O |
Enfal
|
O |
|
50- Melekler, kâfirlerin canlarını alırken
keşki görseydiniz; onların yüzlerine ve sırtlarına
vurarak şöyle derler: "Yakıcı azabı
tadınız bakalım. "
51- "İşte bu vaktiyle kendi ellerinizle
hazırladığınız bir sonuçtur. Yoksa Allah
kesinlikle kullarına haksızlık etmez. "
52- Bu kâfirlerin durumu tıpkı Fïravunoğulları
ile daha önceki kâfirlerin durumu gibidir. Onlar Allah'ın
ayetlerini inkâr ettiler, Allah da günahları yüzünden
yakalarına yapıştı. Hiç şüphesiz Allah
güçlüdür ve azabı ağırdır.
53- Bu böyledir. Çünkü bir toplum, sahip olduğu ïyi
bir niteliği değiştirmedikçe, Allah da o topluma
vermiş olduğu nimeti değiştirmez. Hiç şüphesiz
Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir.
54- Bu kâfirlerin durumu tıpkı
Firavunoğulları ile daha önceki kâfirlerin durumu
gibidir. Onlar Rabblerinin ayetlerini yalanladılar, biz de
onları günahları yüzünden yokettik, Firavunoğulları'nı
denizde boğduk. Bunların hepsi zalimdi.
"Melekler, kâfirlerin canlarını alırken
keşke görseydin; onların yüzlerine ve sırtlarına
vurarak şöyle derler: Yakıcı azabı
tadınız bakalım."
"İşte bu vaktiyle kendi ellerinizle
hazırladığınız bir sonuçtur. Yoksa Allah
kesinlikle kullarına haksızlık etmez."
Ayetler grubunun başında yeralan bu iki ayet; müşriklerle
savaşa katılan meleklerin durumlarını dile
getirmektedirler. Nitekim yüce Allah meleklere; "Vurun
boyunlarını, indirin darbelerinizi parmaklarına..."
demişti. "Şundan dolayı ki, onlar
Allah'a ve Peygamber'e karşı çıktılar. Kim
Allah'a ve Peygamber'e karşı çıkarsa bilsin ki,
Allah'ın azabı ağırdır."
Dokuzuncu cüzde bu ayeti tefsir ederken de söylediğimiz
gibi, her ne kadar biz, meleklerin onların
boyunlarını nasıl vurduğunu, parmaklarına
ne şekilde darbeler indirdiğini bilmiyorsak da bu
bilmeyişimiz, ayetin açık anlamını te'vil
etmemiz için bir gerekçe sayılmaz. Ayette açıkça
yüce Allah'ın meleklere, müşriklerin
boyunlarını vurmalarını, parmaklarına
darbeler indirmelerini emrettiği belirtilmektedir. Bunun
yanında meleklerin, "Allah'ın emrine
karşı çıkmadıklarını, emredileni
derhal yerine getirdiklerini" biliyoruz. (Durum, "Meleklerin
Bedir savaşma katılmadıkları, sadece mü'minlerin
ruhlarına karışıp onları moral açısından
güçlendirdikleri kesinleşmiştir" iddiasında
bulunan merhum Reşid Rıza'nın
sandığı gibi değildir. Bu görüş ayetin
açık anlamıyla çelişmektedir. Bu durumda ayete
uymak daha doğrudur.) Ayetler grubunun başında
yeralan bu iki ayet, Bedir gününde meydana gelen bir olayı,
aynı zamanda meleklerin bu savaşta kâfirlere neler yaptıklarını
dile getiren hikâyenin devamını anlatmaktadır.
Ayrıca bu iki ayet, ister Bedir'de, ister başka bir
yerde olsun, meleklerin kâfirlerin canlarını
aldıkları her zaman için geçerli olan sürekli bir
durumu dile getirmektedirler. Yüce Allah'ın, "Keşke
görseydin"
sözü de bir
direktif olarak gören herkese yöneliktir. Nitekim, gören
herkesin dikkat etmesi gereken açık sahnelere dikkat çekmek
için böyle bir hitap tarzına çokça rastlanır.
Şu veya bu farketmez. Kur'an ayeti kâfirlerin hiç de hoş
olmayan manzaralarını çiziyor. Onur kırıcı
bir sahnede melekler onların ruhlarını çekip çıkarıyorlar.
Sahnede yeralan acıklı azap ve ölüm olgularına
bir de onur kırılması ve kâfirlerin rezil olmaları
ekleniyor:
"Melekler, kâfirlerin canlarını alırken
keşki görseydiniz, onların yüzlerine ve sırtlàrına
vururlar."
Ardından ayetin akışı, üçüncü
şahıslara ilişkin bir olayı anlatım
tarzından doğrudan doğruya muhataba ilişkin
hitap tarzına dönüşüyor:
"Yakıcı azabı tadın bakalım."
Akıştaki sunuş tarzının aniden
değişmesinin nedeni, sahneyi şu anda
yaşanıyormuş gibi canlandırmak içindir. Sanki
cehennem, ateşiyle, yakıcılığıyla
şu anda sahnede yeralıyor da, onlar itilip
kakılarak, azarlanarak, tehdit edilerek oraya
atılıyorlar:
"İşte bu vaktiyle kendi ellerinizle
hazırladığınız bi r
sonuçtur."
Siz gayet adil bir cezaya çarptırılıyorsunuz.
Daha önce kendi ellerinizle işlediğiniz suçlardan
dolayı bu cezayı hakettiniz:
"Yoksa Allah kesinlikle kullarına haksızlık
etmez."
"Yakıcı azap" sahnesini canlandırmakla
bu ayet, insanın aklına şöyle bir sorunun
gelmesine neden oluyor: Acaba bu ayette dile getirilen,
kâfirlerin kıyamette, diriliş ve hesaplaşmadan
sonra görecekleri azabı -şu anda çekiyorlarmış
gibi- meleklerden kâfirlere yönelik bir tehdit midir? Yoksa
onlar ölür ölmez bu azapla mı karşılıyorlar?
Her ikisi de mümkündür. Kur'an ayetinden bu anlamları
çıkarmaya engel oluşturacak bir şey yoktur. Bu açıklamanın
dışında fazladan bir şey söylemek istemiyoruz...
Bu da yüce Allah'ın bilgisinin kapsamına giren gayba
ilişkin bir konudur. Kesinlikle meydana geleceğine
inanmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok. Bunun
meydana gelmesini engelleyecek hiçbir güç yoktur. Ne zaman
meydana geleceğini ise, ancak bilinmezlikleri bilen yüce
Allah bilir.
Bu kısa değerlendirmenin ardından ayetlerin
akısıyla birlikte, bu sahnenin ardındaki büyük ve
değişmez gerçeği vurgulamaya geçiyoruz. Kuşkusuz
kafirlerin aşağılanmaları ve azaba çarptırılmaları,
her zaman için geçerli olan değişmez ve
şaşmaz bir yasadır. Bu azap, öteden beri
yürürlükte olan bu yasanın kaçınılmaz bir
sonucudur:
"Bu kâfirlerin durumu tıpkı
Firavunoğulları ile daha önceki kâfirlerin durumu
gibidir. Onlar Allah'ın ayetlerini inkâr ettiler, Allah da
günahları yüzünden yakalarına yapıştı.
Hiç şüphesiz, Allah güçlüdür ve azabı
ağırdır."
Yüce Allah, insanı gelip geçici tesadüflere,
kontrolsüz maceraya bırakmamıştır. Onun
belirlediği kader doğrultusunda hareket eden yasası
egemendir insana ve olaylara. Bedir günü müşriklerin
başına gelen her zaman için müşriklerin
başına gelen bir olaydır. Nitekim
Firavunoğulları ve onlardan önceki kâfirler de aynı
akıbete uğramışlardı:
"Onlar Allah'ın ayetlerini inkâr ettiler. Allah da
günahları yüzünden yakalarına yapıştı."
Onu etkisiz hale getiremediler. Onun cezasından
yakalarını kurtaramadılar.
"Hiç şüphesiz Allah güçlüdür ve azabı
ağırdır."
Allah onlara nimetinden vermişti, lütfundan onları
rızıklandırmıştı, onları yeryüzüne
yerleştirmiş, onları kendisine halife
kılmıştı. Bütün bunları yüce Allah,
şükür mü edecekler, yoksa nankörlük mü edecekler diye
denemek ve sınamak için bahşeder insanlara. Ne var ki,
onlar nankörlük ediyorlar şükredeceklerine' Allah'ın
kendilerine bahşettiği nimetlerden dolayı
azgınlaşıyor, Allah'ın belirlediği
kuralları çiğniyorlar. Kendilerine bahşedilen
nimetler ve güç onları değiştiriyor, birer
zorbaya, birer tağuta, birer kâfire ve birer günahkâra
dönüştürüyor. Allah'ın ayetleri gelince de inkâr
ediyorlar. Bu durumda ayetler duyurulup, onlar da inkâr ettikten
sonra kâfirlerin cezalandırılmasına ilişkin
Allah'ın kanunu devreye giriyor. Böyle bir durumda yüce
Allah onlara verdiği nimeti geri alıyor, şiddetli
azabıyla onları cezalandırıyor. Köklerini
kurutuyor:
"Bu böyledir. Çünkü bir toplum, sahip olduğu iyi
bir niteliği değiştirmedikçe Allah da o topluma
vermiş olduğu nimeti değiştirmez. Hiç şüphesiz
Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir."
"Bu kâfirlerin durumu tıpkı
Firavunoğulları ile daha önceki kâfirlerin durumu
gibidir. Onlar Rabblerinin ayetlerini yalanladılar, biz de
onları günahları yüzünden yokettik. Firavunoğulları'nı
denizde boğduk. Bunların hepsi zalimdi."
Yüce Allah, ayetlerini yalanladıktan sonra onları
yoketmişti. Kâfir oldukları halde yüce Allah
ayetlerini göndermeden onları yok etmemişti. Çünkü
O'nun belirlediği kural ve O'nun kullarına yönelik
rahmeti bunu gerektirmektedir. "Biz
bir peygamber göndermedikçe, kimseye azap etmeyiz. (İsra,
15) Burada,
Firavunoğulları ve onlardan önce Allah'ın
ayetlerini yalanlayıp bu yüzden yokedilen kâfirleri hatırlatmakta,
çünkü onlar "zalimdi" denmektedir. Burada "zulüm"
kelimesi, "küfür" ya da "şirk"
anlamında kullanılmıştır. Bu kelime
Kur'an'da genellikle bu anlamlarda kullanılır...
Şu ayetin anlamı üzerinde biraz düşünmek
gerekmektedir kuşkusuz.
"Bu böyledir. Çünkü bir toplum, sahip olduğu iyi
bir niteliği değiştirmedikçe Allah da o topluma
vermiş olduğu nimeti değiştirmez."
Bu ayet, bir açıdan yüce Allah'ın kullarla
ilişkilerinde her zaman adil davrandığını
vurgulamaktadır. İnsanlar niyetlerini
bozmadıkları, davranışlarını
değiştirmedikleri, konumlarını terk
etmedikleri sürece yüce Allah onlara bahşettiği
nimetini geri almaz. Böyle bir durumda, imtihan ve deneme için
kendilerine bahşedilen nimetin değerini bilmedikleri, bu
nimete karşılık şükretmedikleri için
kendilerinden nimetin geri alınmasını hakediyorlar...
Bir açıdan da bu ayet, insan denen yaratığa
verilen en büyük onura işaret etmektedir. Yüce Allah,
kaderinin uygulanışını insanın
hareketlerine ve davranışlarına göre ayarlamakla
bu lütfu bahş,etmiştir insana. Yüce Allah, insan hayatındaki
takdiri değişikliği, onların gönüllerinde,
niyetlerinde, davranışlarında, hareketlerinde ve
kendileri için seçtikleri hayat tarzlarında meydana gelen
pratik değişikliğe
dayandırmıştır. Bir diğer açıdan da
insan denen varlığa -kendisine verilen bu büyük onura
denk düşecek- büyük bir sorumluluk yüklemektedir.
İnsan, nimetin değerini bilip, şükrettiği sürece,
Allah'ın kendisine verdiği bir nimeti kalıcı
kılabilir, arttırabilir de. Aynı zamanda nimete
karşılık nankörlük yaptığı zaman,
şımardığı zaman, niyeti ve hayat
tarzı bozulduğu zaman bu nimeti kendi eliyle giderebilir,
yokedebilir.
İşte bu önemli gerçek, "insan gerçeğine
ilişkin islâmi düşüncenin" şu varlık bütününde
Allah'ın kaderiyle insan ilişkisinin, insanın
şu evren ve evrenin içindekilerle ilişkisinin bir yönünü
temsil etmektedir. Bu yönden, insanın Allah'ın
terazisindeki değeri ve bu değerle
kazandığı onur ortaya çıkmaktadır.
Aynı zamanda insanın gerek kendi akibeti, gerekse
çevresindeki olayların akibeti üzerindeki etkinliği
ortaya çıkmaktadır. Allah'ın izni ve kendi
hareketleri, davranışları, niyet ve hayat
tarzı ile birlikte hareket eden Allah'ın takdiri
uyarınca sonucu üzerinde etkin rol oynayan bir varlık
kimliğine bürünür insan. Bu düşünce sayesinde
materyalist düşünce ekollerinin kendilerine yüklediği,
aşağılayıcı ve fonksiyonsuz kimliği
atar. Bu düşünceler insanı, zorlayıcı
determinizm karşısında fonksiyonsuz bir varlık
olarak görürler. Ekonomik determinizm tarihi determinizm, evrim
determinizmi gibi, insanın karşılarında güçsüz
ve etkisiz bir varlık olarak belirlediği daha nice kaçınılmazlıklar,
gerekircilikler... İnsan bu zorunlulukların kendisine yüklediği
görevi yerine getirmekten başka bir şey yapamaz. Bunlar
karşısında insan silik, zavallı ve
aşağılanmış bir yaratıktır.
İşte bu önemli gerçek, insanın hayatında
ve çalışmasında, iş ve
karşılığı arasındaki bu
gerekliliği bu şekilde tasvir etmektedir. Aynı
zamanda bu gerekliliği kaderi doğrultusunda yürürlüğe
giren evrensel yasalarından biri haline getiren yüce Allah'ın
mutlak adaletini de dile getirmektedir. Bu yasanın
uygulanışında Allah'ın kullarından
herhangi birine haksızlık yapılmaz.
"Yoksa Allah kesinlikle kullarına haksızlık
yapmaz."
"Biz de onları günahları yüzünden yokettik,
Firavunoğulları'nı da denizde boğduk.
Onların hepsi zalimdi."
"Bu böyledir. Çünkü bir toplum, sahip olduğu iyi
bir niteliği değiştirmedikçe, Allah da o topluma
vermiş olduğu nimeti değiştirmez."
... Ve Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun...
İSLÂM TOPLUMU VE ULUSLARARASI
İLİŞKİLER
Enfal suresinin ele alacağımız bu son dersi,
savaşta ve barışta çeşitli kamplarla
girilecek ilişkilere, islâm toplumunün kendi iç düzenine
ve kendi sınırlarının dışındaki
kuruluşlarla kuracağı bağlara,
değişik şartlarda ve durumlarda islâmın sözleşme
ve antlaşmalara bakış tarzına, aynı
şekilde islâmın kan, soy, toprak ve inanç bağlarıyla
ilgili görüşüne ilişkin birçok kuralı
kapsamaktadır.
Bu derste bazı kurallar ve hükümler açıklanmaktadır
ki, bunların bazısı kendi alanlarında nihai hükümler
niteliğindedirler. Bazısı da meydana gelen
bazı olayları karşılama amacına yönelik
aşamalı hüküm ve kurallardır. Bu hüküm ve
kurallar üzerinde de Medine döneminin sonlarına doğru,
Tevbe suresinde son değişiklikler yapılarak bunlara
değişmezlik ve nihailik özelliği
kazandırılmıştır. Bu kural ve hükümlerin
bazısını Kur'an'ın akışında yer
aldıkları sıralamaya göre sunalım:
a) İslâm
kampı ile anlaşıp sonra da bu anlaşmayı
bozanlar, canlıların en kötüleridir... Bu yüzden
islâm kampı hem onların, hem de onlardan sonra
anlaşmayı bozmak ya da islâm kampına
saldırmak niyetinde olan başkalarının
ayaklarını denk attıracak ve onları korkutacak
şekilde derslerini vermeli, cezalandırmalıdır.
b) İslâm
önderliğinden korktukları için anlaşma
yapanlardan herhangi biri anlaşmayı bozup ihanet edecek
olursa, islâm yöneticileri de anlaşmayı bozmalı
ve anlaşmayı feshettiklerini duyurmalıdırlar.
Dolayısıyla onlara savaş açmak, onları
cezalandırmak, bunun da ötesinde benzeri düşünceye
sahip olanları korkutmak imkânı doğmuş olur.
c) İslâm
kampı sürekli hazarlık yapmalı ve gücünün son
noktasına kadar kuvvet ikmali yapmalıdır. Kitlelere
yol gösterici konumunda olan bu gücün, yeryüzünün en büyük
gücü olması için bu hazırlık gereklidir. Tüm
batıl güçler ondan korkarlar böylece. Yeryüzünün her
köşesindeki bu batıl güçler onun sözünü dinlerler.
En başta islâm yurduna saldırmaktan çekinirler. Aynı
şekilde Allah'ın otoritesine teslim olmuş, yeryüzünde
Allah'ın dinine davet eden davetçiler`in yoluna engel olmamış
ve bu davete olumlu karşılık veren insanları
Allah'ın yoluna girmekten alıkoymamış olurlar.
Hakimiyet hakkını iddia etmekten ve insanların
kendilerine kulluk yapmalarını istemekten vazgeçmiş
olurlar. Böylece "din" bütünüyle Allah'a özgü kılınmış
olur.
d) Müslüman
olmayanlardan bir grup islâm kampı ile barış
yapmak, anlaşmak ve karşılarına çıkmamak
isterse, islâm kampının yöneticileri onların
barış tekliflerini kabul eder ve onlarla
anlaşır. Onlar, bir hile yapmayı düşünür,
ancak bunu kanıtlayacak bir davranışları
yoksa, durumlarını Allah'a havale ederler. Hiç kuşkusuz
O, müslümanları hilecilerin kötülüğünden korumaya
yeterlidir.
e) Düşmanları
sayı bakımından onlardan kat kat fazla da olsa,
cihad etmek müslümanlar üzerinde bir farzdır. Ve onlar
Allah'ın yardımıyla düşmanlarına
üstünlük sağlarlar. Onlardan bir kişi düşmandan
on kişiyle başeder. En zayıf durumlarda bile bir müslüman,
onlardan iki kişiyle başeder. O halde müslümanlarla
düşmanları arasında maddi güçler dengesi sağlansın
diye cihad görevi ertelenemez. Müslümanların güçleri
oranında maddi hazırlık yapmaları, Allah'a güvenmeleri,
savaş alanında kararlı ve dirençli olmaları,
savaşın zorluklarına katlanıp sabretmeleri
yeterlidir. Gerisi Allah'a kalmıştır, Çünkü
müslümanlar gözle görülen maddi gücün dışında
bir güce sahiptirler.
f) İslâm
kampının en başta gelen görevi, tüm güç
kaynaklarını ve dayanaklarını yerle bir etmek
suretiyle tağutun gücünü ortadan kaldırmaktır.
Fakat tağutun savaşçılarını esir
alıp, fidye almak suretiyle onları serbest
bırakırlarsa bu hedef gerçekleşmemiş, bu görev
yerine getirilmemiş olur. O zaman bu uygulama yersiz görülüyor.
Çünkü bir peygamber ve onun takipçileri, yeryüzünde
etkinliklerini pekiştirmedikleri, düşmanlarının
gücünü ortadan kaldırmadıkları, yeryüzünde
üstünlüğü ellerine geçirip yeryüzündeki olayları
kendi lehlerine çevirecek düzeyde etkin bir güce ulaşamadıkça,
düşmanı esir almamalıdırlar. Ama böyle bir
düzeye geldikleri zaman esir almalarında, bu esirlerden
özgürlüklerine karşılık fidye almalarında
bir sakınca yoktur. Ne var ki, bundan önce onları
savaşta öldürmek daha yararlı ve daha gereklidir.
g) Savaşta
müşriklerin mallarını ganimet olarak almak müslümanlara
helâldir. Nitekim yeryüzündeki üstünlükleri pekiştiği,
orada her yönüyle etkin bir güç oldukları, düşmanlarının
gücünü kırıp tamamen ortadan
kaldırdıkları zaman esirlerden serbestlik
karşılığı fidye almaları da helâldir.
h) Kendilerinden
alınmış olan ganimet ve fidyeye
karşılık yüce Allah'ın bundan daha iyisini
bahşedeceğini vurgulayarak islâm kampındaki
esirleri islâma girmeye teşvik etmek de uygundur. Bu arada,
ilk defa olduğu gibi. Allah'ın şiddetli
azabını hatırlatmak suretiyle ihanet etmekten
sakındırmak da gerekmektedir.
i) İslâm
toplumunda bir arada bulunmanın temelinde inanç vardır.
Ancak toplumda dostluk, inanç ve bununla birlikte pratik uygulama
esasına dayanır. Dolayısıyla inananlar, inançları
gereği hicret edenler, hicret edenlere sığınak
sağlayıp yardım edenler birbirlerinin
dostlarıdırlar. İnandıkları halde islâm
yurduna hicret etmeyenlerle, islâm yurdundaki islâm kampı
arasında dostluk, yani yardımlaşma ve
dayanışma sözkonusu değildir. İnançları
noktasında bir haksızlığa
uğramadıkları sürece müslümanlar onlara yardım
etmezler. Üstelik bu haksızlık, müslümanlarla aralarında
anlaşma bulunmayan bir kavim tarafından
yapılıyorsa yardım etmeleri sözkonusu olabilir.
j) İslâm
toplumunda birarada bulunma ve dostluğun temelinde inanç ve
pratik uygulamanın yeralması, akrabaların
birbirlerine dost olmalarına engel oluşturmaz. İnanç
ve pratik uygulama şartı yerine geldiği sürece
bunlar dostlukta birbirlerine daha yakındırlar çünkü.
Ancak inanç ve pratik uygulama bağı koptuğu zaman
akrabalık bağı öncelikli oluşunu yitirir ve
dostluk için yeterli olmaz.
İşte bunlar, toplu olarak bu dersin içerdiği
ilkeler ve kurallardır. Bunlar, aynı zamanda islâmın
iç ve dış düzeninin sahip olduğu kuralların
kısa bir özetini temsil etmektedir. Surenin ayetlerini birer
birer ele alırken bunları da ayrıntılı biçimde
açıklayacağız.
|
|
O |
|
O |
|