız için ağlarım'
dedim. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- fidye aldıkları
için arkadaşlarına sunulan azabdan dolayı
ağlıyoruz. Size gelecek azabın -yanındaki bir
ağacı işaret ederek- şu ağaçtan daha yakın
olduğu bana sunuldu. Bunun üzerine yüce Allah:
"Yeryüzünde üstünlüğünü perçinlemedikçe
hiçbir peygamberin esir alması yerinde değildir" ayetinden
"Artık
elinize geçen ganimet mallarını helal olarak, afiyetle
yiyiniz." ayetine
kadar indirdi. Böylece onlara ganimetleri helal kıldı.
(Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Tirmizi, İbn-i Cerir,
İbn-i Mürdeveyh değişik yollardan İkrimi b.
Amman el-Yemani'den rivayet ettiler.)
İmam Ahmed şöyle der: "Bize Ali b. Haşim
Hamid'den, o da Enes'den -Allah ondan razı olsun- şöyle
rivayet etti: Bedir günü Peygamberimiz esirler konusunda
müslümanların görüşlerini sordu. Şöyle dedi
Peygamberimiz: "Kuşkusuz yüce Allah, onlara karşı
size bir fırsat vermiştir." Ömer b. Hattab kalktı
ve şöyle dedi: "Ya Resulullah, boyunlarını
vur onların" Peygamberimiz ondan yüz çevirdi ve tekrar,
"Ey insanlar, kuşkusuz yüce Allah, onlara karşı
size bir fırsat vermiştir. Fakat unutmayınız
ki, bunlar daha düne kadar sizin kardeşlerinizdi" dedi.
Ömer yine kalktı ve "Ya Resulullah,
boyunlarını vur" dedi. Peygamberimiz ondan yüz
çevirdi ve tekrar halka aynı şekilde söyledi. Hz.
Ebubekir kalktı ve "Ya Resulullah onları
bağışlamak ve fidye almak düşüncesinde olduğunu
görüyoruz" dedi. Enes diyor ki, Ebubekir'in bu sözleri
üzerine, Peygamberimizin yüzündeki hüznün belirtileri gitti.
Esirleri bağışladı ve onlardan fidye kabul
etti. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
"Eğer Allah'ın daha önce kesinleşmiş
(ve bu konuda lehinize işleyen) bir hükmü olmasaydı,
esirlerin karşılığında
aldığınız fidyeler yüzünden başınıza
büyük bir
azap gelirdi."
A'meş, Ömer b. Mürre'den, o da Ebu Ubeyde'den, o da
Abdullah'dan rivayet ederek şöyle der: "Bedir gününde,
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- arkadaşlarına,
"Esirler hakkında ne düşünüyorsunuz?" diye
sordu. Ebubekir kalktı ve "Yà Resulallah, bunlar soydaşların
ve akrabalarındır. Onları serbest bırak ve
onları tevbe etmeye çağır, belki de Allah
tevbelerini kabul eder" dedi. Ömer kalktı ve "Ya
Resulallah, seni yalanladılar ve yurdundan çıkardılar,
onların boyunlarını vur" dedi. Abdullah b.
Revaha da, "Ya Resulallah, odunları çok olan bir
vadidesin. Ateşe ver vadiyi, onları da içine at"
dedi. Peygamberimiz sustu ve hiçbirine herhangi bir şey söylemedi.
Sonra kalktı ve çadırına girdi. Sonra
bazıları Peygamberimiz için; Ebubekir'in görüşünü
benimsedi, bazıları da Ömer'in görüşünü
benimsedi bazıları da "Abdullah b. Revaha'nın
görüşünü benimsedi, dediler. Sonra Peygamberimiz yanlarına
geldi ve şöyle dedi, "Kuşkusuz yüce Allah bazı
adamların kalbini o kadar yumuşatır ki, sütten
daha yumuşak olurlar. Bazılarının kinini de
taştan daha katı yapar. Sana gelince ey Ebubekir, sen
İbrahim peygamber gibisin. İbrahim şöyle diyordu:
"Bana uyan kuşkusuz bendendir. Bana isyan edene
gelince, sen bağışlayansın merhametlisin."
(İbrahim Suresi, 36)
Sen şöyle diyen İsa peygamber gibisin ya Ebubekir:
"Eğer onlara azab edersen, kuşkusuz senin
kullarındır onlar. Eğer bağışlarsan
onları, sen güçlüsün, hikmet sahibisin." (Maide
Suresi, 121)
Sana gelince ya Ömer, sen şöyle diyen Musa peygamber
gibisin:
"Rabbimiz mallarını mahvet, sık
onların kalplerini. Çünkü onlar acıklı
azabı görmedikçe iman etmezler." (Yunus Suresi, 88 )
, .
Ve ey Ömer sen şöyle diyen Nuh peygamber gibisin: .
"Rabbim yeryüzünde dolaşan tek bir kâfir bırakma."
(Nuh Suresi, 26)
Sizin buna ihtiyacınız var. Ya fidye verecekler ya da
boyunları vurulacak. Başka türlü kurtulamazlar. "ibn-i
Mes'ud diyor ki: "Ya Resulallah, Süheyl b. Beyda hariç.
Çünkü o, islâmı kabul ediyor" dedim. Bunun üzerine
Peygamberimiz sustu. O gün gökten başına taş düşeceğinden
korktuğum kadar başka hiçbir gün korkmamıştım.
Ta ki, Peygamberimiz, "Süheyl b. Beyda hariç" diyene
kadar. Daha sonra yüce Allah şu ayeti indirdi:
"Yeryüzünde üstünlüğünü perçinlemedikçe
hiçbir peygamberin esir alması yerinde değildir."
(Bu hadisi, İmamı Ahmed; Tirmizi Ebu Muaviye'den o da
Ameş'den rivayet ederler. Hakim "Müstedrek"inde
rivayet eder ve ravi zinciri doğrudur der.)
Ayette geçen -Ishan- yani `üstünlüğü perçinlemekten
maksat, müşriklerin gücünü kırıp müslümanların
gücünü perçinleyene kadar öldürmektir. Peygamber ve
müslümanlar, düşmanlarını esir alıp
sağ bırakmadan, fidye karşılığı
onları serbest bırakmadan önce yapmaları gereken
budur. Nitekim Bedir'de böyle yapmadıkları için yüce
Allah tarafından azarlanmışlardı.
Bedir savaşı müslümanlar ve müşrikler
arasında meydana gelen ilk savaştı. O zaman müslümanlar
halâ azınlık ve müşrikler halâ çoğunluk
durumundaydılar. Müşriklerin savaşçılarının
azalması, onların gücünü kırıp onları
aşağılayacaktı. Bu onları bir daha müslümanlara
saldırmaktan caydıracaktı. Kuşkusuz bu, son
derece fakir de olsalar elde edecekleri malların gerçekleştiremeyeceği
büyük bir hedeftir.
Burada ruhlarda açığa kavuşması, gönüllerde
yer etmesi gereken diğer bir anlam da sözkonusuydu. Bu
anlam, Hz. Ömer'in -Allah ondan razı olsun- gayet açık
ve net bir şekilde ifade ettiği anlamdı. Şöyle
demişti Ömer, "Böylece yüce Allah katında gönlümüzde
müşriklere karşı bir sempatinin
olmadığı belli olur."
İşte bu iki açık nedenden dolayı yüce
Allah'ın müslümanların Bedir günü düşmanı
esir almalarını, sonra da onları mal
karşılığı serbest
bırakmalarını hoş
karşılamadığını sanıyoruz. Hiç
kuşkusuz, en iyisini Allah bilir. İşte şu
ayetlerin karşıladığı realist
koşullardan dolayı -ki bu ayetler her zaman için aynı
koşulları karşılarlar- yüce Allah şöyle
buyuruyor:
"Yeryüzünde üstünlüğünü perçinlemedikçe,
hiçbir peygamberin esir alması yerinde değildir."
Bunun için Kur'an-ı Kerim, daha ilk savaşta
ellerindeki esirlerden serbestlik
karşılığı fidye almayı kabul eden müslümanların
bu davranışını hoş
karşılamıyor:
"Siz geçici dünya malını istiyorsunuz."
Yani, onları öldüreceğinize esir aldınız,
sonra da onlardan fidye alıp serbest
bıraktınız.
"Oysa Allah sizin hesabınıza ahireti
istiyor."
Müslümanlar Allah'ın
istediğini
istemelidirler. Çünkü bu daha iyi ve daha kalıcıdır.
Ahiret ise, geçici dünya nimetlerini istemekten arınmayı
gerektirmektedir:
"Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir."
Sizin için zafer takdir etti. Size de zaferi elde edecek güç
verdi. Kâfirlerin kökünü kurutmak suretiyle gerçekleşmesini
dilediği bir hikmetten dolayı:
"Suçluların hoşuna gitmese de hakkı
üstün ve egemen kılmak, bâtılı da yerle bir
etmek." (Yunus Suresi, 82)
"Eğer Allah'ın daha önce kesinleşmiş
(ve bu konuda lehinize işleyen) bir hükmü olmasaydı,
esirlerin karşılığında
aldığınız fidyeler yüzünden başınıza
büyük bir azap gelirdi."
Yüce Allah Bedir ehlinin yaptıklarını
bağışlayacağına daha önce hükmetmişti.
Dolayısıyla onlara ilişkin olarak daha önce
verilmiş olan bu hüküm, onları fidye kabul etmekten
dolayı hakettikleri büyük azaptan korumuştur.
Sonra yüce Allah, onlara yönelik lütfunu ve nimetini artırıyor.
Aralarında aldıklarından dolayı
azarlandıkları fidyeler de olmak üzere savaşta
elde ettikleri ganimetleri onlara helal kılıyor. Nitekim
islâmdan önceki dinlerde peygamberlere tabi olanlara savaşta
ganimet almak haramdı. Bu arada yüce Allah onlardan,
kendisinden sakınmalarını hatırlatıyor.
Rabblerine karşı düşüncelerini dengelemek için
onlara yönelik rahmetini ve bağışlamasını
da hatırlatıyor. Böylece Allah'ın rahmeti ve
bağışlaması onları
şaşırtmaz. Takva, sakınma ve Allah korkusunu
da unutmamış olurlar:
"Artık elinize geçen ganimet mallarını
helal olarak, afiyetle yiyiniz; Allah'dan korkunuz. Hiç kuşkusuz
Allah affedicidir ve merhametlidir."
Sonra, içinde umut duygusunu canlandıracak, arzuyu kamçılayacak,
içine bir nur salacak, onu geçmişten daha hayırlı
bir geleceğe, şu anda yaşadıkları
hayattan daha onurlu bir hayata, kaybettikleri mal ve mülkten
daha üstün bir kazanca bağlayacak şekilde esirlerin gönül
tellerine dokunuluyor. Bütün bunlardan sonra Allah tarafından
bağışlanacakları O'nun rahmetini elde
edecekleri hatırlatılıyor:
"Ey peygamber, elinizdeki esirlere de ki; "Eğer
Allah, kalplerinizde hayırlı bir yaklaşım
olduğunu görürse, size elinizden alınandan daha
iyisini verir ve sizi affeder. Hiç şüphesiz Allah her
şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."
Bütün bu iyilikler, kalplerinin düzelmesine, iman aydınlığına
açık olmasına ve yüce Allah'ın içlerinde hayırlı
bir yaklaşım olduğunu bilmesine
bağlıdır. Hayrın, sözle belirtmeye ve
belgelemeye gerek kalmayacak kadar, iman olduğu açıktır.
Evet iman, hayrın, iyiliğin kendisidir. Öyle ki, imana
dayanmadığı, ondan kaynaklanmadığı
ve iman üzerine yükselmediği sürece hiçbir şey
hayır, iyilik diye adlandırılamaz.
İslâm esirleri sadece gönüllerindeki iyilik, umut ve
düzelme duygularını harekete geçirmek için elinde
tutar. İslâm, fıtratlarındaki alıcı ve
verici cihazlarını uyarmak, hidayetten etkilenen ve
olumlu tepki gösteren duyguları harekete geçirmek için
elinde tutar esirleri. Öç almak için onları
aşağılamak, onları sömürmek suretiyle
hizmetine sokmak amacında değildir. Nitekim
Romalılar'ın, çeşitli ırkların ve
ulusların fetihleri bu amaca yönelikti.
Zehri'den, o da isimlerini verdiği bir gruptan şöyle
rivayet edilir: "Kureyş kabilesi esirlerini fidye
vererek kurtardı. Abbas şöyle dedi, `Ya Resulallah ben
müslüman olmuştum.' Bunun üzerine Peygamberimiz, `Senin
müslüman olup olmadığını en iyi Allah bilir.
Eğer dediğin gibiyse, kuşkusuz Allah seni mükâfatlandıracaktır.
Ama senin dış görünüşün bize karşıydı.
Dolayısıyla, kendini kardeşin oğlu Mevfel b.
Haris b. Abdulmuttalib'i, Ukeyl b. Ebu Talip b. Abdulmuttalib'i, müttefikin
Beni Haris b. Fihr'in kardeşi Utbe b. Amr'ı kurtarmak içi,n
fidye vermek zorundasın' dedi. Abbas, `Bu kadar malım
yok, ya Resulallah' dedi. Peygamberimiz şöyle dedi, `Peki,
seninle Ummul Fadl'ın birlikte gömdüğümüz ve eğer
bu savaşta başıma bir şey gelirse gömdüğüm
bu mal, Fadl, Abdullah ve Kasem'in çocuklarınındır
dediğin mal ne oldu?' Abbas dedi ki, `Ya Resulallah,
şimdi anlıyorum ki, sen gerçekten Allah'ın
peygamberisin. Bu söylediklerini, benden ve Ümmü Fadl'dan başka
hiç kimse bilmiyordu. Yanımda yirmi ukiyye değerinde
para var. Benden ne kadar alacaksanız hesab et, ya
Resulallah' dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, `Hayır, bu yüce
Allah'ın senden alıp bize bahşettiği bir
şeydir' dedi. Daha sonra Abbas, kendisini, iki yeğenini
ve müttefikini fidye ödeyerek serbest bıraktırdı.
Sonra şu ayeti kerime indi:
"Ey peygamber, elinizdeki esirlere de ki; "Eğer
Allah kalplerinizde hayırlı bir yaklaşım
olduğunu görürse, size elinizden alınandan daha
iyisini verir ve sizi affeder. Hiç şüphesiz Allah her
şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."
Abbas diyor ki, "İslâma girince yüce Allah, verdiğim
yirmi ukiyye karşılık yirmi köle verdi. Üstelik
ellerinde ticaret yaptıkları malları da vardı.
Bununla beraber her şeyden üstün ve ulu olan Allah'dan bağışlanma
umuyorum."
Yüce Allah, esirlere aydınlık ve şefkatli ümit
penceresini açarken, onları daha önce Allah'a ihanet edip
de bu sonucu hakettikleri gibi peygambere ihanet etmeye
yeltenmekten de sakındırıyor:
"Eğer bu esirler sana ihanet etmeyi düşünüyorlarsa,
bilsinler ki, daha önce Allah'a ihanet ettiler de bu yüzden O,
seni onlara karşı üstün getirdi. Hiç kuşkusuz
Allah her şeyi bilir ve her yaptığı
yerindedir."
Kuşkusuz Allah'a ihanet ettiler. O'na
başkalarını ortak koştular. O'nu Rabb olarak
kabul etmediler. Oysa Allah, fıtratları üzerinde
onlardan Söz almıştı. Ama sözlerini tutmadılar,
ihanet ettiler. Şu anda elinde esir bulundukları
peygambere karşı ihanet etmeyi düşünüyorlarsa,
kendilerini esir konumuna düşüren ilk ihanetlerinin akıbetini
hatırlasınlar. Nitekim bu ihanet sonucu Allah'ın
peygamberi ve dostları onlara üstünlük sağlamıştı.
Allah onların yaptıklarını "bilir."
Onları
cezalandırması da "yerindedir"
O'nun.
"Allah her şeyi bilir ve her yaptığı
yerindedir. "
Kurtubi tefsirinde İbn-i Arabi'nin şu sözlerini
aktarır: "Müşrikler esir düştüklerinde
kimisi müslümanlıktan söz etmeye başlamıştı.
Fakat kararlı davranmıyorlardı ve kesin bir
şekilde kabul etmiyorlardı. Sanki onlar, müslümanlarâ
yaklaşmak, bu arada müşriklerden de uzaklaşmamak
istiyorlardı. Alimlerimiz şöyle dediler: Bir kâfir
kalbiyle ve diliyle iman ettiğini söylese, buna karşılık
davranışlarıyla kararlı olduğunu göstermese
mü'min değildir. Böyle bir şey mü'min birinde
görülse kâfir olur. Fakat insanın
uzaklaştıramadığı kuşkular hariç.
Çünkü yüce Allah bunu bağışlamış ve günahını
silmiştir. Kuşkusuz yüce Allah peygamberine gerçeği
açıklamıştır: .
"Eğer bu,esirler sana ihanet etmeyi düşünüyorlarsa"
yani onların müslüman olmaktan söz etmeleri, ihanet ve
hile ise, "Daha önce Allah'a da ihanet etmişlerdi."
Kâfir olmak, sana komplo düzenlemek ve seninle savaşmak
gibi... Yok eğer bu sözleri iyi niyetle söylüyorlarsa, kuşkusuz
Allah bilir ve bu niyetlerini kabul eder. Ellerinden alınana
karşılık daha iyisini verir onlara! Geçmişteki,
kâfirliklerini, ihanetlerini ve komplolarını
bağışlar.
İNANANLAR VE İNANMAYANLAR
Son olarak bu dersle birlikte Enfal suresi de müslüman toplum
içindeki ilişkilerin, müslüman toplumla başka
toplumlar arasındaki ilişkilerin, niyetlerin ve bu
ilişkileri düzenleyen hükümlerin açıklanmasıyla
noktalanıyor. Bununla müslüman toplumun tabiatının
özü, hareketinin ve varlığının
kaynağı olan temel kuralın tabiatı ortaya çıkıyor...
Bu temel kan bağı değildir. Toprak bağı
da değildir. Irk, tarih, dil ve ekonomi bağı da
değildir. Akrabalık duygusu, yurtseverlik, milliyetçilik
veya ekonomik çıkar değildir bu temel kural. Bu, inanç
bağıdır. Önderlik ve pratik uygulama bağıdır
bu. İman edip hicret yurduna, islâm yurduna göçedenler,
kendilerini topraklarına, yurtlarına, uluslarına ve
çıkarlarına bağlayan her şeyden
soyutlanmış kimselerdir. Bunlar mallarıyla ve
canlarıyla Allah yolunda cihad etmişlerdi. Onları
barındıran, yardımcı olan, onlarla birlikte,
tek ve pratik bir toplum içinde inançlarına ve önderlerine
boyun eğenler... İşte bunlar birbirlerinin
dostudurlar. İman ettikleri halde hicret etmeyenlerle müslüman
toplum arasında dostluk sözkonusu değildir. Çünkü
onlar henüz inanç için başka şeylerden
soyutlanmamışlar, henüz müslüman yönetimin emrine
girmemişler, henüz kendilerini tek ve pratik toplumun
direktifleriyle yükümlü hale getirmemişler. İşte
bu biricik ve pratik toplum içinde kan bağı miras ve
benzeri konularda öncelikli kabul edilir. Kâfirler de
birbirlerinin dostudurlar. İşte bunlar, şu kesin ve
açık ayetlerin tasvir ettiği gibi insanlar arası
ilişkilerin ve bağların belli-başlı
çizgileridir:
|
|
O |
|
O |
|