Bunun gibi, imanın gerçek mahiyetini ve sınırlarını
çizen, açık; kesin ve anlaşılır daha birçok
direktif yeralmaktadır Allah'ın Kitabı'nda.
Yüce Allah, ganimetlerin mülkiyetini onları elde
edenlerden almış, -surenin başında- bu mülkiyeti
Allah'a ve peygamberine vermişti. İşi bütünüyle
Allah ve peygamberinin kontrolünde tutmak, mücahitleri her
türlü yeryüzü menşeli. değerin üstüne çıkarmak,
-baştan sona kadar- tüm işlerini Rabbleri olan Allah'a
ve önderleri olan Peygamber'e havale etmek için... Böylece
mücahitler savaşa Allah için, Allah yolunda, Allah'ın
bayrağı altında ve Allah'a itaat ederek
girişeceklerdi. Hiçbir zorluk çıkarmadan,
itirazsız bir şekilde canlarının,
mallarının. ve her durumun üzerindeki hakimiyeti
Allah'a özgü kılacaklardı. İşte iman budur.
Nitekim surenin başında yüce Allah, ganimetlerin
mülkiyetini ellerinden alıp, Allah'a ve Peygamber'e
verdiğinde onlara şöyle demişti:
"Sana savaş ganimetlerinin bölüşümü hakkında
soruyorlar. De ki; `Ganimetler hakkında hüküm verme yetkisi
Allah'a ve Peygamber'e aittir. Buna göre eğer mü'min iseniz
Allah'dan korkunuz, ilişkilerinizi düzeltiniz, Allah'a ve
Peygamber'e itaat ediniz." (Enfal Suresi, 1)
Ne zaman ki, Allah'ın emrine teslim oldular ve bu hükmünden
hoşnut oldular, o zaman imanın anlamı somut olarak
onlarda yeretmiş oldu. Böylece yüce Allah, ganimetlerin beşte
dördünü onlara geri verdi. Beşte biri ise, Allah'a ve
Peygamber'e kaldı. Bu beşte birlik pay üzerindeki
tasarruf yetkisi de müslüman cemaat içindeki peygamberin
muhtaç akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yarı
yolda kalmışlara vermek üzere Peygamber'e bırakıldı.
Onlara ganimetin beşte dördü geri verildi. Çünkü onlar
bu ganimetlere savaş ve zaferin
karşılığı olarak sahip
olmadıklarını anlamışlardı. Onlar
Allah için savaşmış, O'nun dini uğrunda zafer
kazanmışlardı. Dolayısıyla onlar, bu
ganimetleri Allah'ın bağışı sonucu elde
etmişlerdi. Nitekim onlara katından zafer bahşeden,
onları ve savaşı yönlendiren de yüce Allah'tı.
Aynı şekilde onlara bu yeni emre teslim olmanın
imanın kendisi olduğu, iman etmiş olmanın
şartı ve gereği olduğu yeniden
hatırlatılmış oluyordu.
"Eğer Allah'a ve doğru ile eğrinin
birbirinden ayrıldığı gün, yani iki ordunun
Bedir'de karşılaştığı gün, kulumuz
Muhammed'e indirdiğimiz mesaja inanıyorsanız,
biliniz ki, ele geçirdiğiniz ganimet mallarının
beşte biri Allah'a, Peygamber'e, Peygamber'in
yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yarı yolda
kalanlara aittir."
İmanın anlamı, gerçek mahiyeti, şartı
ve gereği bakımından bu dinin
dayandığı temel unsurlardan birini son derece açık
ve kesin bir şekilde belirginleştirmek için ayetler bu
şekilde ardarda sıralanmaktadır.
Sonra, yine Allah'ın başlangıçta tüm
ganimetlerin kontrolünü kendisine verdiği, son olarak da
geride kalan beşte birlik pay üzerinde tasarruf yetkisi tanıdığı
bu konu işlenirken Peygamberini -salât ve selâm üzerine
olsun- "kulumuz" şeklinde nitelendirmesi üzerinde
duralım.
"Eğer Allah'a ve doğru ile eğrinin
birbirinden ayrıldığı gün, yani iki ordunun
Bedir'de karşılaştığı gün kulumuz
Muhammed'e indirdiğimiz mesaja
inanıyorsanız..."
Hiç kuşku yok ki bu, son derece anlamlı bir
nitelendirmedir... Çünkü imanın gerçek mahiyeti Allah'a
kulluktur. Bu aynı zamanda yüce Allah'ın lütfu
sayesinde insanın ulaşabileceği en yüksek makamdır.
İşte bu sıfatın, Allah'dan gelen mesajın
insanlara duyurulma işinin, aynı şekilde yüce
Allah'ın kendisine havale ettiği şeyler üzerindeki
tasarruf yetkisinin peygamber'e verildiği bir konumda
belirginleşmesi, hatırlatılması son derece
anlamlıdır.
Bu pratik hayatta da böyledir. Kuşkusuz bu, ulu bir
makamdır. İnsanın ulaşabileceği en ulu
makam Allah'a kulluk makamıdır.
Tek başına Allah'a kul olmak insanı,
ihtiraslara, arzulara kul olmaktan korur. Kula kulluktan koruyucu
bir kalkandır Allah'a kulluk... Arzularına,
ihtiraslarına, aynı şekilde kendisi gibi insanlara
kul olmaktan kurtulmadığı sürece insan, kendisi
için takdir edilen en yüksek makama hiçbir zaman ulaşamaz.
Tek başına Allah'a kul olmaktan kaçınanlar,
derhal en aşağılık kullukların
kurbanı durumuna düşerler. Zaman kaybetmeden
arzularının, ihtiraslarının,
şehvetlerinin, tepkilerinin kulu olurlar. Anında yüce
Allah'ın insan türüne diğer türlere karşı
bir ayrıcalık olarak bahşettiği kendilerini
frenleme iradelerini kaybedip, hayvanların düzeyine yuvarlanırlar,
canlıların en kötüsü konumuna düşerler. Ancak
hayvanlaşmış olurlar, hatta daha da
sapıklaşırlar. Yüce Allah'ın kendilerini
yarattığı şekliyle, en güzel bir yaradılışa
sahipken, aşağıların en
aşağısına alçalırlar.
Aynı şekilde Allah'a kul olmaktan kaçınanlar,
başka kullukların, en aşağılık
kullukların çirkefine batarlar. Hayatlarını
kısa görüşle, yükselme arzusuyla, aynı
şekilde bilgisizlik, yetersizlik ve ihtirasla
bulaşmış teori ve eğilimlerle düzenleyen
kendileri gibi kulların kulu olurlar.
Bunun yanısıra tartışılmaz
"zorunlulukların" kulları durumuna düşerler.
Onlara şöyle denir: "Bundan başka seçeneğiniz
yoktur. İtirazsız, tartışmasız boyun
eğmeniz gerekir... Bunlar "tarihsel
zorunluluklardır, ekonomik zorunluluklardır,
gelişmenin doğurduğu doğal
zorunluluklardır. Bu yüzden kabul etmelisiniz." Onlar
da alınlarını yere yapıştıran bu
maddi zorunluluklara başkaldırmadan, kendilerini bu
aşağılık, iğrenç kulluğa mahkûm
eden zorba, aldatıcı ve korkunç zorunlulukları
tartışmadan benimser, boyun eğerler.
Sonra yüce Allah'ın Bedir gününü, furkan günü, yani
hakla batılın birbirinden ayrıldığı
gün olarak nitelendirmesinin üzerinde duralım:
"Eğer Allah'a ve doğru ile eğrinin
birbirinden ayrıldığı gün, yani iki ordunun
Bedir'de karşılaştığı gün kulumuz
Muhammed'e indirdiğimiz mesaja inanıyorsanız."
Kuşkusuz yüce Allah'ın direktifleri, yönetimi ve
desteği ile başlayıp biten Bedir savaşı,
ayrılık savaşıdır. Kur'an'ı tefsir
edenlerin görüş birliği içinde söyledikleri gibi hak
ile batılın birbirinden ayrıldığı
ayrılık savaşıdır. En kapsamlı, en
geniş, en ince ve en derin anlamda ayrılık...
Hak ile batıl arasında fiili bir
ayrılıktı Bedir... Ancak, göklerle yerin dayandığı,
eşya ve canlıların
yaradılışının temeli olan ve
Allah'ın ilahlıkta, otoritede, planlama ve takdir etmede
birlenmesi, göğüyle, yeriyle, eşyasıyla,
canlısıyla tüm evrenin bu biricik ilahlığa,
bu tek otoriteye, bu ortaksız ve hiç kimse tarafından
sorgulanmayan planlama ve takdire kulluk etmesi şeklinde
somutlaşan hak ile, o gün için yeryüzünü kaplayan, bu
temel ve değişmez hakkın üzerine çıkan,
sonradan ortaya çıkmış, yeryüzünde diledikleri
gibi Allah'ın kullarının hayatına yön veren
tağutların ve hayatı ve canlıları yönlendiren
arzuların ayakta tuttuğu temelsiz batılın
ayrılığıydı bu. İşte Bedir'de böylesine
geniş boyutlu ve büyük bir ayrılık gerçekleşmişti.
Bundan böyle hiçbir zaman birbirlerine karışmayacak
şekilde bu büyük hakla, azgın batıl
birbirlerinden ayrılmış, tama men
kopmuşlardı.
Bedir, boyutları ve mesafeleri aşan bu kapsamlı,
geniş, ince ve derin anlamıyla hakla batıl
arasında bir ayrılıktı. Şu hak ile
şu batıl arasında vicdanın derinliklerinde gerçekleşen
bir ayrılıktı. Vicdanda, duyguda, ahlâk ve davranışta,
kulluk ve ibadette bütün ayrıntılarıyla her türlü
batıl düşünceden soyutlanmış Allah'ın
birliği inancı ile vicdanın Allah'ın
dışında birtakım kişilere, mesnetsiz
kuruntulara, değer yargılarına, rejimlere, gelenek
ve göreneklere kul olmasını kapsayan tüm
şekilleriyle şirk arasında gerçekleşen bir
ayrılıktı.
Bedir, aynı zamanda gözle görülen realiteler dünyasında
da şu hak ile şu batıl arasında gerçekleşen
bir ayrılıktı. Şahıslara,
asılsız kuruntulara, değer yargılarına,
rejimlere, şeriat ve kanunlara, gelenek ve göreneklere
yönelik fiilen yaşanan kulluk ile bütün bu konularda
kendisinden başka herhangi bir ilah, bir otorite, bir hükmedici,
bir kanun koyucu bulunmayan tek ve ortaksız Allah'a dönüş
arasında gerçekleşen bir ayrılıktı. Böylece
başlar Allah'dan başkasının önünde eğilmemecesine
yükselmiş oldular. Boyunlar sadece O'nun hakimiyetine ve
şeriatına uymak suretiyle eşit düzeye gelmiş
oldular. Tağutlara kulluk yapan halk
yığınları özgürlüklerini elde etmiş
oldular.
Bedir, islâmi hareket tarihinde yaşanan iki dönem arasında
gerçekleşen bir ayrılığın ifadesiydi.
Sabretme, sabrı tavsiye etme, örgütlenme ve bekleme dönemi
ile güç, hareket, saldırı ve girişim dönemini
birbirinden ayırıyordu. Yeni bir hayat düşüncesi
olarak insan varlığına yönelik yeni bir hareket
metodu olarak, yeni bir toplum düzeni olarak, yeni bir devlet
biçimi olarak islâm... Allah'ın tek ve ortaksız
ilahlığını egemen kılmak ve O'nun
ilahlığını ve hakimiyetini gaspeden
tağutları kovmak suretiyle tüm "yeryüzünde"
"insan" türünün evrensel özgürlük bildirisi olarak
islâm... Evet bu sekliyle islâm, güç kazanmak, harekete
geçmek, saldırmak ve girişimde bulunmak
zorundaydı. Çünkü o, uzun süre bekleyemezdi. Allah'a
yönelik bireysel kulluk davranışlarında, ahlâk ve
müslümanlar arası iyi ilişkilerde somutlaşan,
fertlerin vicdanlarında yer eden soyut bir inanç olarak varlığını
sürdüremezdi. Pratik hayatta bu yeni düşünceyi, yeni
hareket metodunu, yeni devlet biçimini ve yeni toplum düzenini
gerçekleştirmek üzere harekete geçmesi kaçınılmazdı.
Hareketine köstek olan, öncelikle müslümanların
hayatında, daha sonra ise tüm insanların hayatında
pratik olarak uygulanmasını zorlaştıran maddi
engelleri yolundan temizlemeliydi. Zaten islâm, bu şekilde
pratik olarak uygulanmak üzere Allah katından gelmişti.
Bedir, insanlık tarihinin iki dönemi arasında gerçekleşen
bir ayrılıktı. İslâm düzeninin kurulmasından
önceki insanlık, bu düzenin kurulmasından sonraki
insanlıktan tamamen farklıydı. Bu düzenden
kaynaklanan bu yeni düşünce, aynı şekilde bu düşünceden
kaynaklanan bu yeni düzen, insanlık için bir yeniden doğuş
olan bu taze toplum, bütün hayatın, toplumsal düzenin ve
yasama sisteminin dayanağı olan bu değer
yargıları... Evet bütün bunlar, Bedir savaşından
sonra artık sadece müslümanların tekelinde, sırf
bu yeni toplumun dayanakları değildi. Artık tüm
insanların malı olacak şekilde yaygınlık
kazanmışlardı. İster islâm ülkesinin sınırları
içinde olsun, ister bu sınırların
dışında olsun, gerek islâmı tasdik etsin,
gerek ona düşman olsun, herkes bunlardan etkilenmişti.
İslâma karşı savaşmak ve daha yeni yeni
gelişmeye başlamış bu dini ortadan
kaldırmak için batıdan saldırıya geçen Haçlılar,
yok etmek için geldikleri islâm toplumunun geleneklerinden
etkilenmişlerdi. İslâm toplum düzeninin izlerini
gördükten sonra kendi toplumlarında yaygın olan
derebeylik sistemini yıkmak üzere ülkelerine dönmüşlerdi.
İslâm ülkesinin vatandaşı olan Yahudi ve Haçlılar'ın
teşvikleri sonucu islâmla savaşmak ve onu ortadan
kaldırmak için doğrudan saldırıya geçen
Tatarlar, sonunda islâm inancından etkilenmiş, onu yeni
bir bölgede yaymak ve Avrupa'nın göbeğinde 15. yüzyıldan
20. yüzyıla kadar sürecek bir hilafeti kurmak üzere
yüklenmişlerdi... Hangi yönden bakılırsa
bakılsın, insanlık tarihi -Bedir
savaşından beri- gerek islam topraklarında, gerekse
islâma düşman bölgelerde bu ayrılıktan
etkilenmiştir.
Zafer ve yenilgi etkenlerine ilişkin iki düşünce
arasında beliren bir ayrılıktı Bedir
savaşı. Görünürde tüm zafer etkenleri müşriklerden
yana ve bütün yenilgi etkenleri de mü'min kitlenin safında
görülüyorken meydana gelmişti bu savaş. Öyle ki,
münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar, "Bu
müslümanları dinleri şımartıp
yanılgıya düşürdü." (Enfal Suresi, 49)
demişlerdi. Kuşkusuz yüce Allah, müşrik çoğunlukla
mü'min azınlık arasında başgösteren bu ilk
savaşın, bu şekilde meydana gelmesini
dilemişti. Böylece, zafer ve yenilginin sebeplerine ilişkin
iki düşüncenin, iki değerlendirmenin arasında bir
ayırıcı rol oynamasını istemişti. Güçlü
inancın sayı, donanım ve hazırlık
bakımından çoğunluğu oluşturan tarafa
üstün gelmesini, böylece insanların zaferin
sağlıklı ve güçlü bir inançla kazanıldığını,
sırf silah ve hazırlıkla
kazanılmadığını açıkça
görmelerini dilemişti. Dolayısıyla gerçek inancın
taraftarları, zahiri maddi güçlerin dengelenmesini
beklemeden batılla savaşmaya girişmelidirler.
Çünkü onlar, terazide ağır basan başka bir güce
sahiptirler. Üstelik bu güç, dille söylenen bir laf da değildir,
gözler önünde gerçekleşmiş bir realitedir.
Son olarak Bedir, bir diğer açıdan da hak ile
batıl arasında gerçekleşen
ayrılığın somut ifadesiydi. Bu anlama, surenin
baş taraflarında yeralan şu ayetler işaret
etmektedir: "Allah, iki gruptan birinin hakkından
geleceğinizi va'dettiği zaman siz güçsüz olan grubun
size düşmesini istediniz. Oysa Allah sözleri aracılığı
ile gerçeği yüceltmeyi ve kâfirlerin kökünü kazımayı,
soylarını kurutmayı istiyordu."
"Amaç, mücrimlerin hoşuna gitmese de gerçeği
yüceltmek ve batılı ortadan
kaldırmaktı." (Enfal Suresi, 7-8)
Savaşa katılan müslümanlar aslında Ebu Süfyan'ın
kervanını ve kervanda bulunan malları ganimet
almayı hedefleyerek çıkmışlardı. Yüce
Allah da onların istediklerinin dışında bir
şey diliyordu. Allah, Ebu Süfyan'ın güçsüz kervanının
ellerinden kurtulmasını ve Ebu Cehil'in güçlü
ordusuyla karşılaşmalarını diliyordu.
Çarpışma, savaş, öldürme ve esir alma olayının
yaşanmasını diliyordu, kervana
saldırmalarını, ganimet almalarını ve
rahat bir yolculuk geçirmelerini değil. Yüce Allah bunu
neden yaptığını şöyle açıklıyordu
onlara:
"Amaç... gerçeği yüceltmek ve batılı
ortadan kaldırmaktı...
Kuşkusuz bu, büyük bir gerçeğin açığa
kavuşmasına yönelik aydınlatıcı bir
işaretti. Kuşkusuz bir toplumda, sırf gerçek ve
batıla ilişkin teorik açıklamalarla hak gerçekleşmez,
batıl da ortadan kalkmaz. Teorik olarak bu haktır, bu da
batıldır diye inanmak da realiteyi
değiştirmez. Batılın egemenliği
yıkılıp hakkın egemenliği ilan edilmeden
hak, insanların pratik hayatında gerçekleşmiş,
var olmuş sayılmaz. Batıl da yok olamaz,
insanların dünyasından sökülüp atılmaz. Bu da
ancak, hak ordusunun galip gelip üstünlük sağlaması,
batıl olduğunun da yenilip dağılmasıyla mümkün
olur. Bu din pratik ve realist bir hayat sistemidir. Sadece bir
bilgi ve tartışma teorisi değildir. Ya da sırf
edilgen bir inanç sistemi de değildir.
Kuşkusuz bu savaşla hak gerçekleşti, yüceldi.
Batıl da ortadan kalktı. Pratik olarak yaşanan bu
zafer, bu bakımdan hakla batıl arasında gerçekleşen
fiili bir ayrılıktı. Nitekim yüce Allah savaşın,
Peygamber'in hak uğruna evinden çıkarmasının,
güçsüz kervanın elden kaçmasının ve güçlü
orduyla karşılaşmalarım
sağlamasının ötesindeki iradesini açıklarken,
buna işaret etmişti.
Hiç kuşku yok ki, bütün bunlar, bizzat bu dinin hareket
metodunda da bir ayrılığın ifadesiydi.
Bununla, bu metodun tabiatı ve müslümanların bilinçlerinde
yer eden gerçek mahiyeti açığa
kavuşmaktadır. Biz bugün bu ayrılığın
ne denli zorunlu olduğunu daha bir kavrıyoruz.
Özellikle bu dinin kavramlarının kendilerini müslüman
(!) diye adlandıranların ve hatta dine davet etmeye (!)
kalkanların yanında ne kadar
ciddiyetsizleştirildiğini gördüğümüzde, bu ayrılık
daha da zorunlu hale gelmektedir. ( Bu açıklamanın yeri
aslında bu ayetin açıklandığı 9. cüzdür.
O zaman bu şekilde kavrayamamıştım. Simdi daha
güzel anlıyorum. Her. şeyin başında da
sonunda da Allah'a hamdolsun.)
İşte bu değişik, kapsamlı ve derin
anlamlarıyla Bedir günü, "ayrılık" günü,
iki ordunun karşılaştığı gün olmuştur.
"Allah her şeye kadirdir."
Böyle bir günde, her şeye gücünün yettiğinin bir
örneği görülmüştür. Bu gücü hiç kimse tartışma
konusu yapamaz. Kimse onunla başedemez. Bu gözle görülen
realiteden bir örnektir. Bu örneği, ancak Allah'ın
sonsuz gücüyle izah edebiliriz. Çünkü Allah'ın gücü
her şeye yeter.
BEDİR SAVAŞI
Bu noktada ayetlerin akışı ayrılık gününe,
yani iki ordunun karşılaştığı güne
dönüyor. Yeniden savaşı ele alıyor.
Savaşı, sahneleri ve olaylarıyla öylesine olağanüstü
bir yöntemle sunuyor ki, insan bizzat savaşın fiilen
tekrarlandığını sanıyor: Bu sunuşta
yüce Allah'ın savaşı yönlendirirken önceden
tasarladığı plan ortaya çıkıyor.
İnsan, olayların ve hareketlerin ötesinde yüce Allah'ın
elini görür gibi oluyor. Aynı şekilde yüce Allah'ın
dilediği şekilde gerçekleşen planın hedefi de
ortaya çıkıyor: