O |
Enfal
|
O |
|
1- Sana savaş ganimetlerinin bölüşümü hakkında
soru sorarlar. De ki; ganimetler hakkında hüküm verme
yetkisi Allah'a ve Peygamber'e aittir. Buna göre eğer mümin
iseniz, Allah'dan korkunuz, ilişkilerinizi düzeltiniz,
Allah'a ve Peygamber'e itaat ediniz.
2- Müminler ancak öyle kimselerdir ki, Allah anıldığında
kalpleri ürperir, yanlarında Allah'ın ayetleri
okunduğu zaman bu ayetler imanlarını
arttırır, pekiştirir ve sadece Rabblerine
dayanırlar.
3- Onlar namazı kılarlar ve kendilerine
bağışladığımız
rızıklardan başkalarına da verirler.
4- İşte gerçek mü'minler bunlardır.
Onları Rabbleri katında yüksek dereceler, bağışlanma
ve göz kamaştırıcı rızık
beklemektedir.
Surenin toplu tanıtımını yaparken, bu
ayetlerin indiriliş sebeplerine ilişkin olarak yeralan
rivayetlerden bazılarım
hatırlatmıştık. Genelde bütün surenin
özelde de ganimetlere ilişkin ayetlerin indiği
ortamı daha iyi canlandırmak için daha önce anlattıklarımıza
ek olarak birkaç rivayet daha aktarıyoruz. Medine'de bir müslüman
devletin kuruluşundan sonra ilk defa böylesine büyük bir
olayla karşılaşan müslüman toplumun pratik
çizgilerini yeniden canlandırmak için bu rivayetleri
anlatmak gereklidir.
İbn-i Kesir tefsirinde şöyle diyor: "Ebu Davut,
Nesaî, İbn-i Cerir, İbn-i Mürdeveyh -sözler ona
aitti- İbn-i Habban ve Hakim, değişik yollardan
Davud b. Ebu Hind'den, o da İkrime'den, o da Abdullah
İbn-i Abbas'dan şöyle rivayet ettiler: Bedir günü
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- `şöyle
şöyle yapana şu, şu mükafat vardır' buyurdu.
Bunun üzerine gençler hemen ileriye atıldılar,
yaşlılarsa sancakların altında kaldılar.
Ganimetler toplandığı zaman, gençler gelip
kendilerine ait olanı istediler. Buna karşılık
yaşlılar, `Kendinizi bize tercih etmeyin. Biz sizin için
bir sığınaktık. Şayet bozguna
uğrasaydınız bize
sığınacaktınız' dediler ve
aralarında çekişme baş gösterdi. Bunun üzerine
yüce Allah şu ayeti indirdi: "Sana savaş
ganimetlerinin bölüşümü hakkında soru sorarlar. De
ki; Ganimetler hakkında hüküm verme yetkisi Allah'a ve
Peygamber'e aittir. Buna göre eğer mü'min iseniz, Allah'dan
korkunuz, ilişkilerinizi düzeltiniz, Allah'a ve Peygamber'e
itaat ediniz."
Sevrî Kelbi'den, o da Ebu Salih'den, o da Abdullah İbn-i
Abbas'dan şöyle rivayet eder:Bedir günü Peygamberimiz,
`Kim birini öldürürse ona şöyle şöyle mükafat vardır.
Kim bir esir getirirse onun için şu, şu mükafat vardır'
buyurdu. Ebu Yesir iki esir getirdi ve `Ya Resulullah (Allah'ın
-salât ve selâmı üzerine olsun-) bunları sen bize
va'dettin' dedi. Bunun üzerine Sa'd b. Ubade kalktı ve `Ya
Resulullah, şayet bunlara verirsen arkadaşlarına
bir şey kalmaz. Bizi bunlardan alıkoyan, sevabı küçümsememiz
ya da düşmandan korkmamız değildir. Biz burada, düşmanın
arkadan saldırmasından korktuğumuz için seni
korumak üzere durduk' dedi. Sonra da birbirleriyle tartıştılar.
Bunun üzerine: "Sana savaş ganimetlerinin bölüşümü
hakkında soru sorarlar; De ki; "Ganimetler hakkında
hüküm verme yetkisi Allah'a ve Peygamber'e aittir." diyor
ki, bir de şu ayet indi:
"Eğer Allah'a ve doğru ile eğrinin
birbirinden ayrıldığı gün, yani iki ordunun
Bedir'de karşılaştığı gün, kulumuz
Muhammed'e indirdiğimiz beşte biri Allah'a, Peygamber'e,
peygamberin yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve
yarıyolda kalanlara aittir.
İmam Ahmed şöyle der: "Bize Ebu Muaviye anlattı,
bize Ebu İshak eş Şeybanî Muhammed b. Abdullah
es-Sakafi'den anlattı, o da Sa'd b. Ebu Vakkas'a dayanarak
anlattı: "Bedir günü kardeşim Umeyr öldürüldü.
Ben de Said b. As'ı öldürdüm ve zülkesife adını
verdiği kılıcını aldım.
Kılıcı alıp Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- yanına getirdim. Bana, `Git, onu
aldığın yere bırak' dedi. Döndüm ama, kardeşimin
öldürülmesi ve ganimetimin elinden alınmasından
dolayı Allah'dan başka kimsenin bilmediği duygular
içindeydim. Çok geçmemişti ki Enfal suresi indi.
Ardından Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bana,
`Git ganimetini al' dedi."
Yine İmam Ahmed şöyle der: "Bize Esved b. Amir
anlattı, bize Ebubekir haber verdi, o da Asım b. Ebu
Necud'dan aktardı, ona Mus'ab b. Sa'd, Sa'd b. Malik'ten
şöyle anlattı: Dedim ki; Ya Resulullah, bugün yüce
Allah müşriklerin başına gelen ağır
yenilgiden dolayı yüreğimi soğuttu. Şu
kılıcı bana bağışlamaz
mısın? Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- `Bu
kılıç ne bana, ne de sana aittir. Bırak onu'
buyurdu. Bıraktım sonra da dönüp, bu kılıç
belki de benim sınandığın gibi sınanmayan
birine verilecektir dedim. Birden peşimden biri beni çağırdı.
Acaba yüce Allah benim hakkımda bir şey mi indirdi,
diye düşündüm. Peygamberimiz, sen benden kılıcı
istediğin zaman bana ait değildi, şimdi bana
bahşedildi, senindir dedi. Sa'd diyor ki, "O zaman yüce
Allah şu ayeti indirdi: "Sana savaş
ganimetlerinin bölüşümü hakkında soru sorarlar. De
ki; Ganimetler hakkında hüküm verme yetkisi Allah'a ve
Peygamber'e aittir. (Ebu Davud, Tirmizi ve Nesaî değişik
yollardan Ebu Bekir b. Ayyaş'dan rivayet ettiler. Tirmizi,
"Hasan" sahih bir hadistir dedi. )
Bu rivayetler ganimetlere ilişkin ayetlerin indiği
ortamı gözümüzün önünde canlandırmaktadır.
İnsan, Bedir savaşına katılan müslümanların
ganimetler hakkında konuştuklarını görünce
dehşete kapılıyor. Oysa onlar, ya herkesten önce
müslüman olmuş, her şeylerini geride bırakıp
inançları uğruna Allah'a hicret etmiş, şu dünya
hayatının hiçbir nimetine aldırış
etmemiş Muhacirlerdir, ya da muhacirleri barındıran,
yurtlarını ve mallarını onlarla paylaşan
ve su dünya nimetlerinin hiçbirinde cimrilik göstermeyen
Ensar'dır. Nitekim yüce Allah onlar hakkında şöyle
buyurmuştur: "Kendilerine hicret edip gelenleri
severler; onlara verilenler karşısında içlerinde
bir çekememezlik hissetmezler. Kendileri zaruret içinde
bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler..." (Haşr
Suresi, 9) Ancak bu durumun yorumunun bir
kısmını yine bu rivayetlerde buluyoruz. Ganimetler
aynı zamanda savaş alanında güzel bir imtihanla
ilintilidirler. Güzel imtihana bir örnek oluşturmaktadırlar.
O gün için insanlar müşrikleri yenip gönüllerini
serinlettikleri ilk büyük olayda, Resulullah'ın ve yüce
Allah'ın şahitliğine ihtiyaçları vardı.
Bu arzu içlerini doldurmuş ve ganimetler konusunda
konuşanların unuttuğu başka bir havaya
sokmuştu. Nitekim yüce Allah onlara hatırlatmış
ve onları kendisine yönelmiştir. Aralarındaki
ilişkilerde hoşgörünün egemen olması bilinç açısından
gönüllerinin ıslahı için bir zorunluluktu. Nitekim
bunun Ubade b. Samit'in de belirttiği gibi, farkına
varmışlardı. Ubade: "Bu ayet ganimetler
konusunda görüş ayrılığına düştüğümüzde
biz, Bedir savaşına katılanlar hakkında indi.
O zaman çok kötü davranmıştık. Bunun üzerine
yüce Allah ganimetleri elimizden alıp, peygamberine verdi"
demiştir.
Yüce Allah onları hem sözlü, hem de uygulamalı
olarak ilahi eğitimden geçiriyor. Ganimetler işini tümden
ellerinden alıp, bu ganimetlerin paylaşımı
konusundaki hükmünü bildirene kadar peygamberine devrediyor.
Artık iş, üzerinde tartışabilecekleri onlara
ait bir hak olmaktan çıkmış, onlara yönelik
Allah'ın bir lütfu olmuştur. Ve Allah'ın
peygamberi, ganimetleri rabbinin gösterdiği şekilde
aralarında bölüştürecektir. Pratik ve eğitim amaçlı
uygulamanın yanında sık sık tekrarlanan uzun
bir direktif yeralıyor. Nitekim aşağıdaki
ayetler bu direktifle başlıyor. Bundan sonra da
tekrarlanıyor:
"Sana savaş ganimetlerinin bölüşümü hakkında
soru sorarlar. De ki; "Ganimetler hakkındâ hüküm
verme yetkisi Allah'a ve Peygamber'e aittir." Ganimetler
konusunda aralarında çekişen bu gönüllere yönelik
çağrı, Allah'dan korkmaya ilişkin bir çağrıydı.
Ve kuşkusuz kalplerin sırlarını bilen
kalplerin yaratıcısı, eksikliklerden uzaktır,
yücedir. Yüce Allah insanın kalbini, dünya hayatının
nimetlerini düşünmekten, istemekten, onlar hakkında
çekişmekten büsbütün soyutlamıyor. Her ne kadar
buradaki çekişme, güzel imtihanı belgeleme
anlamıyla karışık da olsa durum
değişmeyecektir. Sadece bilinçlerini, Allah korkusu ve
takva duygusuyla harekete geçirmeyi, dünya ve ahirette onun hoşnutluğunu
istemeye , yöneltmeyi diliyor. Çünkü Allah'a bağlanmayan,
onun öfkesinden korkmayan, onun hoşnutluğunu aramayan
bir kalp, dünya nimetlerinin ağırlığından
kurtulamaz, serbestçe hareket edemez.
Bu gönülleri takva -Allah korkusu- sayesinde gayet kolay ve
rahat bir şekilde boyun eğdirip, uysal hale getirmek mümkündür.
İşte Kur'an bu bağ sayesinde bu gönülleri aralarını
düzeltmeye yönlendiriyor.
... Buna göre,
eğer mü'min iseniz Allah'dan korkunuz, ilişkilerinizi düzeltiniz."
Yine bu bağdan tutup bu gönülleri Allah'a ve
peygamberine itaat etmeye yönlendiriyor.
"Allah'a ve peygamberine itaat ediniz."
MÜ'MİNLERİN VASIFLARI
Buradaki ilk itaat da, onun ganimetler hakkında
belirlediği hükmüne itaat etmektir. Artık ganimetler
mutlak anlamda savaşçılardan birine ait olmaktan çıkmıştır.
Öncelikle ganimetlerin mülkiyeti Allah ve peygamberine aittir.
Bunlar üzerindeki uygulama da Allah ve peygamberine aittir. Dolayısıyla
iman edenlerin gönül hoşnutluğu ve kalp huzuruyla
ganimetler konusunda Allah'ın belirlediği hükümlere
uymaktan, ilişkilerini ve duygularını düzeltmekten,
birbirine karşı kalplerini kötü düşüncelerden
arındırmaktan başka seçenekleri yoktur. Durum
bundan ibarettir: "Eğer mü'min iseniz..." '
İmanın iyice belirginleşeceği,
varlığını kanıtlayabileceği, kendi
gerçeğinin tercümanı olacağı pratik ve
realist bir tarzda somutlaşması bir zorunluluktur.
Nitekim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "İman
temenni ya da gösterişle gerçekleşmez. İman,
kalpte yer eden ve davranışlarca doğrulanan bir
olgudur" (Deylemi, Firdevs müsnedinde Enes'ten rivayet
etmiştir.) buyurmaktadır. Bu yüzden peygamberin
sözünde belirginleşen anlamı iyice vurgulamak, imam
tanımlayıp açıklamak, onu dille söyleyen bir
kelimeden ya da hareket ve realite dünyasında pratik bir
ifadesi bulunmayan kuru bir temenniden ibaret olmaktan çıkarmak
için Kur'an-ı Kerim'de buna benzer değerlendirmeler
sıkça yeralır. .
Ardından bu dinin Rabbinin istediği "gerçek"
imanın sıfatı yeralmaktadır. Amaç "Eğer
mü'min iseniz" sözünün anlamını açıklamaktır.
İşte bu dinin Rabbi olan Allah'ın onlardan
istediği iman "Mü'minler ancak öyle kimselerdir ki,
Allah anıldığında kalpleri ürperir, yanlarında
Allah'ın ayetleri okunduğu zaman bu ayetler
imanlarını arttırır, pekiştirir ve sadece
Rabblerine dayanırlar. Onlar namaz kılarlar ve
kendilerine bağışladığımız
rızıklardan başkalarına da verirlèr.
İşte gerçek mü'minler bunlardır. Onları
Rabbleri katında yüksek dereceler, bağışlanma
ve göz kamaştırıcı rızık
beklemektedir.
Manâdaki inceliğe işaret etmek için Kur'an
ifadesinin sözlü yapısı da bir inceliğe sahiptir.
Buradaki ifadede "innema
= ancak" sözüyle
bir sınırlandırma vardır. İfade bu denli
kesin ve bu denli bir inceliğe sahipken, "Bundan maksat;
kâmil imandır" şeklinden yorum yapmanın
tutarlı bir yanı yoktur. Şayet yüce Allah bunu
söylemek isteseydi, kuşkusuz söylerdi. Bu, gayet açık
ve anlam itibariyle gayet ince bir ifadedir. Dolayısıyla
sıfatları, davranışları ve duyguları
bu olanlar mü'minlerdir. Bunun dışında bu
sıfatlara bütünüyle sahip olmayanlar mü'min değildir.
Ayetlerin sonunda yeralan "işte
gerçek mü'minler bunlardır" vurgusu
bu gerçeği dile getirmek içindir. Çünkü "gerçek"
mü'min olmayanlar hiçbir zaman mü'min değildirler.
Kur'an'ın ifadeleri birbirlerini açıklarlar.
İşte yüce Allah
şöyle
buyurmaktadır: "Haktan
sonra sapıklıktan başka ne var ki?" Çünkü "hak=gerçek"
olmayan şey, "sapıklık"tır. "Gerçek
mü'minler" sıfatının
karşıtı "tam
imana sahip olmayan mü'minler" değildir.
Kur'an'ın bu son derece ince ifadesinin; bütün düşünce
ve ifadeler için son derece kaypak olan böylesine yorumlara
hedef olması doğru değildir.
Bu yüzden ilk kuşak müslüman alimler bu ayetlerden,
ruhunda ve davranışlarında bu sıfatlar
bulunmayan kişinin imanının
bulunmadığını, hiçbir zaman da mü'min olmadığını
anlıyorlardı. İbn-i Kesir'in tefsirinde şu
ifadeler yeralıyor:
"Ali b. Talha, "Mü'minler ancak öyle kimselerdir ki,
Allah anıldığında kalpleri ürperir." ayetine
ilişkin olarak Abdullah İbn-i Abbas'tan
şunları nakleder! Münafıklar Allah'ın
farzlarını yerine getirdiklerinde, Allah'ı anmaktan
dolayı kalplerine bir şey girmez. Allah'ın
ayetlerinden bir şeye inanmazlar, ona güvenmezler.
İnsanların gözüne görünmedikleri zamanlarda namaz kılmazlar,
mallarının zekâtını vermezler. Allah
onların mü'min olmadıklarını haber verdi.
Sonra yüce Allah, mü'minleri şu şekilde
tanımladı: "Mü'minler ancak öyle kimselerdir
ki, Allah anıldığında kalpleri ürperir."
Onun farzlarını yerine getirirler. "Yanlarında
Allah'ın ayetleri okunduğu zaman bu onların
imanını arttırır." İbn-i Abbas diyor
ki: "Onaylamalarını pekiştirir." `Rablerine
güvenirler' O'ndan
başkasından bir beklenti içinde olmazlar."
Bu sıfatların tabiatından hareketle, bunlar
olmaksızın imanın hiçbir zaman olmayacağını,
buradaki sorunun imanın tamlığı ya da
eksikliği sorunu olmadığını, aksine
imanın varlığı ya da yokluğu sorunu
olduğunu göreceğiz.
"Mü'minler ancak öyle kimselerdir ki, Allah anıldığında
kalpleri ürperir." Bu, vicdani bir titreyiştir.
Emir ya da yasak konusunda Allah anıldığı
zaman mü'min kalbi kaplayan bir titreyiş... Allah'ın
ululuğu bürür mü'min kalbini. İçine Allah korkusu
dolar... Allah'ın yüceliği ve heybeti
somutlaşır içinde. Öte yandan eksikliğini ve günahlarını
hatırlar. Hemen Allah'ın emri doğrultusunda hareket
etmeye, O'na itaat etmeye koyulur. Ya da bu, Ümmü Derda'nın
-Allah ondan razı olsun- ifade ettiği bir durumdur.
Sevri, Abdullah b. Osman b. Haysem'den, o da Şehr b.
Havşeb'den, Ümmü Derda'nın -Allah ondan razı
olsun- şöyle dediğini rivayet eder: "Kalpteki
titreyiş kurumuş hurma dalının
yanışı gibidir. Hurma dallarının yanarken
nasıl titrediğini görmedin mi?" Evet, gördüm
dedi, dinleyen. "Bunu gördüğün zaman Allah'a dua et.
Dua bu titreyişi giderir" dedi.
Bu durum kalpte öyle bir hava meydana getirir ki, kalbin
huzura kavuşması ve durulması için duaya ihtiyaç
duyulur. Herhangi bir şeyin emir ya da yasak edilmesi
sırasında Allah anıldığında mü'min
kalpte bu durum baş gösterir. Bunun ardından hemen
Allah'ın emir ve yasaklarını O'nun istediği
şekilde yerine getirmeye koyulur. İçini kaplayan
ürpertiden kurtulur. Allah için arınır.
"Yanlarında Allah'ın ayetleri okunduğu
zaman bu ayetler imanlarını arttırır,
pekiştirir."
Mü'min kalp bu Kur'an'ın ayetlerinde imanı
arttıran, pekiştiren kanıtlar bulur. Kendisini iç
huzura erdiren mesajlar edinir. Bu Kur'an hiçbir aracıya
başvurmaksızın insan kalbiyle doğrudan
doğruya ilişki kurar. İnsan kalbini Kur'an'ı
algılamaktan, Kur'an'ı da insan kalbine ulaşmaktan
alıkoyan küfürden başka hiçbir şey, insan kalbi
ile Kur'an arasına giremez. İman
aracılığıyla bu perde
kaldırıldığı zaman kalp, bu
Kur'an'ın tadına varır ve ayetlerin yenilenen
vurgularında imanı arttıran mesajlar alır. Bu
onu iç huzura kavuşturur. (Burada "iman artar, eksilir"
problemi karşımıza çıkıyor. Bu problem,
ciddi ve pratik ideallerin uzak, aklî sorumsuzluğun
yaygın olduğu dönemlerde ortaya çıkan
grupların ve kelam ilminin problemidir. Bu problemi ele alma
gereğini duymuyoruz.) Kur'an'ın kalbe yönelik mesajları
onun imanını arttırdığı gibi, mü'min
kalp imam arttıran bu mesajları kavrayabilir. Bu yüzden,
bu gerçeği vurgulayan aşağıdaki ayetlerin
benzeri mesajlar Kur'an'da sıkça yeralır:
"Kuşkusuz bunda mü'minler için ayetler vardır."
"Kuşkusuz bunda inanan bir toplum için ayetler vardır."
Peygamberimizin bir arkadaşının sözü de bu
gerçeği dile getirmektedir: "Biz
Kur'an'dan önce imana çağırılırdık."
İşte bu iman sayesinde Kur'an'dan bu özel tadı
alıyorlardı. Teneffüs ettikleri hava da bu hususta
onlara yardımcı oluyordu. Onlar fiilen ve pratik olarak
Kur'an'ı yaşıyorlardı. Soyut bir tad alma ve
sırf zihni kavrama, sözkonusu değildi. Ayetin
indiriliş sebebine ilişkin yeralan rivayetler
arasında Sa'd b. Malik'in sözleri enteresandır. Sa'd
ganimetlerin mülkiyetini Peygamberimize veren, onlar üzerinde
Peygamberimize dilediği gibi tasarruf yetkisini tanıyan
ayetin indirilişinden önce Peygamberimizden -salât ve
selâm üzerine olsun- bir kılıcı kendisine ganimet
olarak vermesini istemişti. Peygamberimiz de, "Bu
kılıç ne senin, ne de benimdir, bırak onu"
demişti. Sa'd kılıcı bırakıp geri döndükten
sonra tekrar çağırıldığında, yüce
Allah'ın kendisi hakkında bir ayet indirmiş
olabileceğini düşünmüştü. "Herhalde yüce
Allah hakkımda bir ayet indirdi" diye düşündüğünü
söylemişti. Peygamberimiz, "Benden
kılıcı istediğin zaman bana ait değildi.
Ama şimdi bana bahşedildi. O senindir" demişti.
İşte bu şekilde onlar Rabbleriyle birlikte
yaşıyorlardı. Kendilerine inen bu Kur'an'la bu
şekilde yaşıyorlardı. Bu dehşet verici
bir olaydır. Ve bu insanlık hayatında
yaşanmış olağanüstü, gözkamaştırıcı
bir dönemdir. Kur'an'dan bu şekilde tat almaları da bu
yüzdendi. Doğrudan doğruya Kur'an'ın direktifleri
ışığında pratik bir hayat sürdürmeleri
de özel zevkle içiçeliklerini gittikçe arttırıyordu.
Her ne kadar birincisi -yani vahiy- insanlık
hayatında bir daha tekrarlanmayacaksa da, yeryüzünde ilk
müslüman cemaatin inşa ettiği gibi, insanların
pratik hayatında bu dini yeniden inşa etmek için
harekete geçen mü'min bir topluluk bulunduğu sürece
ikincisi (yani islâmın bir hayat biçimi olarak yaşanması)
tekrar gerçekleşebilir. Sadece bu dini yeniden
insanların pratik hayatlarına egemen kılmak için
Kur'an'ın direktifleri doğrultusunda hareket eden bu mü'min
kitle Kur'an'dan tad alabilir, onun okunmasıyla gönlündeki
iman artabilir. Çünkü bu kitle daha baştan iman
etmiştir. Bu kitleye göre din, yeniden ortaya çıkan ve
istisnasız tüm yeryüzünü kaplayıp
azgınlaşan cahiliyenin yerine dini egemen kılma
hareketidir. Ona göre iman temenni değildir. Kalpte yer edip
davranışlarca doğrulanan bir olgudur.
"...Sadece Rabblerine dayanırlar."
Sadece O'na... Nitekim cümlenin yapısı da bu
kesinliği gerektirmektedir. Herhangi birini, yardım
istemek ve güvenmek suretiyle O'na ortak koşmazlar. Ya da
imam İbn-i Kesir'in tefsirinde dediği gibi, "O'ndan
başkasından ummazlar, sadece O'na yönelirler, sırf
O'na sığınırlar. İhtiyaçlarını
gidermeyi sırf O'ndan isterler. Sadece O'nu arzularlar. O'nun
dilediği şeyin olacağını, dilemediği
şeyin de olamayacağını bilirler. Mülkünde
dilediği şekilde uygulamada bulunacağım,
ortaksız olduğunu, hükmünden dolayı
sorgulanamayacağım, O'nun hesapları çabuk
görüldüğünü bilirler. Bu yüzden Said b. Cübeyr, "Allah'a
dayanmak imanın toplamıdır" demiştir.
İşte Allah'a inanmanın özü budur. Budur sırf
O'na kul olmanın, O'ndan başkasına kul
olmamanın ifadesi. Bir kalpte Allah'ı birlemekle,
O'nunla birlikte O'ndan başkasına dayanmak birarada
olmaz. Bir kimseye ya da bir sebebe dayanma isteğini
kalplerinde bulanlar, öncelikle kalplerinde Allah'a iman var mı
ona baksınlar.
Tek başına Allah'a dayanmak sebeplere sarılmaya
engel değildir. Mü'min Allah'a inanmak ve sebeplere sarılmaya
ilişkin emrine itaat etmek açısından sebeplere
sarılır. Ne var ki, mü'min sebeplere onların sonuçları
meydana getirdiğini kabul ederek sarılmaz. Sonuçları
ortaya çıkaran -tıpkı sebepler gibi- Allah'ın
kaderidir. Mü'minin bilincinde sebeple sonuç arasında bir
ilişki sözkonusu değildir. Sebeplere sarılmak,
emredilene uymak açısından ibadettir. Sonucun gerçekleşmesi
ise, Allah'ın kaderidir. Sebeplerden tamamen
bağımsızdır ve Allah'dan başkası gerçekleştiremez.
Böylece mü'minin bilinci sebeplere kul olmaktan, onlara bağlanmaktan
kurtulur. Aynı zamanda mü'min, sebeplere sarılmakla
Allah'ın emrine itaat etmenin sevabını kazanmak için
elinden geldiğince sebeplerden yararlanır.
Çağdaş "bilimsel" cahiliye, "Allah'ın
kaderinin" ve "Allah'ın bilgisinin
sınırları içinde bulunan gayb alemini" yok
saymak için uzun süre "tabiat kanunlarının
kesinliği" kuramına sarıldı. Nihayet
kendi yöntemleri ve deneyleri yoluyla Allah'ın bilgisi
kapsamındaki gaybın ve Allah'ın kaderinin
eşiğinde kesin bir bilgi elde edemeden çaresiz bir
şekilde durdu. Bu sefer madde dünyasındaki "ihtimaller"
kuramına sarıldı. Bundan önce "kesin"
dediği şeyler "muhtemel" oluverdi. "Gayb"
yine mühürlü bir sır olarak varlığını
korudu. Tek ve kesin gerçek olarak Allah'ın kaderi
kaldı. Tek ve kesin kanun olarak yüce Allah'ın şu
sözü kaldı. "Sen
bilemezsin, belki de Allah bundan sonra bir durum meydana getirir."
(Talak Suresi, 1)
Bu söz, evrensel ilahi kanunların arka planında yeralan
özgür ilahi iradeden söz etmektedir. Yüce Allah bu evrensel
kanunlarla yürürlükteki kaderi uyarınca evreni idare
etmektedir.
İngiliz Doğabilimci ve Matematikçi Sir James Jeans
şunları söylemektedir: "Eski bilim kesin ilkeler
belirliyordu. Buna göre tabiatın bir tek yolu takip etmekten
başka seçeneği yoktur. Bu da zamanın
başlangıcından sonuna kadar şu sebep ve sonuç
arasında sürekli zincirleme doğrultusunda hareket
etmesi için önceden çizilmiş bir yoldur. Buna göre (A)
durumundan sonra (B) durumuna gelmesi kaçınılmazdır.
Modern bilimin ise şu ana kadar söyleyebildiği tek
şey (A) durumundan sonra (B) durumunun, ya da (C) durumunun
veya (D) durumunun veya bunlardan başka bir durumun meydana
gelebileceğidir. Evet bunu söyleyebilir: (B) durumunun
meydana gelmesi ihtimali (C) durumundan fazladır. (C)
durumunun meydana gelmesi de (D) durumundan daha muhtemeldir.
İşte böyle. Hatta (B), (C) ve (D) durumlarından
herbirinin diğerine oranla meydana gelebilme ihtimalini
belirleyebilir ancak hangisinin diğerini takip edeceğini
kesin bir şekilde haber veremez çünkü her zaman
ihtimallerden söz etmektedir. Ancak söylenmesi gerekene gelince
o da oranlara bağlıdır. Bu oranların mahiyeti
ne olursa olsun."
İnsan kalbi görünürdeki sebeplerin baskısından
kurtulduğu zaman, her şeyden önce o kalpte, Allah'dan
başkasına dayanmak için yer kalmamıştır.
Çünkü meydana gelen her şeyi yaratan Allah'ın
kaderidir. Tartışmasız tek gerçek budur. Görünen
sebepler zanna dayalı ihtimallerden başka bir şey
meydana getiremezler... Kuşkusuz bu, islâm inancının
insan kalbini ve insan aklını çıkardığı
gözkamaştırıcı bir düzeydir. Çağdaş
cahiliye akli açıdan bu düzeyin ilk aşamasına
ulaşmak için üç asır uğraşıp durdu.
Ancak bilinci açısından ve bunun sonucu olarak
Allah'ın kaderi, görünen sebepler ve güçlerle girilen ilişki
sonucu elde edilen önemli sonuçlar bakımından hiçbir
şey elde edememiştir. Kuşkusuz bu, akli özgürlüğün
kazanıldığı bir düzeydir. "İnsanoğlu"
değişmez sebeplerin, bunun da ötesinde insanların
iradesinin ya da tabiatın (!) iradesinin kulu olduğu sürece
özgür olamaz. Çünkü Allah'ın iradesinin ve kaderinin
dışındaki her "kesinlik" Allah'dan ve
O'nun kaderinden başkasına kulluğun
esasını oluşturmaktadır. Tek başına
Allah'a dayanmanın bu şekilde vurgulanması ve
imanın varlığı veya yokluğu için bir ön
şart olarak kabul edilmesi bu yüzdendir. İslâmda
itikadî düşünce eksiksiz bir bütündür. Ayrıca bu düşünce,
bu dinin insanlık hayatında gerçekleştirmek
istediği pratik görüntüsüyle birlikte üstlendiği
rol bakımından da eksiksiz bir bütündür. )
"Onlar namazı kılarlar."
Burada imanın hareketi, gözle görülür bir tablosunu
görüyoruz. Daha önce sıraladığımız
sıfatlarda da kalpte yer eden gizli duyguları görmüştük.
Çünkü iman kalpte yereden ve davranışlarca
doğrulanan bir olgudur. Davranış imanın somut
bir kanıtıdır. Bu imana pratik bir
tanıklık yapması için bu kanıtın gözle
görülmesi zorunludur. Namaz kılmak, sadece bilinen
hareketleri yerine getirmekten ibaret değildir. Namazı
amacını gerçekleştirecek şekilde
kılmaktır. Yüce Ma'budun karşısında
duran kula yakışır bir tarzda yerine getirmektir.
Kalp yaptığı için bilincinde olmadan sadece Kur'an
okumak (kıraat), rük'u (eğilmek), sucûd (yere
kapanmak)dan ibaret değildir namaz. Bu eksiksiz şekliyle
namaz, imanın varlığına fiili bir
tanıklık yapmaktadır.
"Kendilerine
bağışladığımız
rızıklardan başkalarına da verirler."
Gerek zekât olarak, gerekse zekâtın
dışında sadaka olarak "Kendilerine
bağışladığımız
rızıklardan" ihtiyaç sahiplerine verirler. Rızıkları
veren yaratıcının kendilerine rızık
olarak verdiği şeylerden vermektedirler. Kur'an ayetinin
her zaman yaygın bir
kuşatıcılığı ve etkin işareti
vardır. Onlar malı yeniden yaratmıyorlar. Mal yüce
Allah'ın onlara bahşettiği rızıktır.
Kendilerine verdiği sayısız rızık
arasında yeralır. Dolayısıyla Allah yolunda
ihtiyaç sahiplerine bir şey verdikleri zaman, bu
rızkın bir kısmını vermiş oluyorlar.
Geri kalanını da yanlarında tutmuş oluyorlar.
Bunlar yüce Allah'ın bu konuda imana ilişkin olarak
belirlediği niteliklerdir. Bunlar Allah'ın
birliğine ilişkin inancı, O'nun adının
anılmasıyla birlikte meydana gelen iç uyanışı,
ayetlerinden dolayı gönülden etkilenmeyi, sadece O'na
dayanmayı, O'nun için namaz kılmayı, O'nun
verdiği rızkın bir kısmını O'nun
uğrunda ihtiyaç sahiplerine vermeyi kapsamaktadırlar.
Diğer ayetlerden de anlaşılacağı gibi
bu ayetler imanın ayrıntılarını ele
almıyorlardı. Bunlar pratik bir durumu
karşılıyorlardı. Ganimetler konusunda görüş
ayrılığına düşmeyi ve bu yüzden araların
bozulması durumunu karşılıyorlardı. Bu
pratik duruma uygun düşecek mü'minlerin sıfatlarını
hatırlatıyordu. Bu ayetler aynı zamanda bir bütün
olarak yok olduklarında, fiilen iman gerçeğinin de yok
olmasını gerektiren sıfatları da belirliyordu.
Böyle bir durumda imanın şartlarına
sarılmanın ya da sarılamamanın önemi yoktur.
Kur'an'ın ilahi eğitim metodu, değişen pratik
durumlar karşısında adı geçen
şartları ve direktifleri belirlemeyi öngörmektedir.
Çünkü Kur'an'ın eğitim metodu, realist, pratik ve
harekete dönük bir metoddur. Tüm amacı bir teori
geliştirmek ve onu kendi kendine duyurmaktan ibaret teorik ve
felsefi bir metod değildir.
Bu temel doğrultusunda yapılan son değerlendirme
yeralıyor:
"İşte gerçek mü'minler bunlardır.
Onları Rabbleri katında yüksek dereceler, bağışlanma
ve gözkamaştırıcı rızık
beklemektedir.
Gerçek mü'min bu sıfatları ruhunda ve
davranışlarında bulur. Bu sıfatları
toptan kendisinde bulundurmayan imanı bulundurmuyor demektir.
Bu sıfatlar aynı zamanda ayetlerin indiği durumu da
karşılamaktadır. Bu yüzden güzel imtihanı görmeye
olan arzuyu da karşılamaktadır. Buna göre sıfatları
bu olan kimseler için, "Rabbleri katında yüksek
dereceler vardır..." Aynı zamanda -Ubade b.
Samit'in de dediği gibi- aralarında başgösteren
kötü huyları da karşılamaktadır. Buna göre
bu sıfatları kendilerinde bulanlar Rabbleri katında
"bağışlanma" ile mükafatlandırılacaklar.
Ayrıca ganimetler üzerinde çıkan çekişmeyi de
karşılamaktadır. Kendilerinde bu
sıfatları bulanlar için Rabbleri katında "göz
kamaştırıcı rızık" vardır.
Böylece yaşanan durum tümden kuşatılmış
oluyor. Durumun gerektirdiği tüm duygular ve konumlar teker
teker ele alınıyor. Aynı zamanda konunun özünü
oluşturan gerçek de iyice belirginleşiyor. Buna göre,
mü'minlere ait olan bu sıfatlar toptan yok olduklarında
gerçek imanın varlığı sözkonusu olamaz.
"İşte gerçek mü'minler bunlardır."
İlk müslüman kitleye, imanın bir gerçeğinin
bulunduğu ve insanın bu gerçeği içinde bulması
gerektiği öğretiliyordu. İmanın iddia
olmadığı, dilde söylenen kelimelerden ibaret olmadığı,
ayrıca temenniyle gerçekleşemeyeceği öğretiliyordu.
Hafız Taberanî şöyle der: "Bize Muhammed b.
Abdullah el Hadremî, bize Ebu Kureyb, bize Zeyd b. Habbab, bize
İbn-i Luheya, Haled b. Yezid es-Seksekî'den anlattı, o
da Said b. Ebu Hilâl'den, o da Muhammed b. Ebu Cehm'den, Haris b.
Malik el-Ensarî'den şöyle anlattı: Haris bir gün
peygamberimizin yanına vardığında
peygamberimiz, `Nasıl sabahladın ya Haris' der. `Gerçek
bir mü'min olarak sabahladım' diye cevap verir. O zaman
Peygamberimiz, `Ne dediğinin farkında mısın?
Kuşkusuz her şeyin bir gerçeği vardır. Peki
senin imanının gerçeği nedir?' diye sorar. Haris,
`Kendimi dünyadan çekip kurtardım, geceyi uyanık geçirdim,
gündüzümü susuz geçirdim. Sanki Rabbimin arşını
seyrediyorum. Cennet ehlinin birbirlerini ziyaret edişlerini,
cehennem ehlinin çekişmelerini görür gibi oluyorum' diye
cevap verir. Peygamberimiz üç defa `Ey Haris, bilmişsin, bu
durumunu sürdür' der. Peygamberimizin bu arkadaşı,
duygularını tasvir eden, bu duyguların ötesindeki
davranış ve hareketlere işaret eden durumunu
anlatmış, Peygamberimiz de -Allah ondan razı olsun-
onun içinde bulunduğu ruh halini kavradığına
şahitlikte bulunmuştur. Rabbinin arşını
seyreder gibi olan, cennet ehlinin birbirlerini ziyaret
edişlerini, cehennem ehlinin çekişmelerini adeta gözleriyle
gören biri, sadece görmekle yetinmeyecektir elbette. Tüm
hareketlere yön veren, her davranışını
etkileyen bu güçlü ve kuşatıcı duyguların
ışığında yaşayacak, onlarla birlikte
hareket edecek, davranışlarında bu duygular etkin
olacaktır. Bütün bunlar, uyanık geçirdiği
gecesinin, susuz geçirdiği (oruçla geçirdiği) gündüzünün,
açıktan açığa Rabbinin arşını
seyredişinin yanında yaşadığı bir lütuftur...
İman gerçeğine büyük bir ciddiyetle bakmak gerekir.
İmanın sadece dille söylenen, bunun yanında
yaşanamayan, realite tarafında yalanlanan, kaypak bir
kavram olmaması için bu ciddiyet zorunludur. İman
konusunda titizlik demek, kaypaklık demek değildir. iman
gerçeğinin ciddiyetinin bilincinde olmak daha öncelikli bir
gerekliliktir. İman düşüncesinde titizlik de kaçınılmazdır.
Bu düşüncenin özellikle, cahiliye tarafından istila
edilen ve cahiliyenin iğrenç ve pis boyasıyla boyanan
realite dünyasında bu dini yeniden inşa etmek için
harekete geçen mü'min kitlenin gönlünde yer etmesi kaçınılmazdır.
Bundan sonra surenin akışı, mü'minlerin hakkında
birbirleriyle çekiştikleri ve Ubade b. Samit'in büyük bir
içtenlikle, açık seçik belirttiği gibi kötü davranışlarda
bulundukları ganimetlerin ele geçirildiği savaştan
söz etmeye başlıyor. Bu savaşta meydana gelen
olayları, savaşın geçtiği şartları,
onların konumlarını ve savaş
karşısında içlerinde geçen duyguları
anahatlarıyla sunuyor. Bu sunuşla, onların
Allah'ın kaderine perde olmaktan öteye geçmedikleri, savaşta
meydana gelen tüm olayların -hakkında çekiştikleri
ganimetler de dahil olmak üzere- elde edilen tüm sonuçların
sadece Allah'ın kaderi, yönlendirmesi, planlaması,
yardımı ve desteğiyle meydana geldiği
anlaşılıyor. Savaş nedeniyle onların
kendileri için arzuladıkları sonuç ise, son derece
küçük ve sınırlı bir sonuçtur. Yüce Allah'ın
yerde ve gökte hakla batılı ayırıcı gün
olarak adlandırılan bu büyük olayla onlar için, yine
onlar aracılığıyla dilediği sonuçla
mukayese edilemez. Hakla batılın
ayrıldığı günde geçen bu büyük olayla,
yeryüzündeki insanlar ve bütünüyle insanlık tarihi
uğraştığı gibi, yüceler alemi de meşgul
oldu. Bu arada onlardan bir grubun istemeden savaşa çıktığı
aynı şekilde bir grubun da ganimetlerin
paylaşımından memnun olmadığı ve
birbirleriyle çekişmeye daldığı
hatırlatılıyor. Amaç, gözlerinin önünde cereyan
eden, hoşlanmadıkları ya da sevdikleri şeyleri
görmelerini sağlamak ve bunların yüce Allah'ın
dilediği ve emriyle yerine getirdiği şeylerin
yanında hiçbir değere sahip
olmadıklarını göstermektir. Kuşkusuz yüce
Allah işlerin sonucunu bilir.
DENGELİ PAYLAŞIM
Yüce Allah nerelere harcanacağını daha sonra
belirtilecek olan beşte bir kısmı
dışında Peygamberin -salât ve selâm üzerine
olsun- aralarında eşitçe paylaştırması için
ganimetler üzerindeki mülkiyeti, Allah ve Resulüne veriyor.
Bunun amacı mü'min kitlenin gönlünü her türlü ganimet
duygusundan arındırmak,ganimetler hakkında
aralarında başgösteren çekişmeye engel olmak ve
ganimetler üzerindeki tasarruf yetkisini Allah'ın gösterdiği
şekilde Peygamber'e vermektir. Böylece gönüllerde
ganimetlere ilişkin olarak herhangi bir
kırgınlık kalmamış olur. Ganimetleri
toplayan, ancak paylaşma sırasında
başkalarıyla aynı düzeyde tutulan gençlerin
gönüllerinde yer eden olumsuz düşünceler giderilmiş
olur.
Sonra yüce Allah, gerek ganimetler konusunda olsun, gerekse
ganimetlerin dışında olsun, yüce Allah'ın seçtiği
şeyin daha hayırlı olduğunu, insanların
sadece görebildikleri şeyleri bilebildiklerini,
gaybınsa onlara kapalı olduğunu anlamaları için
onların kendileri için istediği sonuçtan ve Allah'ın
onlar aracılığıyla onlar için dilediği
sonuçtan oluşan bu örneği veriyor. Gözlerinin
önündeki pratik hayatlarından veriyor bu örneği.
Ganimetlerini bölüştükleri savaşı örnek
veriyor. Bu savaşta kendileri için ne istemiş?
İşte böylece onların istediği şeyle
Allah'ın istediği şeyin birbirlerinden ne kadar
uzak olduğunu öğrensinler. Kuşkusuz bu,
aslında daha kapsamlı, görüş ve düşüncenin
boyutlarını aşan, gözkamaştırıcı
bir mesafedir.
|
|
O |
|
O |
|