O |
En´am
|
O |
|
73- Gökleri ve yeri gerçeğe dayalı olarak yaratan
O'dur. Her şey ' `Ol " dediği gün oluverir. Sözü
gerçektir. Sur'a üflendiği gün, egemenlik O'nun
tekelindedir. O gizli-açık her şeyi bilir, O hikmet
sahibidir ve her şeyden haberdardır.
"Varıp huzurunda toplanacağınız O'dur."
Kuşkusuz alemlerin Rabbine teslim olmak hem zorunlu, hem
de gereklidir. Çünkü yaratıklar O'nun huzurunda
toplanacaktır. O halde meydana gelmesi kesin olan toplanma gününde
kendilerini kurtaracak şeye yönelmeleri, önünde sorumlu
olarak dikilmeden önce, bugün tüm alemlerin teslim olduğu
zata teslim olmaları daha iyidir. Böylece bu gerçeği (Allah'ın
huzurunda toplanma gerçeğini) düşünmek, daha baştan
teslim olmak duygusunu uyandırıyor. Nasıl olsa sonuçta
teslim olmaktan kaçınmanın imkânı yoktur.
"Gökleri ve yeri gerçeğe dayalı olarak yaratan
O'dur."
Bu da başka etkenleri barındıran diğer bir
gerçektir. Buna göre kendisine teslim olmakla emr olundukları
yüce Allah, göklerin ve yerin yaratıcısıdır.
Yaratan, yarattığına sahip olan, egemen olan, hükmeden
ve dilediği gibi tasarrufta bulunandır. O, gökleri ve
yeri "hakk'a göre yaratmıştır. Bu
yaratılışın dayanağı haktır. Bu
ayet, felsefenin, özellikle de Eflatunculuk ve idealizmin evren
hakkında söyledikleri "algılanan bu alem,
aslında bir kuruntudan ibaretti ve gerçek bir varlığı
söz konusu değildi" gibi saçma fikirlerini çürütüp
bu tür düşünceleri düzelttiği gibi, evrenin
yapısında ve hareketlerinde aslolanın `hak"
olduğunu da bildirmektedir. İnsanların
sığındıkları gerçek, varlığın
fıtratında ve tabiatında gizli gerçeğe
dayanmaktadır. Böylece ürpertici bir güç haline
gelmektedir. Evrenin yapısında uzantısı
bulunmayan batılın buna karşı koyması
artık mümkün değildir. Batıl, yerden
koparılmış, köksüz kötü bir ağaç gibidir.
Köpük gibi atılır gider. Çünkü hak gibi evrenin yapısında
bir temele dayanmamaktadır. Kuşkusuz bu, son derece
önemli bir gerçektir, etkin olduğu kadar derindir de.
Bir müminin (kişisel olarak kendi
sınırları içinde) sahip olduğu hakkın
varlık aleminin yapısındaki büyük gerçeğe
bağlı olduğunu düşünmesi, (nitekim bir
ayette şöyle denmektedir: "Bu, Allah'ın hak
olmasındandır." (Lokman Suresi: 30) Aynı
zamanda varlık alemindeki gerçeğini de yüce Allah'ın
zatındaki gerçeğe bağlı olduğunun
bilincinde olması. Evet, bu gerçeği, bu ürpertici
şekliyle kavrayan bir mümin, ne kadar büyüklenirse
büyüklensin, ne kadar şişinirse şişinsin,
istediği kadar azgınlaşsın,
zorbalaşsın, istediği kadar işkence yapabilsin
yine de batılı, varlık içinde sonradan beliren bir
kabarcıktan öte bir şey olarak görmez. Ne bir kök ne
de uzantısı söz konusudur. Pek yakında sönüp
gidecektir. Bu, varlık içinde hiç olmamış gibi
yok olacaktır.
Nitekim mümin olmayanların duyguları da bu gerçeği
düşünmekten ürperiyor. Teslim olup tevbe ediyorlar.
Her şey "Ol" dediği gün oluverir."
İşte bu, her şeye gücü yeten otoritedir.
Dilediği gibi yaratan, yoktan var eden, istediğini
ortadan kaldırıp yerine başkasını getiren,
dilediği gibi değişiklik yapan serbest iradedir. Bu
gerçeğin burada sunulması, mümin gönüllerde inanç
yapısının oturtulması operasyonunun bir parçası
olmakla beraber, her şeyi hakk'a göre yaratan, birşeye
`Ol' dediğinde hemen `oluveren' alemlerin Rabbine teslim
olmaya çağırılanların gönüllerinde de
duygulandırıcı etkiler bırakmaktadır.
"Sözü gerçektir."
İster her şeyi onunla yarattığı `Ol,
der o da olu verir' sözü olsun, ya da sadece kendisine teslim
olunmayı emrettiği sözü olsun veya kendisine teslim
olduklarında insanlar için kanun koyduğu sözü olsun
yahut geçmişten, şimdiki zamandan, gelecekten,
yaratmadan, yoktan var etmeden, huzurunda
toplanılacağı günden ve o gün gerçekleşecek
cezadan haber veren sözü olsun fark etmez.
Bütün bu saydıklarımıza ilişkin sözleri
gerçektir. O halde ne yarar ne de zarar dokundurmaya güçleri
yetmeyen yaratıkları O'na ortak koşanlar ve nereden
gelirse gelsin O'ndan başkasının sözüne, varlığına
ilişkin yorumuna, hayat için koyduğu yasalara
uyanların sadece O'na teslim olmaları çok daha iyidir.
Sur'a üflendiği gün egemenlik O'nun tekelindedir.
Bu günde, toplanma gününde.. Sur'a üfleneceği günde...
Bu günde insanların mahiyetini bilmediği bir
şekilde diriliş ve meydana gelme olayları gerçekleşecektir.
Bunlar, yüce Allah'ın kendine özgü kıldığı
`gayb'ın kapsamına girmektedirler. Sur'un kendisi de
mahiyeti, hakikatı ve ölülerin karşılık
vermesi açısından `gayb'ın
sınırları içine girmektedir. Tercih edilen
rivayetler bu konuda şöyle diyorlar: Bu, bir melek tarafından
üflenen nurdan bir borudur. Kabirlerde olan herkes işitir ve
dirilmeye başlar. Bu, ikinci üflemedir. Birincide ise, yüce
Allah'ın dilediklerinin dışında göklerde ve
yerde bulunan her şey yok olur. Nitekim Zümer suresinde yer
alan bir ayette şöyle denmektedir: "Sur'a üflenince,
Allah'ın dilediğinin dışında, göklerde
ve yerde bulunanların hepsi düşüp ölür. Sonra sur'a
bir daha üflenince hemen ayağa kalkıp
bakışıp dururlar." (Sümer Suresi: 68)
Sur'a ilişkin bu nitelendirmeler ve üflemenin etleri hakkındaki
haberlerden kesinlikle anlıyoruz ki, bu, insanların
şu yeryüzünde ellerinde bulundurdukları ve düşündükleri
şeylerden tamamen farklı bir özelliğe sahiptir. Bu
yüzden o da Allah'a özgü `gayb'ın kapsamına
girmektedir. Yüce Allah'ın niteliklerinden ve etkilerinden
bildirdiği kadarıyla bilebiliriz. Bu miktarı
aşmamız söz konusu değildir. Bunun
dışında söylenenlerin güvenirliği ve
kesinliği söz konusu değildir ve artık söylenenler
zandan öteye geçmez.
İşte içinde sur'a üfleneceği böyle bir günde
-inkârcılar bile- açıkça gerçekleri göremeyen
körler dahi son derece belirgin bir şekilde hükümranlığın
tek başına Allah'a ait olduğunu, O'nun
otoritesinden başka bir otoritenin, O'nun iradesinden
başka bir iradenin söz konusu olmadığını
göreceklerdir. O halde, dünyadayken kendi istekleriyle O'na
teslim olmaktan kaçınanlar, Sur'a üflendiği günde
mutlak otoritesine teslim olmak zorunda kalmadan önce, daha bu
dünyadayken teslim olmaları çok daha yerinde bir davranış
olur.
`O gizli-açık her şeyi bilir.'
Şu görülen evreni bildiği gibi perde gerisindeki
gayb gerçeğini bilen, kulların hiçbir gizli işinden
habersiz olmayan, hiçbir durumlarını gözden kaçırmayan
yüce Allah'a teslim olmaları, O'na kul olup
sakınmaları daha iyidir. Bizzat bu gerçek işte böyle
hatırlatılıyor. Allah'a teslim olmayı kabul
etmeyen yalanlayanlara karşı
duygulandırıcı bir etken olarak sunuluyor.
"O hikmet sahibidir ve her şeyden
haberdardır."
Yarattığı evrenin, dünya ve ahirette sahip olduğu
kulların işlerini bir hikmete, bir bilgiye göre
yönlendirir. O halde, O'nun direktiflerine ve şeriatına
teslim olmaları, hikmetinin ve bilgisinin etkileriyle mutlu
olmaları, yalnızca O'nun yol göstericiliğine yönelmeleri,
ıssız çöllerden ve şaşkınlıktan
kurtulup, hikmet ve bilginin gölgesine, hidayet ve basiretin
himayesine sığınmaları daha yararlı
olacaktır.
İşte bu gerçek, akıllara ve gönüllere
ilhamlar akıtan etkenleri bu şekilde içermektedir...
HZ. NUH'DAN HZ. MUHAMMED (S.A.V)'E TEVHİD DAVASI
Bu ders uzunluğuyla beraber tek bir parçadan oluşmakta
ve birbirine bağlı birkaç bölümden oluşan tek
konuyu işlemektedir. Surenin ele aldığı
başlıca konuya değinmektedir. Bu da, inanç binasını,
ilâhlık ve kulluğun gerçek mahiyetlerini ve ikisinin
arasındaki ilişkinin mahiyetini kapsamlı bir
bilgiye dayandırmaktan ibaretti. Ancak konu, bu sefer surenin
başından beri takip edilen üslûbun dışında
bir üslûpla ele alınmaktadır. Konu işlenirken,
hikâye tarzı bir anlatıma başvurulmakta,
ardından bir değerlendirmeye tabi tutulmaktadır.
Bunun yanında surede de yoğun bir şekilde yer alan
duygulandırıcı etkenlere de
başvurulmaktadır. Bunlar arasında tüm çizgileri
eksiksiz bir şekilde sunulan sahne yer almaktadır. Bütün
bunlar, surenin önsözünde sözünü ettiğimiz peş
peşe gelen uzun ve düzenli solukta işlenmektedir
Bir bütün olarak ders, Hz. Nuh'dan başlayıp,
Peygamberimiz (s.a.v)'e kadar süren iman kafilesini sunmaktadır.
Kafilenin başında da Allah'ın salih
kullarından bir kul olan Hz. İbrahim (Allah'ın selâmı
üzerine olsun) fıtratında belirdiği şekilde
ilâhlık gerçeği sunulmaktadır. Böylece,
çevresindeki cahiliye sapmaları ve düşünceleriyle
çarpışırken, bir yandan da gerçek ilâhını
araştıran ve onu kendi içinde bulan bozulmamış
fıtratın gerçek olduğu kadar, insanı
ürperten bir tablosu çizilmektedir. Fıtratın
derinliklerinde beliren şekliyle gerçek ilâhına
ilişkin doğru bir düşünceye kavuşmaktadır.
Bu düşünce, gözle görülen ve algılanan
kanıtlardan çok daha güçlü ve daha kalıcı olan
iç dünyasının derinliklerinde yer alan kanıtlara
dayanmaktadır. Ayetlerin akışı, gerçek
Rabbine yönelişinden ve ona ilişkin gönlünde hissettiği
kanıtla tatmin oluşundan sonra İbrahim Peygamberin
(selâm üzerine olsun) durumunu söz konusu etmektedir:
-Kavmi onunla tartışmaya girişti, bunun üzerine
onlara de ki; "Allah beni doğru yola iletmişken
sizler, O'nun hakkında benimle tartışmaya mı
kalkışıyorsunuz? Ben O'na koştuğunuz
ortaklardan korkmam. Meğer ki, Rabbim hakkımda bir
şey dilemiş olsun. Rabbimin bilgisi her şeyi
kuşatmıştır. Halâ düşünmüyor
musunuz?"
"Sizler Allah'ın hakkında size hiçbir kanıt
indirmemiş olduğu putları O'na ortak koşmaktan
korkmazken, ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan
nasıl olur da korkarım? Eğer biliyorsanız, söyleyin
bakayım, bu iki gruptan hangisi güvenli olmaya daha lâyıktır?"
Sonra ayetlerin akışı, asırlar boyu
gelmiş geçmiş peygamberlerden oluşan şerefli
kafilenin önderlik ettiği iman kervanıyla birlikte
yoluna devam ediyor. Böylece, Allah'a ortak koşanların
şirki, Rabblerinden gelen mesajı yalanlayanların
yalanı ciddiyetten uzak bir saçmalık olarak beliriyor.
Birbirinden kopmadan yoluna devam eden kervanın yanında
darmadağın bir durum sergiliyor. Bu
kervanın
başı ile sonu birbiri ile bütünleşmiş ve tek
bir ümmeti oluşturmuştur. Öncekilerin uyduğu yol
göstericiliğe sonrakiler de uyuyor. Hem de zaman ve mekân
farkını dikkate almadan, ırk ve ulus
farklılığını ölçü edinmeden, soy ve
renk ayırımına itibar etmeden... Çünkü, onları
birbirine bağlayan ip, şu şerefli kafilenin
taşıdığı biricik dindir.
Bu ulu kervanın sunulmasından sonra, yüce Allah'ın
seçkin Peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) yönelik
sözlerinde olağanüstü bir sahne de ortaya çıkmaktadır.
-İşte bu Allah'ın doğru yoludur,
dilediği kullarını ona iletir. Eğer onlar da
Allah'a ortak koşsalardı, yapmış
oldukları bütün iyilikler boşa giderdi.
-Bunlar kendilerine kitap, egemenlik ve peygamberlik
verdiğimiz kimselerdir. Eğer şu adamlar
bunları inkâr ederlerse onlara, kendilerini inkâr etmeyen
başka bir topluluğun desteğini sağlarız.
-İşte onlar Allah'ın doğru yola
ilettiği kimselerdir. Sen de onların yolunu izle ve de
ki; "Ben bu Kur'an'a karşılık sizden hiçbir
ücret istemiyorum, O bütün alemlere yönelik bir hatırlatmadan
başka bir şey değildir."
Bu ulu kervan sunulduktan sonra, yüce Allah'ın bir
peygamber göndermediğini ve herhangi bir insana hiçbir
zaman kitap indirmediğini ileri sürenlere yönelik bir kınama
yer almaktadır. Bunlar Allah'ı gereği gibi
değerlendirememişler. Gerçekten de `yüce Allah'ın
insanları, nefisleri, akılları ve ondan kaynaklanan
arzuları, ihtirasları, zaaf ve kusurlarıyla
baş başa bıraktığını söyleyebilen
biri, Allah'ı gereği gibi tanıyamamış
demektir. Böyle bir durum yüce Allah'ın ilâhlığına,
Rabblığına, ilim ve hikmetine, adalet ve rahmetine
yakışmaz. Yüce Allah'ın rahmeti, ilmi ve adaleti
kullarına peygamber göndermeyi, peygamberlerinden kimisine
kitap indirmeyi, böylece insanları
yaratıcılarının yoluna yöneltmeye çalışmalarını,
fıtratlarının üzerine çöken, hakka açılan
pencerelerini tıkayan, içindeki alıcı ve verici
aygıtlarını işlemez hale getiren tozlardan
arındırmaya çalışmalarını
gerektirmiştir. Bu arada Musa'ya (Allah'ın selâmı
üzerine olsun) indirilen kitapla birlikte kendisinden önce gelmiş
tüm kitapları doğrulayan şu kitap örnek
verilmektedir.
Birbirine bağlı bölümlerden oluşan bu uzun
ders, Allah'a iftira edenlerin davranışının,
Allah tarafından kendisine vahiy geldiğini ileri sürenlerin
iddiasının ve Allah'ın indirdiği kitaba benzer
bir kitap indirebileceğini söyleyenlerin, bu davranışlarının
iğrençliğini gözler önüne sermekle son bulmaktadır.
Bu tür iddiaları, İslâm çağrısıyla
karşı karşıya kalanların kimisi ileri sürmüştü.
Bazısı vahiy aldığını,
bazısı da peygamber olduğunu iddia etmişti.
En sonunda müşriklere ilişkin insanın içini
karartan bir sahne yer almaktadır.
Zalimleri ölümün pençesinde çırpınırken ve
melekler ellerini uzatıp "Haydi verin
canınızı, Allah hakkında söylemiş
olduğunuz asılsız, yakışıksız sözlerden
ve O'nun ayetlerine karşı kibirlenmelerinizden
dolayı bugün onur kırıcı bir azaba çarptırılacaksınız"
derlerken görmelisin!
Tıpkı ilk yarattığımızda
olduğu gibi bize yine yalnız başınıza
geldiniz, size vermiş olduğumuz her şeyi
arkanızda bıraktınız, üzerinizde etkili
ortaklarımız olduklarını
sandığınız aracılarınızı
yanınızda görmüyoruz, aranızdaki bütün bağlar
kopuverdi, ortağımız sandığınız
ilâhlar sizden uzaklaşıp kayıplara
karıştı.
Bu, son derece sıkıntı verici, iç karartıcı
ve korkunç bir sahnedir. Allah'a karşı büyüklenmenin,
mesajından yüz çevirmenin, iftira edip yalanlamanın
cezası olarak küçümseme, ayıplama ve azarlama öne çıkmaktadır
sahnede.
|
|
O |
|
O |
|