Onlara süre tanıyan Allah'ın rahmetidir. Yüce Allah
rahmetinden dolayı inat etmelerine karşılık
hemen onları cezalandırmıyor, insanları
Mescid-i Haram'ı ziyaret etmekten alıkoymalarına
karşılık olarak, onları hemen azaba çarptırmıyor.
Müşrikler müslümanların Kâbe'yi ziyaret etmelerine
engel oluyorlardı. Oysa müslümanlar, kimseyi Kâbe'yi
ziyaret etmekten alıkoymamışlardı, kimseyi
incitmemişlerdi.
Allah'ın rahmeti daha sonraları da olsa, imanın
aydınlığı gönlüne yansımış
herhangi biri hidayet çağrısına olumlu
karşılık verebilir diye, onlara süre tanımaktadır.
Peygamber aralarındadır ve onları davet etmektedir.
Onlardan bazılarının olumlu karşılık
verme ihtimali belirmiştir. Peygamberin aralarında
yaşıyor olması sayesinde kendilerine süre tanımaktadır.
İman çağrısına olumlu karşılık
verdikleri, yaptıkları kötülüklerden dolayı
bağışlanma dileyip tevbe ettikleri sürece, kökten
yokolma azabından korunmanın yolu daima açıktır.
"Oysa sen aralarında bulundukça Allah onları
azaba çarptırmaz. Ayrıca bağışlanma
dilerlerken de, Allah onları azaba çarptırmaz."
Yoksa eğer yüce Allah, içinde bulundukları
durumlarına göre onlara muamele edecek olursa, onlar bu azabı
çoktan haketmişlerdir: "Yoksa onlar insanların
Mescid-i Haram'a girmelerine engel oldukları halde, Allah
onları niye azaba çarptırmasın ki? Onlar
oranın korucuları değildirler. Oranın
korucuları, ancak
Allah'ın yasaklarından sakınanlardır. Fakat
çokları bunu bilmezler."
Onların azaba çarptırılmasına engel olan
şey, iddia ettikleri gibi İbrahim Peygamberin -selam
üzerine olsun- soyundan gelmiş olmaları veya
Allah'ın evinin bekçileri, korucuları olmaları
değildir. Bu, pratik bir temeli bulunmayan bir iddiadan
başka bir şey değildir. Onlar bu evin (Kâbe'nin)
dostları ve sahipleri değildirler. Onun düşmanıdırlar,
onu gaspetmişlerdir. Çünkü Allah'ın evi öncekilerin
sonrakilere bıraktığı bir miras değildir.
Ona Allah'dan korkan dostları varis olur. Kendilerinin
İbrahim'in -selâm üzerine olsun- varisi olduklarınà
ilişkin iddiaları da böyledir. İbrahim Peygambere
varis olmak kan ve soy bağıyla gerçekleşen bir
şey değildir. Bu veraset ancak din ve inanç bağıyla
gerçekleşir. İbrahim'in ve onun Allah için inşa
ettiği bu evin varisleri Allah'dan korkanlardır. Onlar,
bu evin gerçek korucularını, İbrahim'in dinine
inananları Kâbe'den alıkoymaktadırlar.
Onlar Kâbe'nin yanında namaz kılıyor olsalar
bile, onun dostları korucuları değildirler.
Üstelik yaptıkları tapınma namaz da değildir.
Yaptıkları ıslık çalmak ve el çırpmaktı.
Vakardan uzak, karmakarışık birtakım
davranışlardı. Ne Kâbe'nin saygınlığının
bilincindeydiler, ne de Allah'ın heybetinden ürperiyorlardı.
İbn-i Ömer -Allah ondan razı olsun- şöyle der:
"Müşrikler yanaklarını yere değdirerek
ıslık çalıyor, alkış tutuyorlardı."
Bu olay günümüzde "İslâm ülkeleri" (!) adı
verilen birçok ülkede, yanaklarını kapı
eşiklerine, mevki ve makam sahiplerinin ayaklarına sürten
çalgıcıları, dalkavuk alkışçıları
ve şamatacıları hatırlatmaktadır insana.
İşte bu, değişik şekillerde ortaya çıkan
aynı cahiliyedir. Ve bu cahiliye bir kez daha en büyük ve
en açık şekliyle ortaya çıkmıştır.
Yeryüzünde kulların ilahlık sürmesi, insanların
hayatına hükmetmesi şeklinde ortaya çıkmıştır.
Bu olay gerçekleşti mi,diğer cahiliye şekilleri
bunu izler ve bunlar sadece bu büyük cahiliyenin bir ayrıntısı
niteliğindedirler.
"Süregelen inkârcılığınızın
karşılığı olarak şimdi tadın
azabı bakalım."
Burada işaret edilen Bedir günü müslüman kitlenin
elinden çektikleri azaptır. İstedikleri azaba (kökten
yoketme azabına) gelince, bu azap Allah'ın onlara yönelik
rahmeti ve aralarında yaşayan peygamberine ikramı
sayesinde ertelenmiştir. Belki tevbe edip
yaptıklarından pişman olur, Allah'dan
bağışlanma dilerler, diye.