O

Enfal

O

   

55- Allah katında canlıların en kötüleri kâfirlerdir. Onlar artık inanmazlar.

56- Onlar kendileri ile antlaşma yaptığın her defasında hiç çekinmeden antlaşmalarını bozan kimselerdir.

57- Eğer savaşta, onları ele geçirirsen, onları geride kalanlara bir ibret olacak biçimde cezalandır.

58- Eğer antlaşmalı bir toplumun anlaşmasını bozacağından endişeli isen, aranızdaki antlaşmayı, karşılıklılık ilkesi uyarınca açıkça yüzlerine fırlat. Çünkü' Allah ihanet edenleri sevmez.

59- Kâfirler sakın yakayı kurtardıklarını sanmasınlar. Çünkü onlar bizi kesinlikle aciz bırakamazlar.

60- Onlara karşı elinizden geldiği kadar gerek Allah'ın gerekse özünüzün düşmanlarını ve bunlar dışında Allah'ın bildiği, fakat sizin bilmediğiniz gizli düşmanlarınızı yıldırıp caydıracak savaş gücü ve atlı savaş birlikleri hazırlayınız.

Allah yolunda ne harcarsanız, karşılığı tam olarak size ödenir, kesinlikle haksızlığa uğratılmazsınız.

61- Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a dayan. Çünkü O her şeyi işiten ve bilendir.

62- Eğer onlar seni aldatmak isterlerse kuşku yok ki, Allah sana yeter. O seni yardımı ile ve mü'minler aracılığı ile desteklemiştir.

63- Allah, mü'minlerin kalplerini uzlaştırdı. Eğer sen dünyadaki her şeyi harcasan yine onların kalplerini uzlaştıramazdın. Fakat Allah onları uzlaştırdı. Hiç kuşkusuz O, üstün iradeli ve hikmet sahibidir.

Bu ayetler, Medine'de bir islâm devleti oluştuğu sıralarda müslüman kitlenin hayatında pratik olarak var olan durumları karşılıyor ve müslüman önderliğe bu durumların tabiatına uygun hükümler gösteriyordu.

Bu ayetler, daha sonraları bazı eklemeler ve kimi ayrıntılı değişiklikler yapılmış olmakla beraber, müslüman kamp ile çevresindeki diğer düşman kamplar arasındaki dış ilişkilere ilişkin bir kuralı temsil etmektedir. Bu kural, devletleràrası ilişkilerde islâmın temel bir kuralı olarak kalmıştır.

Bu kural, ihanete uğramaktan korundukları oranda değişik kampların barış içinde yaşamak üzere anlaşmalarının mümkün olduğunu vurgulamakta ve bu anlaşmalara eksiksiz bir saygı duyulmasını, gereken ciddiyetin gösterilmesini öngörmektedir. Ancak diğer taraf bu anlaşmaları ihanet ve kalleşliğine perde yapmaya kalkışırsa, bu perdenin gerisinde saldırı ve baskın planları hazırlarsa, müslüman önderlik bu anlaşmaları bozmalı ve anlaşmaları bozduğunu da diğer tarafa duyurmalıdır. Fakat müslüman önderlik hainlere ve kalleşlere indirilecek darbenin zamanını belirlemede tam bir özgürlüğe sahiptir. Ayrıca bu darbe, gizli veya açık müslüman kitleye, saldırmayı gönlünde geçiren tüm tarafları caydıracak denli sert ve şiddetli olmalıdır. İslâm kampı ile barış yapanlara, islâm çağrısına karşı çıkmamayı ya da insanların bu çağrıyı dinlemelerine engel olmamayı isteyenlere gelince davranışları, onların barışa taraftar olduklarına ve barışı istediklerine kanıt oluşturduğu sürece müslüman önderlik onlara saldırmamalıdır. (Bu hükümler daha sonra Tevbe suresinde son olarak düzenlenmiştir)

Görüldüğü gibi bu hükümlerin burada yeralması, komşu kamplar arasında başgösteren pratik ve realist durumların, pratik ve realist bir şekilde karşılanması amacına yöneliktir. İslâm çağrısı gerçek bir güvencenin gölgesinde yürütüldüğü, yoluna dikilen tüm maddi engeller ortadan kalktığı, kulaklara ve gönüllere rahatlıkla ulaştığı sürece müslüman yönetimi diğer taraflarla saldırmazlık anlaşması imzalamaktan kaçınmaz. Aynı zamanda saldırmazlık anlaşmalarını düşmanlıklarına bir perde ile kin ve nefret ile müslüman topluma darbe indirmek için bir kalkan olarak kullanmalarına da hoşgörülü davranmaz.

Bu ayetlerin o günkü Medine toplumunda karşıladıkları bu pratik durum ise, müslüman yönetimin Medine döneminin başlarında karşı karşıya kaldığı şartlardan kaynaklanıyordu. Nitekim imam İbn-i Kayyim `Zad-ul Mead' adlı eserinde bu şartları şu şekilde özetlemektedir:

"Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Medine'ye geldiği zaman ona karşı kâfirler üç,gruba bölündüler.

a) Onunla savaşmamak, ona saldırmamak ve düşmanlarına yardım etmemek üzere kendisiyle barış ve saldırmazlık antlaşması imzalayanlar. Bunlar inançlarını terketmeden mal ve can bakımından islâm devletinin güvencesi altında kaldılar.

b) Onunla savaşanlar, ona düşman kesilenler.

c) Kendisiyle barış antlaşması imzalamayanlar bununla beraber savaş da açmayanlar. Ona karışmayanlar. Daha doğrusu onunla düşmanları arasındaki mücadelenin akıbetini bekleyenler. Daha sonra bunlardan bazısı, içten içe onun galibiyetini ve zafer kazanmasını, bir kısmı da düşmanlarının galibiyetini ve zafer kazanmasını ister oldu. Bunlardan bir kısmı görünüşte ondan taraf görünüyordu. Gizlice de düşmanlarıyla birlik oluyordu. Böylece her iki gruptan da emin olmayı düşünüyorlardı. Bunlar münafıklardı. Bütün bu grupların herbiriyle Peygamberimiz, yüce Rabbinin direktifleri doğrultusunda ilişkilerde bulundu."

Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- barış yaptığı, saldırmazlık anlaşması imzaladığı taraflar arasında Medine çevresinde yaşayan üç yahudi kabilesi de yer alıyordu. Bunlar Beni Kaynuka, Beni Nadr ve Beni Kurayza kabileleriydi. Nitekim böyle bir anlaşma Medine'ye komşu olan müşrik kabilelerle de yapılmıştı.

Bunların pratik durumları karşılayan geçici bazı kurallar oldukları, islâmın uluslararası ilişkilerini düzenleyen kesin hükümler olmadıkları, daha sonraları peşpeşe değişikliğe uğradıkları, Tevbe suresindeki hükümler inince de son şekillerini aldıkları açıktır.

Bu ilişkilerin yaşandığı islâmi hareketin aşamalarının güzel bir özetini dokuzuncu cüzde İmam İbn-i Kayyim'in `Zad-ul-Mead" adlı eserinden aktarmıştık. Gerekliliğine inandığımızdan dolayı bu özeti buraya almakta bir sakınca görmüyoruz: .

"Gönderilişinden ulu Rabbine kavuştuğu zamana kadar Peygamberimizin kâfir ve münafıklarla olan ilişkileri, islâmda cihadın aşamaları olarak şu şekilde özetlenmektedir: "İlk defa yüce Rabbi ona, "Yaratan Rabbinin adıyla oku" ayetini vahyetti. Bu, peygamberliğin başlangıcıydı. O zaman sadece kendisinin okumasını emretmişti. İnsanlara duyurmasını henüz emretmemişti. Sonra, "Ey örtüsüne bürünen, kalk ve korkut" ayetini indirdi. Yüce Allah "oku" sözüyle onu peygamber tayin etmiş, "Ey örtüsüne bürünen..." sözüyle de Resul yapmıştı. Sonra yakın akrabalarını, ardından kavmini, daha sonra çevresindeki Araplar ı, peşinden tüm Araplar'ı, en sonunda bütün insanları korkutmasını emretti. Peygamber olarak görevlendirilmesinden sonra on sene gibi bir süre savaşsız ve cizyesiz (İslâmın egemenliğine boyun eğmeyi kabul eden kâfirlerden alınan vergi) bir şekilde yalnızca sözlü davetle yerine getirdi uyarı görevini. Savaştan kaçınması, zorluklara katlanması ve iyilikle muamele etmesi emrediliyordu. Sonra hicret izni verildi, ardından savaş izni verildi, önce kendisiyle savaşa tutuşanla savaşması, kendisiyle savaşmaktan kaçınıp bir kenara çekilenle savaşması emredildi. Peşinden egemenlik bütünüyle Allah'ın,olana kadar müşriklerle savaşması emredildi. Cihad emrinden sonra ona göre kâfirlerin durumu üç kısımda beliriyordu: a) Barış ve anlaşma ehli b) Savaş ehli c) Zimmet ehli... Barış ve anlaşma yapılanlarla belirlenen süreyi doldurması, sözlerine bağlı kaldıkları sürece O'nun da bağlı kalması emredildi.`Şayet ihanet edeceklerinden korkacak olursa anlaşmayı bozması, ancak anlaşmayı bozduğunu onlara bildirmeden savaşmaması emredildi. Aynı şekilde verdikleri sözde durmayanlarla da savaşması emredildi. Tevbe suresi indiği zaman bu kısımlara ilişkin hükümlerin açıklamasını da içeriyordu. Peygamber'den -salât ve selâm üzerine olsun- kitap ehlinden olan düşmanları ile cizye verene, ya da islâma girene kadar savaşması emredildi. Yine Tevbe suresinde kâfir ve münafıklarla cihad etmesi, onlara karşı sert davranması emredildi. Kâfirlerle cihad, kılıç ve ok ile, münafıklarla da kanıt ve söz şeklinde olacaktı. Tevbe suresinde kâfirlerle yapılan anlaşmalardan uzak olduğunu, anlaşmaları bozduğunu bildirmesi emredildi. Böylece barış ve anlaşma ehli üç kısıma ayrılmış oluyordu: a) Yüce Allah peygamberine bir kısmıyla savaşmasını emretti. Bunlar anlaşmayı bozan, sözlerinde durmayan kimselerdi. Hz. Peygamber onlara savaş açtı ve onları yendi. b) Bir kısmıyla belli bir süre için anlaşma yapılmıştı. Bunlar anlaşmalarını bozmadıkları gibi ona karşı bir saldırıda da bulunmamışlardı. Yüce Allah peygamberine süresi dolana kadar onlarla vardığı anlaşmaya bağlı kalmasını emretti. c) Bir diğer kısım da Hz. Peygamber'le anlaşma yapmamış bunun yanında onunla savaşmamış kimselerdi. Ya da süresiz bir anlaşmaları vardı. Yüce Allah peygamberine, onlara dört aylık bir süre tanımasını, süre dolunca da onlarla savaşmasını emretti. Peygamberimiz onlardan anlaşmayı bozanı öldürdü. Kendisiyle anlaşma yapılmamış, ya da süresiz anlaşma yapılmış kimselere dört ay süre tanındı. Yüce Allah peygamberine anlaşmalarına bağlı kalanlara karşı, anlaşmanın sonuna kadar kendisinin de bağlı kalmasını emretti. Bunların hepsi de müslüman oldular, anlaşma süresinin bitimine kadar hiç kimse küfürde kalmadı. Zimmet ehli olanlara Cizye vergisini verme zorunluluğu getirildi. Tevbe suresinin inişinden sonra kâfirler konumları itibariyle üç kısma ayrılmış oluyorlardı. a) Peygamberimize karşı savaşanlar. b) Barış yapanlar. c) Zimmet ehli... Barış ve anlaşma yapılanlar müslüman olduktan sonra ise kâfirler iki kısma ayrılmış oldular: Kendisiyle savaşanlar ve zimmet ehli... Kendisiyle savaş halinde olanlar O'ndan korkan kimselerdi. Bundan sonra tüm yeryüzündeki insanlar üç gruba ayrılmış oluyordu: a) Peygamber'e -salât ve selâm üzerine olsun- inanan müslümanlar b) Kendilerine sığınma hakkı tanınarak barış yapılmış kimseler. c) Korktuklarından dolayı Peygamberimizle savaşmayı sürdüren kimseler. Münafıklara karşı tutumuna gelince; dış görünüşlerine itibar edip gizli yönlerini Allah'a bırakmakla emrolundu. Bilgiyle, delille mücadele etmesi, aldırış etmemesi, tavizsiz davranması, ruhlarını harekete geçirecek etkin sözler söylemesi emredildi. Cenaze namazlarını kılması, kabirlerine gitmesi yasaklandı. Son olarak, onlar için bağışlanma dileğinde bulunsa da, yüce Allah, onları bağışlamayacağını kendi,sine bildirdi. Kâfir ve münafık düşmanlarına karşı takip ettiği hareket tarzı bundan ibaretti."

Bu güzel özete, o gün meydana gelen olaylara ve bu hükümleri içeren ayetlerin iniş tarihine baktığımızda az sonra ele aldığımız Enfal suresinde yer alan bu ayetlerin Medine döneminin başları ile Tevbe suresinin inişine kadarki dönemi kapsayan bir ara aşamayı temsil ettiklerini anlarız. İşte bu ayetler, işaret ettiğimiz değerlendirmelerin ışığında ele alınmalıdırlar. Bu ayetler bazı temel kuralları dile getirmekle beraber, bu kuralları nihai şekilleriyle temsil etmemektedirler. Bu kuralların nihai şekli Tevbe suresinde ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- son dönemlerindeki pratik uygulamalarında somutlaşmaktadır. Yeri geldikçe bunlara değineceğiz...

Bu açıklamanın ışığında bu Kur'an ayetlerini ele alabiliriz artık.

CANLILARIN EN KÖTÜSÜ

"Allah katında canlıların en kötüleri kâfirlerdir. Onlar artık inanmazlar." "Onlar kendileri ile antlaşma yaptığın her defasında hiç çekinmeden antlaşmalarını bozan kimselerdir."

Ayette geçen "ed-devvab = canlılar" kelimesi yeryüzünde yürüyen her canlıyı kapsamaktadır. Elbette insanları da kapsamaktadır. Ne var ki bu kelime -daha önce de söylediğimiz gibi- insanlar için kullanıldığı zaman özel bir anlam çağrıştırıyor; hayvanlığı... Öyle ki bu insanlar, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüleri oluveriyorlar. Bunlar kâfir kimselerdir, kâfirlikleri öyle bir düzeye ulaşmıştır ki, imana gelmeleri sözkonusu değildir bunların. Bunlar her defasında anlaşmalarını ihlâl eden kimselerdir. Bir kez bile Allah'dan korkmazlar.

Bu ayette kastedilenlerin kimler olduğuna ilişkin değişik rivayetler gelmiştir. Bunların Beni Kureyze kabilesi olduğu söylenmiştir. Aynı şekilde Beni Nadr ve Beni Kaynuka kabileleri de oldukları söylenmiştir. Ayrıca bunların Medine çevresindeki müşrik bedeviler oldukları da ileri sürülmüştür. Hem ayet, hem de tarihsel realite tümünün birden kastedilmiş olacağı ihtimalini güçlendiriyor. Çünkü yahudiler grup grup Peygamberimizle yaptıkları anlaşmaları bozdular. Aynı ;şekilde müşrikler de birkaç kez anlaşmalarını bozdular. Önemli olan, ayetlerin Bedir savaşı öncesinde ve sonrasında ayetlerin inişine kadar yaşanan bir realiteden söz ettiklerini bilmemizdir. Ancak bu realiteye ilişkin olarak anlaşmalarını bozanların karakterlerini tasvir eden hüküm sürekli bir durumu tasvir etmekte ve değişmez bir sıfatı dile getirmektedir.

Dolayısıyla kâfirlikte direnen bu kâfirler, "artık inanmazlar." Bu inatları yüzünden fıtratları bozulmuş, Allah katında yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü durumuna düşmüşlerdir. Bunlar imzaladıkları tüm anlaşmaları ihlal eden kimselerdir. Bu yüzden diğer insanlık özelliğinden, örneğin anlaşmaya bağlılık özelliğinden soyutlanmışlardır. Hayvanlar gibi iplerini koparmışlardır bunlar. Gerçi hayvanların hareketleri fıtri bağlarla kontrol altına alınmıştır. Ama bunların hareketlerini sınırlandıracak bir kontrol mekanizmaları yoktur. İşte bu yüzden Allah katında yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü konumundadırlar.

Hiç kimsenin anlaşmalarına bağlı kalmaları konusunda ikna edemediği bu adamların cezası, karşı tarafı güvenlikten yoksun bıraktıkları, huzursuz ettikleri gibi, kendilerinin de güvenlikten yoksun bırakılmaları, huzursuz edilmeleridir. Korkutmak ve caydırmaktır cezaları. Sadece kendilerini değil, onların dışında ve onları dinleyen benzerlerini de korkutmak için ellerine darbeler indirmektir, kollarını kırmaktır cezaları. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ve ondan sonraki müslümanlar -savaş esnasında böyleleriyle karşılaştıklarında- onlara bu cezayı vermekle görevlidirler:

Eğer savaşta onları ele geçirirsen onları geride kalanlara ibret olacak biçimde cezalandır.

Bu korkunç bir yakalayışım, dehşet verici bir korkutmanın tablosunu çizen ilginç bir ifadedir. Köşe bucak kaçıp, ortadan kaybolmak için bunu duymak yeterlidir. Bizzat bu müthiş cezayı hakedenlerin durumu nasıldır acaba? Bu, yüce Allah'ın peygamberine anlaşmayı bozmakta direnen ve insanlık bağlarını hiçe sayanlara vurmasını emrettiği dehşet verici bir darbedir. Öncelikle islâm kampının güvenliğini sağlamak, bundan böyle anlaşmaların dışına çıkmak isteyenlerin cesaretini kırmak, şimdi olsun ilerde olsun islâm yayılmasının önüne dikilmeyi tasarlayanları bu düşüncelerinden caydırmak amacına yöneliktir bu ceza.

İşte müslüman kitlenin gönlünde yer etmesi gereken bu metodun tabiatı budur. Bu dinin bir heybeti olmalıdır. Güçlü olması, caydırıcı olması kaçınılmazdır bu dinin. Bu din, tağutları islâm yayılmasının önüne dikilmekten alıkoymak, onları titretmek için etrafına korku salmalıdır. Zaten bu din bütün "yeryüzünde" "insan" türünü bütün tağutların baskısından kurtarmak için hareket eder. Bu dinin tağuti güçlerden oluşan maddi engellere karşı sadece davet ve açıklama yöntemine başvurduğu düşüncesinde olanlar, bu dinin tabiatından hiçbir şey anlamamış kimselerdir.

İslâm kampı ile varılan anlaşmayı fiilen bozma durumuna ilişkin, hem anlaşmayı bozanları, hem de onların dışındakileri korkutmak için indirilecek sert ve caydırıcı darbeye ilişkin ilk hüküm budur.

İkinci hüküm ise, anlaşmanın bozulmasından ve ihanet planlarından korkulduğu duruma ilişkindir. Bu da karşı tarafın fiilen anlaşmayı bozmayı tasarladığını gösteren davranışların ve belirtilerin ortaya çıkmasıyla anlaşılır:

KUVVET VE SAVAŞ ATLARI

"Eğer anlaşmalı bir toplumun anlaşmasını bozacağından endişeli isen aranızdaki antlaşmayı; karşılıklılık ilkesi uyarınca açıkça yüzlerine fırlat. Çünkü Allah ihanet edenleri sevmez."

İslâm antlaşmasını korumak için biriyle anlaşır. Bu yüzden karşı tarafın ihanet edeceğinden endişelenirse anlaşmayı açıkça bozduğunu ilan eder. Ne ihanet eder, ne kalleşlik eder, ne başkasını aldatır, ne de hile yapar. Karşı tarafa açıkça anlaşmalarını bozduğunu, anlaşmaya bağlı kalmayacağını, artık aralarında karşılıklı güvenin sözkonusu olmayacağını bildirir. Bununla islâm, insanlığı onurluluk ve doğruluk ufuklarına, karşılıklı güven ve dürüstlük ufuklarına yükseltiyor. İslâm, karşı taraf ihlal edilmemiş, bozulmamış antlaşma ve sözleşmelere dayanarak kendini güvenlikte hissederken kalleşçe ve adice saldırılar planlamaz. İhanet edeceğinden endişelendiği kimseleri bile uyarmadan korkutmaz. Ancak antlaşma gereksiz sayıldıktan sonra savaş hiledir. Çünkü bütün taraflar tedbirlerini alırlar. Şayet böyle bir durumda bir tarafa hile yapılmışsa bu ona kalleşlik yapılmıştır anlamına gelmez. Onun gafil oluşunun, gerekli tedbirleri almayışının sonucudur bu hile. Bu durumda bütün hile yöntemleri mübahtır ve karşı tarafa kalleşlik etmek anlamına gelmez.

İslâm insanlığı yüceltmek ister. İnsanları iğrenç şeylerden, adilikten korumaktır islâmın amacı. Galip gelmek uğruna kalleşliği mübah kabul etmez. İslâm gayelerin en üstünü, hedeflerin en onurlusu için savaşır. Onurlu bir gaye için adi yöntemlere başvurulmasını hoş karşılamaz.

İslâm ihanetten hoşlanmaz ve antlaşmalarını bozan hainleri küçümser. Bu yüzden ne kadar onurlu olursa olsun bir gaye uğruna müslümanların antlaşma emanetine ihanet etmelerini istemez. İnsanın kişiliği bölünmez bir bütündür. Adi bir yönteme başvurmayı uygun gördüğü zaman, artık onurlu bir gayenin koruyucusu olma niteliğini sürdüremez. Bu yüzden hedefe ulaşmak için her türlü yolu denemeyi mübah gören birisi müslüman değildir Bu ilke islâm bilincine ve islâmi duyarlılığa yabancıdır. Çünkü insan ruhunun yapısı ile bu ruhun hedefler ve yöntemler arasındaki dünyası arasında kopukluk sözkonusu değildir. Bir müslüman cıvık bir çamur deryasından geçerek berrak bir nehire girmez. Çünkü sonunda bu kirli ayaklar o berrak nehri de bulandıracaktır. Bütün bunlardan dolayı yüce Allah hainleri ve ihaneti sever:

"Allah ihanet edenleri sevmez."

Bu hükümler inerken bütünüyle insanlığın böylesine parlak bir ufuktan habersiz olduğunu unutmamamız gerekir. O güne kadar savaşan taraflar arasında geçerli olan kanun orman kanunuydu. Gücü yettiği oranda hiçbir kayıt tanımayan kuvvet kanunu yürürlükteydi. Aynı şekilde bu orman kanununun miladi 18. yüzyıla kadar bütün cahiliye toplumlarında yürürlükte olduğunu da hatırlamamız gerekir. O zamanlar Avrupa islâm alemi ile girdiği ilişkiler sonucu aldığı uluslararası ilişkilere ilişkin kurallardan tamamen habersizdi. Üstelik Avrupa şu ana kadar bile realite dünyasında bu parlak ufka yükselememiştir. Sadece teorik olarak uluslararası hukuk adında bazı şeyler öğrenmiştir o kadar. Avrupa'da "kanun yapmadaki teknik gelişmelere" hayran olanlar, islâm ile bütün çağdaş düzenler arasında "realite" gerçeğini iyice kavramalıdırlar.

Bu kesinlik ve bu temizliğe karşılık, yüce Allah müslümanlara zafer va'dediyor, kâfirleri ve küfrü önemsememelerini vurguluyor:

"Kâfirler sakın yakayı. kurtardıklarını sanmasınlar. Çünkü onlar bizi kesinlikle aciz bırakamazlar."

Kalleşlik ve ihanet planlarını uygulamalarına fırsat verilmeyecektir. Çünkü yüce Allah müslümanları yalnız bırakmaz ve hainler ihanet etmeleriyle yakayı kurtaramazlar. Allah hainleri cezalandırmak istediği zaman, onlar buna engel olamazlar, güçleri yetmez buna. Allah müslümanların yardımcısı iken, onları da etkisiz hale getiremezler.

O halde niyetleri tamamen Allah için olduktan sonra, tertemiz yöntemlere başvuranlar, adi yöntemlere başvuranların kendilerini geride bırakamayacaklarından emin olmalıdırlar. Onlar yeryüzünde kanununu gerçekleştirdikleri, insanlar arasında sözünü yücelttikleri ve adına hareket ettikleri yüce Allah'dan yardım görüyorlar. Onlar insanları kulların kulluğundan kurtarıp tek ve ortaksız Allah'a kul yapmak için cihad ederler.

Fakat islâm zafer için gerekli olan pratik hazırlığını yapmak zorundadır. Bu hazırlık, müslüman kitlenin gücü dahilindedir çünkü. İslâm, bastıkları yeri müslümanlar için güvenli hale getirmeden fıtratının tanıdığı ve deneyimlerin ortaya çıkardığı pratik sebepleri uygun hale getirmeden müslümanların bakışlarını bu yüce ufuklara yöneltmez. Onları bu yüce hedefleri gerçekleştirecek pratik harekete hazırladıktan sonra yönelir bu ufuklara:

"Onlara karşı elinizden geldiği kadar gerek Allah'ın gerekse özünüzün düşmanlarını ve bunlar dışında Allah'ın bildiği, fakat sizin bilmediğiniz gizli düşmanlarınızı yıldırıp caydıracak savaş gücü ve atlı savaş birlikleri hazırlayınız."

Allah yolunda ne harcarsanız, karşılığı tam olarak size ödenir, kesinlikle haksızlığa uğratılmazsınız."

Bir müslümanın gücü oranında maddi hazırlık yapması cihad görevinin gerektirdiği bir görevdir. Ayet yapılacak hazırlığı, araçlarının, sınıflarının, renklerinin ve sebeplerinin farklılığına göre emrediyor. Özellikle "atlı savaş birlikleri" ifadesini kullanıyor. Çünkü bunlar ilk defa bu Kur'an'ın hitap ettiği insanlar tarafından savaştaki etkinlikleri bilinen araçlardı. Şayet onlara o zaman için bilmedikleri, bir zaman sonra bulunacak araçları hazırlamalarını emretseydi, insanı şaşırtan bilinmez şeyleri emretmiş olacaktı. -Kuşkusuz yüce Allah böyle bir şeyden uzaktır, O, uludur, büyüktür- Burada önemli olan direktifin genellik ifade etmesidir:

"Onlara karşı elinizden geldiği kadar savaş gücü hazırlayın."

Yeryüzünde "insan" türünün özgürlüğünü gerçekleştirmek için islâmın kuvvet bulundurması kaçınılmazdır. Bu kuvvetin davet açısından yerine getirdiği ilk görev, islâm inancını benimsemek isteyenlerin hiçbir engelle karşılaşmadan, bu inancı seçmelerini, aynı şekilde bu inancı benimsedikten sonra dinlerinden döndürme girişimlerine uğratılmamalarıdır. İkinci görev, bu dinin düşmanlarını bu kuvvet tarafından korunan islâm yurduna saldırmayı düşünmekten caydırmaktır. Üçüncü görev, bu düşmanların bütün `yeryüzünde' tüm `insanları' özgürlüklerine kavuşturmak için hareket eden islâm yayılmasının karşısına dikilmekten korkmalarını sağlamaktır. Dördüncü görev, bu kuvvetin yeryüzünde kendisine ilahlık sıfatını yakıştıran, insanları kendi yasaları ve otoriteleriyle yöneten, ilahlığın tek başına Allah'a ait olması gerektiğini, dolayısıyla hakimiyetin sadece O'na ait olması gerektiğini kabul etmeyen tüm maddi güçleri yerle bir etmesidir.

İslâm sadece gönüllerde yer etmekle gerçekleşen teolojik bir düzen değildir. Bazı bireysel kulluk davranışlarını düzenlemekle bitmez onun görevi. İslâm pratik ve realist bir hayat sistemidir. Otoritelerin dayanağı ve onun ötesinde maddi güçlerle desteklenen diğer hayat sisteminin yeryüzüne egemen olmaması için islâmın, bu maddi güçleri ortadan kaldırmaktan, bu sistemleri uygulayan ve ilahi sisteme karşı koyan yönetimleri yerle bir etmekten başka çaresi yoktur.

Müslüman, bu büyük gerçeği duyururken, kem küm etmemeli, taviz vermemelidir. İlahi hayat sisteminin tabiatından dolayı sıkıntı duymamalı, komplekse düşmemelidir. Müslüman bilmelidir ki, islâm yeryüzünde harekete geçtiği zaman sadece Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığını egemen kılmak ve kulların ilahlığını yerle bir etmek suretiyle insanın özgürlüğünü ilan etmek için harekete geçer. İslâm, insan yapısı bir metodla hareket etmez. Aynı şekilde islâm herhangi bir liderin ya da devletin veya sınıfın yahut ırkın egemenliğini kurmak için harekete geçmez. İslâm, ne Romalılar gibi eşraf takımının tarlalarında çalıştırmak üzere köleler bulmak için hareket eder, ne de Batı kapitalizmi gibi yeni pazarlar ve hammaddeler elde etmek için harekete geçer. Aynı şekilde islâm, komünizm gibi cahil ve kısa görüşlü insanın ürünü herhangi bir ideolojiyi kabul ettirmek için harekete geçmez. İslâm her şeyi bilen, hikmet sahibi, her şeyden haberdar olan ve her şeyi gören Allah'ın belirlediği sistemle hareket eder. İnsanın tüm yeryüzünde kula kulluktan kurtulması için yüce Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığını egemen kılmak üzere harekete geçer.

İşte dini savunma pozisyonuna indirgeyen ruhsal bozguna uğramış kimselerin kavramak zorunda oldukları büyük gerçek budur. Onlar islâmın yayılmasına ve islâmda cihad gerçeğine mazeretler bulmak için kem küm eden, geveleyip duran kimselerdir.

Kuvvet hazırlama yükümlülüğünün sınırını bilmemiz gerekir. Ayet diyor ki:

"Onlara karşı elinizden geldiği kadar savaş gücü hazırlayın."

Kuvvet hazırlamanın sınırı insanın gücünün en son noktasıdır. Böylece müslüman kitle gücü dahilinde olan kuvvet sebeplerini devreye sokmaktan geri kalmayacaktır.

Aynı şekilde ayet kuvvet hazırlamanın ilk hedefine de şu şekilde işaret etmektedir:

"Gerek Allah'ın, gerekse özünüzün düşmanlarını ve bunlar dışında Allah'ın bildiği, fakat sizin bilmediğiniz gizli düşmanlarınızı yıldırıp caydırmanız için."

Buna göre kuvvet bulundurmanın ilk hedefi, hem Allah'ın düşmanı hemde müslüman kitlenin yeryüzündeki düşmanı olanların gönüllerine korku ve dehşet salmaktır. Bu düşmanlardan bazısı açıktan açığa düşmanlık yapar, müslümanlar da onları tanır. Bunların da ötesinde tanımadıkları bazı düşmanlar da vardır. Bir kısmı da düşmanlıklarını açığa vurmamışlardır, ancak yüce Allah onların gizledikleri duyguları ve gerçek niyetlerini bilir. İşte böyleleri fiilen kendilerine ulaşmamış dahi olsa, islâmın gücünden korkarlar. Müslümanlar güçlü olmak zorundadırlar. Yeryüzüne korku salmaları için ellerinden geldiği kadar savaş gücü bulundurmak, kuvvet kaynaklarını hazırlamak onların görevidir. Bu hazırlık Allah'ın sözünün yücelmesi, yeryüzünde egemenliğin tamamen Allah'ın dinine özgü olması için kaçınılmazdır.

Savaş araç ve gereçlerini bulundurmak mal gerektirdiğinden ve islâm düzeni de tamamen dayanışma esasına dayandığından, Allah yolunda cihad çağrısı ile Allah yolunda malî yardımda bulunma çağrısı birlikte ve yanyana yapılmıştır:

"Allah yolunda ne harcarsanız, karşılığı tam olarak size ödenir, kesinlikle haksızlığa uğratılmazsınız."

Böylece islâm sadece Allah için, sırf Allah yolunda, O'nun sözünün gerçekleşmesi uğruna ve O'nun hoşnutluğunun elde edilmesi amacına yönelik olması için cihad ve cihad uğruna mali harcama yükümlülüğünü, yeryüzü kaynaklı tüm hedeflerden, her türlü kişisel sebepten, bütün ulusal ya da sınıfsal düşüncelerden arındırıyor.

Bu yüzden islâm -ilk günden itibaren- kendi hesabına, kişilerin ya da devletlerin üstünlüğüne dayanan tüm savaşları, pazar elde etmek ve ülke fethetmek için başlatılan savaşları, baskı kurmak, insanları alçaltmak için girişilen savaşları, bir ülkenin diğer bir ülkeye, bir ulusun diğer bir ulusa, bir ırkın, diğer bir ırka ya da bir sınıfın diğer bir sınıfa egemenliği için başlatılan savaşları reddetmiştir. İslâm için tek bir hareket tarzı vardır; Allah yolunda cihad hareketi... Yüce Allah bu ırkın, bir ülkenin, bir ulusun, bir sınıfın, bir ferdin veya bir halkın egemenliğini istemiyor. Sadece kendi ilahlığının, otoritesinin ve hakimiyetinin yeryüzünde yürürlükte olmasını istiyor. Yüce Allah'ın insanlara ihtiyacı yoktur. Ancak insanlık için iyiliği, bereketi, özgürlüğü ve saygınlığı garantileyen O'nun tek ve ortaksız ilahlığının yeryüzüne egemen olmasıdır.

BARIŞ YAP

Bu ayetlerde yeralan üçüncü hüküm, islâm kampı ile savaşmamayı, yani saldırmazlık anlaşmasını imzalamayı isteyen, barış ve güvenliğe yatkın olan, görünüşleri ve davranışlarıyla da gerçekten barış istediklerini kanıtlayan kimselere ilişkin hükümdür:

"Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a dayan. Çünkü O her şeyi işiten ve bilendir."

Barışa yatkınlık eylemini anlatan "cenahe = yanaşmak" ifadesi son derece esprili bir ifadedir. Anlama ince bir isteklilik havası katıyor. Barış tarafına yönelen kanadın hareketidir bu. Huzur içinde bir tarafa doğru süzülen bir kanat. Bu arada barışa yanaşma emri her şeyi işiten ve her şeyi bilen Allah'a dayanma direktifi ile birlikte veriliyor. Yüce Allah söylenenleri işitir, bunların ötesinde gizli sırları da bilir. Ona dayanmak yeterlidir ve güven verir insana.

Medine döneminin başlarından Bedir gününe ve bu hüküm indirilişine kadar, kâfir grupların Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- karşı tutumlarını, aynı şekilde Peygamberimizin onlara karşı tutumunu dile getiren İmam İbn-i Kayyım'ın özetine baktığımızda bu ayetin, peygambere ilişmeyen, onunla savaşmayan, barış yapmaya istekli görünen, islâm çağrısına ve müslüman devlete düşmanlık beslemeyen, karşı çıkmayı düşünmeyen gruba ilişkin olduğunu görürüz. Yüce Allah peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- bu grubu kendi haline bırakmasını, onlardan gelen saldırmazlık ve barışma teklifini kabul etmesini emretmişti. (Bu durum Tevbe suresinin indirilişine kadar sürdü. Tèvbe suresinde kendileriyle antlaşma yapılmamış olanlara ya da kendileriyle süresiz bir antlaşma yapılmış olanlara dört aylık bir mühlet tanınması öngörülmüştü. Bundan sonra tavırlarına göre diğer bir hüküm devreye girecekti.) Bu yüzden indiği koşullardan, zaman itibariyle kendisinden sonra inen ayetlerden ve bundan sonra Peygamberimizin pratik uygulamasından ayrı olarak düşünüldüğünde ayetin metni kesinlik ifade etse de, içerdiği hüküm nihai bir hüküm değildir.

Ne var ki ayet, hüküm açısından o dönemde bir tür genellik ifade ediyordu. Nitekim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tevbe suresi inene kadar bu hükmü uygulamıştı. Hicri altıncı senede imzaladığı Hudeybiye barış antlaşması da bu hükme dayalı bir uygulamadır.

Bazı fıkıhçılar ayetin hükmünün nihai ve sürekli olduğu sonucuna varmışlardır. Bu yüzden ayette geçen "Barışa yanaşma" eylemini cizye ödemeyi kabul etme olarak yorumlamışlardır. Ancak bu yorum tarihsel realiteyle uyuşmuyor. Çünkü cizyeye ilişkin hükümler Tevbe suresinde Hicri sekizinci senede inmiştir. Bu ayetse, Bedir Savaşı'ndan sonra Hicri ikinci senede inmiştir. Ve o zaman henüz cizye ödemeye ilişkin hükümler mevcut değildi. Meydana gelen olaylara, ayetlerin indiriliş tarihlerine ve islâmın hareket yöntemine dayanarak en doğrusunu şu şekilde ifade etmek mümkündür; bu hüküm nihai değildir. Tevbe suresinde yeralan nihai hükümlerin indirilmesiyle değişmiştir. Nitekim Tevbe suresinin inmesiyle birlikte islâma karşı insanlar; ya islâmla savaş halinde olanlar ya da Allah'ın şeriatıyla yönetilen müslümanlar veya antlaşmalarına bağlı kalarak cizye ödeyen zimmiler şeklinde belirmişlerdi. İslâmda cihad hareketinin son aşamasına ilişkin hükümler bunlardır. Bunun dışındakiler, nihai ilişkileri temsil eden yukardaki üç durum gerçekleşene kadar islâmın değiştirmeye çalıştığı pratik durumlardır. Nihai ilişkiler Müslim'in kaydettiği, İmam Ahmed'in rivayet ettiği hadiste şu şekilde dile getirilmektedir:

Ahmed diyor ki, "Bize Veki Süfyan'ın Allame b. Mirsad'dan, o da Süleyman b. Yezid'den, o da babasından, o da Yezid b. el-Hatib el-Eslemi'den -Allah ondan razı olsun- şöyle rivayet etti: Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun bir müfreze veya ordu çıkarınca, komutana gerek kendi şahsi, gerekse beraberindeki müslümanlar konusunda Allah'dan korkmayı tavsiye ederdi. Şöyle derdi: Allah'ın adıyla, O'nun yolunda savaşın. Öldürün Allah'ın dinini kabul etmeyen kâfirleri. Müşrik olan düşmanlarınla karşılaştığın zaman onları üç hususu ya da üç şıkkı kabul etmeye çağır. Üçünden hangisini kabul ederlerse sen de kabul et ve onlardan vazgeç. Önce onları islâma çağır. Kabul ederlerse, sen de kabul et ve onlardan vazgeç. İslâmı kabul ettikleri zaman onları yurtlarını boşaltıp muhacirlerin yurduna taşınmaya çağır. Bunu yapacak olurlarsa muhacirlere tanınan hakların onlara da tanınacağını ve muhacirlerin sorumlu oldukları şeylerden onların da sorumlu olacağını bildir. Bunu kabul etmez ve kendi yurtlarında kalmayı tercih ederlerse, müslüman Araplar gibi olacaklarını ve mü'minlere ilişkin Allah'ın hükmünün onlara da uygulanacağını, müslümanlarla birlikte cihada katılmadıkları sürece ganimetten pay alamayacaklarını bildir. İslâmı kabul etmekten kaçınırlarsa, onları cizye vermeye çağır. Kabul ederlerse sen de kabul et ve onlardan vazgeç. Bunu da kabul etmezlerse, Allah'dan yardım iste ve onlarla savaş..."

Bu hadiste, cizyeden söz edilirken, hicretten ve muhacirlerin yurdundan söz edilmesi sorun oluşturuyor. Oysa cizye Mekke fethinden sonra farz kılınmıştı. İslâm yurdunu oluşturan, Mekke'yi fetheden ve oraya yerleşen ilk müslüman kitlenin durumunu gözönünde bulundurduğumuzda Mekke'nin fethinden sonra-Hicret olayı da sözkonusu olmamıştır. Cizyenin Hicri sekizinci seneden sonra farz kılındığı kesindir. Bu yüzden müşrik Araplar'dan cizye alınmamıştı. Çünkü onlar cizye hükmünün indirilmesinden önce müslümanlığı kabul etmişlerdi. Daha sonra benzerlerinden, müşrik mecusilerden cizye kabul edilmiştir. Elbette ki, bunlar da müşrik olmak açısından onlara benzerler. Nitekim İmam İbn-i Kayyim'in da açıkladığı gibi cizye almaya ilişkin hükümler indiği sıralarda Arap Yarımadası'nda müşrikler mevcut olsaydı onlardan da cizye alınacaktı. İbn-i Kayyim bu konuda Ebu Hanife'nin bir sözünü ve İmam Ahmed'in de iki sözünü nakleder (Kurtubi ise bunu Evzai ve Malik'den rivayet etmiştir. Başkaları da Ebu Hanife'den rivayet etmişlerdir.) Şu anda vardığımız sonuç: "Eğer onlar barışâ yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'â dayan. Çünkü O her şeyi işiten ve bilendir." ayetinin bu konuda kesin ve nihai bir hüküm içermediği, bu konudaki nihai hükümlerin daha sonra inen Tevbe suresinde yeraldığıdır. Yüce Allah'ın peygamberine barış ve saldırmazlık antlaşmasını imzalama tekliflerini kabul etmesini emrettiği grup, peygambere ilişmeyen, ister barış antlaşması imzalamış, isterse o güne kadar imzalamamış olsun onunla savaşmayan gruptur. Nitekim Tevbe suresi inene kadar Peygamberimiz, kâfirlerden ve kitap ehlinden gelen barış tekliflerini kabul etmiştir. Tevbe suresi indikten sonra müslüman olmaları veya cizye ödemeleri dışında onların hiçbir barış teklifleri kabul edilmemiştir. (Bu durum karşı taraf antlaşmasına bağlı kaldığı sürece barış halı için geçerlidir.) Yoksa din bütünüyle Allah'a özgü olana kadar, yapabildikleri kadar müslümanlar onlarla savaşacaklardır.

Bu konuda bazı açıklamalarda bulunmuştum. Amacım, "İslâmda cihad" konusunda kitap yazan birçok kişinin düştüğü ruhsal ve akli bozgundan kaynaklanan şüpheleri gidermekti. Yaşanan realitenin baskısı bu adamların ruhlarına ve akıllarına ağırlık yapmaktadır. Bu yüzden hiçbir zaman gerçek mahiyetini kavrayamadıkları dinlerinin (!) değişmez hareket metodunun bütün insanlığı, müslüman olmak ya da cizye vermek veya savaşmak durumlarıyla karşı karşıya bırâkmak olmasını hazmedemiyorlar. Bunlar islâmla savaşan ve ona saldıran bütün cahiliye güçlerine karşı islâmın ehlini -yani islâmın gerçek mahiyetini kavramadıklarını ve onu gereği gibi anlamadıkları halde kendilerini islâma dayandıranların- diğer dinlere ve ideolojilere mensup olanların oluşturdukları ordular karşısında son derece zayıf görüyorlar. Öte yandan gerçek müslüman kitlenin öncü gücünün azınlık, hatta nadir olduğunu görüyorlar. Bu durumda adı geçen yazarlar yaşanan realitenin baskısına ve ağırlığına uygun düşecek bir yorum yapmak için ayetlerin boyunlarını büküp sağa sola çekiştiriyorlar. Dinlerinin başvurduğu hareket metodunun ve uyguladığı stratejinin bu olması onların hazmedemediği bir şeydir çünkü.

Bunlar islâmi hareketin yolunda yer alan herhangi bir aşamaya ilişkin ayetlere dayanarak nihai hükümler çıkarmaya çalışıyorlar. Özel durumlarla sınırlı ayetlerden her zaman için geçerli anlamlar çıkarıyorlar. O zaman da değişmez ve nihai hükümler içeren ayetlerle karşılaştıklarında, bu ayetleri, islâmi hareketin bir aşamasına ilişkin, özel durumlarla sınırlı ayetlere uygun düşecek tarzda yorumluyorlar. Bütün bu çabalar, islâmda cihadın sırf müslüman kişilerin ve islam yurdunun saldırıya uğraması durumunda başvurulan bir savunma savaşı olduğu sonucunu elde etme amacına yöneliktir. Onlara göre islâm her türlü barış teklifine can atar. Barışın anlamı da sadece islâm yurduna saldırmaktan vazgeçmektir. Onların düşüncesinde islâm kabuğuna çekilmiştir. Ya da her zaman için kendi sınırları içinde kabuğuna çekilmelidir. Başkalarını kendi inanç sistemine bağlama ve Allah'ın sistemine boyun eğdirme hakkına sahip değildir. Sadece sözlü olarak ya da basın-yayın yoluyla yahud konferanslarla yayılabilir. Cahiliyenin insanlar üzerindeki egemenliğinde somutlaşan maddi güçlere sadece kendisine saldırıda bulundukları zaman karşı koyabilir. Böyle bir durumda kendini savunmak amacıyla harekete geçebilir.

Şayet yaşanan realitenin baskısı karşısında psikolojik ve akli bozguna uğramış bu adamlar, ayetlerin boyunlarını sağa sola çekiştirmeden dinlerinin realiteyi karşılayan hükümlerini elde etmek istiyorlarsa, bu dinin hükümlerinde ve islami hareketin herhangi bir aşamasında görülen uygulamalarında, şu anda karşı karşıya bulunduğumuz realitenin benzeri pratik olguları karşılayacak düzeyde realistlik ve pratiklik bulacaklardır. O zaman şöyle diyebilirler: "Şu anda yaşadığımız durumlara benzer durumlarda islâm şöyle bir uygulamada bulunmuş= tur. Ancak bunlar her zaman için geçerli kurallar değildir. Bunlar zorunlu durumları karşılamak üzere uygulanan hükümler ve uygulamalardır."

İşte zorunlu durumlarda islâmi hareketin aşamalılık karakterine uygun düşecek kimi aşamalı hüküm ve uygulamalardan birkaç örnek:

l- Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Medine'ye gelişinin başlarında Medine çevresinde yaşayan yahudiler ve müşriklerle barış, saldırmazlık ve Medine'yi ortak savunmaya ilişkin bir antlaşma imzaladı. Bu antlaşmada, Medine'deki üstün otoritenin Peygamberimizin otoritesi olduğu kabul ediliyordu. Yahudi ve müşrikler Kureyş'e karşı Medine'yi savunma, Medine'ye yönelik herhangi bir saldırıyı desteklememe, peygamberin izni olmadığı sürece Müslümanlarla savaş halinde bulunan müşriklerle bir antlaşma, yani ittifak imzalamama sözünü veriyorlardı. Bu arada yüce Allah, kendisiyle herhangi bir antlaşma imzalamamış olsalar bile barışa yanaşanların teklifini kabul etmesini ve kendisine saldırmadıkları sürece kendisinin de saldırıda bulunmamasını emrediyordu peygamberine. Daha önce de değindiğimiz gibi bu hükümlerin tümü daha sonra değiştirilmiştir.

2- Hendek savaşı sırasında, müşrikler Medine'yi ablukaya aldıklarında ve Beni Kureyze kabilesi Peygamberimizle yaptığı antlaşmayı bozduğunda, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- müslümanların durumundan endişelenmeye başladı. Bu yüzden Uyeyne b. Hısn el-Fezarı ve Gatafan kabilesinin başkanı Haris b. Avf el-Meri'ye, Medine çevresindeki ablukadan kabilesini çekmek ve Kureyş'le müslümanları başbaşa bırakmak karşılığında Medine'nin ürünlerinin üçte birini vermek üzere antlaşma teklifinde bulundu. Peygamberimizin bu sözü pazarlıktı. Yoksa Peygamberimiz bu şekilde onlarla antlaşma yapmamıştı. Peygamberimiz, yaptığı tekliften onların hoşnut olduğunu görünce, bu konuda Sa'd b. Muaz ve Sa'd b. Ubade ile istişarede bulundu. "Ya Resulallah, böyle yapmak hoşuna gidiyor da mı bunu onaylamamızı istiyorsun? Yoksa Allah mı sana böyle yapmanı emretti de duyup itaat edelim? Ya da bizim için mi böyle yapıyorsun?" dediler. Peygamberimiz, "Bunu sizin için yapıyorum. Çünkü Araplar bir ok gibi tek yaydan üzerinize atılıyorlar" buyurdu. Bunun üzerine Sa'd b. Muaz, "Ya Resulallah, Allah'a andolsun ki, bizle şu kavim şirk üzere yaşıyor, putlara kulluk ediyorduk. Allah'a ibadet etmiyor, O'nu hakkıyla tanımıyorduk. O zamanlar bile satın almanın ya da misafirliğin dışında ürünümüzden bir şey tadamazlardı. Şimdi Allah bizi islâmla onurlandırmışken, bizi kendi yoluna iletmişken, seni göndermekle bizi güçlendirmişken onlara mallarımızı verirmiyiz hiç. Allah'a andolsun ki, yüce Allah bizimle onlar arasında hükmünü verinceye kadar kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yoktur." Bu sözlerden dolayı Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- sevindi ve onlara şöyle dedi: "Dilediğinizi yapın."Uyeyne ve Hariseye de, "Gidin size kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yok" dedi. Peygamberimizin bu düşüncesi bir zorunluluğu karşılama amacına yönelik bir uygulamaydı. Nihai bir hüküm değildi.

3- Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- müşrik oldukları halde Kureyş müşrikleriyle, hem de müslümanları huzursuz eden şartlarla Hudeybiye barış antlaşmasını imzalamıştı. Bu antlaşma iki taraf arasında on sene boyunca savaş durumunun sona ermesini, insanların birbirlerinden emin olmasını öngörüyordu. Peygamber o sene geri dönecekti. Bir dahaki seneye gelecek ve müşrikler Peygamberimizin Mekke'ye girmesine engel olmayacak, Peygamber orada üç gün kalacaktı. Müslümanlar Mekke'ye sadece süvari silahları ile ve kılıçları da kınlarında olmak üzere gireceklerdi. Peygamberin arkadaşlarından biri müşriklere dönecek olursa geri verilmeyecek, buna karşılık müşriklerden biri peygamberin yanına gelecek olursa geri verilecekti. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- görünüşte felaket gibi görülen bu şartları yüce Allah'ın ilhamı ile kabul etmişti. Yüce Allah dilediği bir şeyin gerçekleşmesi için bunu kabul etmeyi peygamberine ilham etmişti kuşkusuz. Her halukârda, benzer koşulları karşılamak için müslüman yöneticilerin uygulayabileceği imkânlar vardır bu örnekte.

Bu dinin pratik hayat sistemi realiteyi sürekli, gerçekçi ve denk yöntemlerle karşılar. Sürekli hareket halinde, esnek bir sistemdir bu. Aynı zamanda sağlam ve nettir de. Herhangi bir durumda realiteyi karşılayacak çözümler arayanlar, ayetlerin boyunlarını sağa sola çekiştirmek, onları zorlamalı bir şekilde yorumlamak zorunda değildirler. İstenen tek şey Allah'dan korkmak, O'nun dinini cahiliye kötülüğünün realitesi karşısında eğip bükmekten sakınmak, ondan dolayı komplekse kapılmamak ve cahiliyenin saldırıları karşısında dini, savunma pozisyonuna sokmamaktır. Bu din egemen ve otoriter bir dindir. Bu din hep üstünlük ve etkinlik doruklarında bulunmakla beraber realitenin tüm ihtiyaçlarına ve zorunluluklarına cevap verir... Ve hamd olsun ulu Allah'a...

Yüce Allah Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- kendisine saldırmazlık teklifinde bulunanların teklifini kabul etmesini, barışa yanaşanlarla beraber onun da yanaşmasını emrederken, Allah'a güvenip dayanmasını da emrediyor. Yüce Allah kendisiyle barış yapmaya yanaşan milletin gizli duygularını tamamıyla bildiğini bildirmekle, peygamberine güven veriyor:

"Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a dayan. Çünkü O her şeyi işiten ve bilendir."

Sonra yüce Allah, karşı taraf ihanet etmek ve barışa yatkınlık gösterisi altında kalleşlik yapmayı tasarlamak isterse, peygamberini onların hilesinden koruyacağı güvencesini veriyor. Ona şöyle diyor yüce Allah: Allah sana yeter, kâfidir O sana. Seni korur. Bedir'de seni yardımıyla destekleyen, mü'minleri güçlendiren, kalplerini islâm çerçevesinde sevgi ve kardeşlik etrafında birleştiren O'dur. Nitekim kalpleri birleşmeyi kabul etmeyecek kadar katiydi! Her şeye gücü yeten ve her şeyi hikmetle yönlendiren yüce Allah'dan başkası kaynaştıramazdı bu gönülleri:

"Eğer onlar seni aldatmak isterlerse kuşku yok ki, Allah sana yeter. O seni yardımı ile ve mü'minler aracılığı ile 'desteklemiştir."

"Allah, mü'minlerin kalplerini uzlaştırdı. Eğer sen dünyadaki her şeyi harcasan yine onların kalplerini uzlaştıramazdın. Fakat Allah onları uzlaştırdı. Hiç kuşkusuz O üstün iradeli ve hikmet sahibidir."

Allah sana yeter. Başkasına ihtiyacın yok senin. İlk defa seni gönderdiği yardımla ve Allah'ın kendilerine va'dettiklerini doğrulayan mü'minlerle destekleyen O'dur. Kalpleri parça parça iken, aralarındaki düşmanlık dillere destanken ve birbirlerine karşı şiddetli bir kin beslerken Allah onları birlik ve beraberlik içinde tek bir güç haline getirdi. Burada Ensarı oluşturan, Evs ve Hazreç kabileleri kastedilmiş olabilir. Çünkü cahiliye döneminde şu anda yeryüzünde eşi ve benzeri bulunmayan bu kardeşlik ortamına karşılık aralarında onarımı imkânsız intikamlar, kan davaları ve çekişmeler vardı. Aynı şekilde muhacirler de kastedilmiş olabilir. Cahiliye döneminde onlar da Ensardan farksızdılar. Hepsi de kastedilmiş olabilir. Çünkü Yarımada'daki Araplar'ın durumu bütünüyle bundan ibaretti.

Ama Allah'dan başka kimsenin yapamayacağı, bu inanç sisteminden başka hiçbir gücün gerçekleştiremeyeceği mucize gerçekleşti. Birbirinden nefret eden bu gönüllerden, şu inatçı karakterlerden, birbïrlerine karşı alçak gönüllü, birbirlerini seven, birbirleriyle kaynaşan, hem de tarihin eşine rastlamadığı bir düzeyde birbirlerine kardeş olmuş, birbirleriyle kenetlenmiş bir kitle meydana geldi. Aralarında cennet hayatı somutlaşıyordu, cennet hayatının çizgileri belirginleşiyordu yaşayışlarında. Ya da cennet hayatına ve onun belirgin çizgilerine hazırlanıyorlardı.

"Onların gönüllerinden kini çıkardık, karşılıklı sedirler üzerinde kardeşçe otururlar. (Hicr Suresi, 47)

Bu inanç sistemi gerçekten ilginçtir. Gönüllere karıştığı zaman sertliklerini yumuşatan, kabalıklarını incelten, katılıklarını sevecenleştiren, sağlam, derin ve dostça bağlarla onları birbirine bağlayan bir sevgi, cana yakınlık ve şefkat karakteri kazandırır onlara. Birden bire gözün bakışı, elin dokunuşu, dilin konuşması, kalbin çırpınışı, tanışma, karşılıklı şefkat, dostluk, yardımlaşma, hoşgörü ve barış terennümlerine dönüşür. Bu gönülleri birbirlerine kaynaştırandan başkası, bunun sırrını bilmez. Ve bu gönüllerden başkası bunun tadını bilmez.

Bu inanç sistemi, Allah için sevme melodisiyle seslenir insanlığa. Onun gönül tellerine içtenlik ve buluşma notalarıyla dokunur. Gönüller olumlu tepki gösterdiklerinde Allah'dan başka hiç kimsenin sırrını bilmediği, yine O'ndan başka hiç kimsenin gücünün yetmediği o mucize gerçekleşir.

Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor. "Allah'ın kulları arasında öyle insanlar var ki, peygamber ve şehit olmadıkları halde peygamberler ye şehidler Kıyamet günü onların Allah katındaki konumlarına gıbta ederler." "Kimdir bunlar, ya Resulallah bize haber ver?" dediler. "Bunlar aralarında akrabalık bağı bulunmadığı ve birbirlerine mal vermedikleri halde, Allah'ın ruhuyla birbirlerini seven kimselerdir. Allah'a andolsun ki, onların yüzü nurdandır ve onlar nur üzerindedirler, insanlar korktukları zaman onlar korkmazlar, insanlar üzüldükleri zaman üzülmezler." (Ebu Davud)

Yine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor: "Bir müslüman, diğer bir müslüman kardeşiyle karşılaşıp elinden tuttuğu zaman, şiddetli bir rüzgârın estiği bir günde kuru bir ağaçtan yaprakların dökülmesi gibi dökülür günahları. Denizlerin köpükleri kadar günahları olsa yine de affolunur. (Tabesani)

Bu konudaki Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- birçok sözleri rivayet edilmiştir. Onun davranışları bu unsurun getirdiği mesajdaki önemine tanıklık etmektedir. Nitekim onun sevgi temeli üzerine bina ettiği ümmet, bunların sadece ağızda gevelenen sözler olmadığını, sırf bireysel planda kalan ideal davranışlar olmadığını göstermektedir. Bunlar, bu değişmez temele dayalı olarak gerçekleşen üstün bir realiteydi. Kuşkusuz Allah'ın izniyle gerçekleşmişti bu realite. Onun dışında bu gönülleri bu şekilde hiç kimse kaynaştıramazdı çünkü.

Bundan sonra ayetlerin akışı, Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun onun ötesinde de müslüman kitleye, Allah'ın hem kendisine, hem de müslümanlara yönelik dostluğunu gündeme getirerek güvence veriyor, onları rahatlatıyor. Sonra Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- mü'minleri Allah yolunda savaşmaya teşvik etmeyi emrediyor. Çünkü mü'minler, kendileri gibi olayları gereğince kavrayamayan, sorunları derinlemesine düşünemeyen kendilerinin on kati olan düşmanla başedebilirler. Onlar, son derece kötü şartlarda, en azından kendilerinin iki katı olan bir düşman gücüyle başederler:

 

 

O

 

O