İSLÂM İNANCININ NETLİĞİ
51- Rabblerin huzurunda toplanacaklarından korkanları
Kur'an aracılığı ile uyar. Onlar için Allah dışında
bir dost ya da aracı yoktur. Ola ki, günahlardan sakınırlar.
52- Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek
sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma,
onların hesabından sana ve senin hesabından onlara
bir şey düşmez ki, bu yüzden onları kovarak
zalimlerden olasın.
53- Kendini beğenmişler "Allah'ın
aramızdan seçerek lütfuna lâyık gördükleri bunlar mıdır?"
desinler diye biz onları işte böylece sınavdan geçirdik.
Allah şükredenleri herkesten iyi bilen değil mi?
54- Ayetlerimize inananlar sana gelince onlara de ki: ' `Selâm
size, Rabbiniz merhametliliği üzerine görev yazdı,
buna göre içinizden kim bilmeyerek bir kötülük işler de
arkasında tevbe edip kendini ıslâh ederse, hiç kuşkusuz,
Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.
"
55- Günahkârların yolu açıkça belli olsun diye
ayetlerimizi, işte böyle, ayrıntılı biçimde
anlatıyoruz.
Bu, İslâm inancının izzetini, sahte yeryüzü
değerlerine karşı üstünlüğünü, basit beşeri
ilgilerden uzaklığını göstermektedir.
Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bu dini,
süsten, yaldızdan, yeryüzü değerlerinin ihtiras ve
aldatıcılığından uzak bir şekilde
insanlara sunmakla emr olunmuştu. Aynı şekilde
dikkatini onlar arasında, bu davetten yararlanmak isteyenlere,
onlardan içtenlikle kabul edenlere yöneltmek. Allah'ın
tarafını isteyerek, gönüllerini Allah'a yöneltenleri
korumak, bundan sonra cahiliye toplumunun sahte değerlerinden
ve basit beşeri ilgilerden herhangi bir şey ölçü
edinmemekle emr olunmuştu.
Rabblerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları
Kur'an aracılığı ile uyar. Onlar için Allah dışında
bir dost ya da aracı yoktur. Ola ki, günahlardan sakınırlar."
Bununla Rablerinin huzurunda toplanacaklarından
korkanları uyar. O sırada Allah'dan başka bir
yardımcı ve onları kurtaracak bir aracı
bulamazlar. Bunun nedeni, onun izni olmaksızın Allah
katında hiçbir aracının aracılıkta
bulunamayacağıdır. İzinden sonra da O, yüce
Allah'ın haklarında aracılıkta
bulunmasını istediğinden başkası için
aracılıkta bulunamaz. Dolayısıyla
Allah'ın dışında bir dost ve
aracının söz konusu olmadığı böyle bir
günün korkusuyla kalpleri ürperenleri uyarmayı,
uyarıya kulak vermeyi ve ondan yararlanmayı daha çok
hak etmişler. Belki dünya hayatındayken ahirette
karşılaşacakları Allah'ın azabından
korunabilirler. Çünkü uyarı, gerçekleri ortaya çıkaran
bir açıklama olduğu gibi çeşitli ilhamlar
uyandıran bir etkendir de. Korktukları ve
sakındıkları şeyi ortaya koyan bir açıklama...
Kalplerini sakınmaya ve korunmaya yönelten bir etken...
Böylece kendileri için açıklama yapıldıktan
sonra sakındırıldıkları şeyleri
işlememiş olurlar.
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek
sabah, akşam O'na yalvarırlar?"
Şu, canlarını Allah yoluna koyanları,
sabalı akşam O'na kulluk etmeye, O'na dua etmeye yönelenleri,
O'nun yüce zatını isteyenleri, O'nun zatından ve
hoşnutluğundan başka bir şeye itibar
etmeyenleri kovma... Bu kendini Allah'a adama, sevgi ve edep
tavrıdır. Çünkü onlardan biri kulluk ve dua ile
Allah'dan başkasına yönelmez. Tamamen her şeyden
soyutlanmàdığı sürece Allah'ın
hoşnutluğunu istemez. Kalbi bütünüyle Allah
sevgisiyle dopdolu olmadığı müddetçe, yalnızca
Allah'ın hoşnutluğunu istemez. Allah'a
karşı takınması gereken edep tavrını
öğrenmeden, Allah için ve Allah ile yaşayan bir kul
olmadığı sürece, onun hoşnutluğunu
isteyerek kulluk ve dua ile yüce Allah'ı birlememiş
olur.
Hikâyenin özü şu; Arapların "eşraf"
takımından bir grup, Hz. Muhammed -salât ve selâm
üzerine olsun- fakirliklerinden dolayı üst başları
ter kokan Şuheyb, Bilal, Ammar, Habbab, Selman ve İbni
Mesud gibi kimsesiz fakirler, kucak açıyor diye İslâm
çağrısını kabul etmekten kaçınmışlardır.
Bu kimsesizlerin toplumsal konumları Kureyş'in
efendileriyle aynı mecliste oturmaya yetmiyordu. Bu yüzden
Kureyş'in eşraf takımı Hz. Peygamber'den,
bunları yanından uzaklaştırmasını
istediler. Fakat peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bunu
kabul etmedi. Bu sefer kimsesiz fakirler için ayrı bir
toplantı, eşraf takımı için de aralarında
şu kimsesiz fakirlerin yer almadığı ayrı
bir toplantı düzenlenmesini önerdiler. Böylece efendilerin
cahiliye toplumundaki ayrıcalıkları, özellikleri
ve üstünlükleri sürecekti. Bunun üzerine Hz. Peygamber de
İslâm'a girmelerini sağlamak amacıyla bu
isteklerini kabul etme düşüncesi uyanmaya başladı,
ancak Rabbinin kesin emri gelmişti:
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek
sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma."
Müslim Sa'd b. Ebi Vakkas'dan şöyle rivayet eder, Sa'd
diyor ki, "Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- yanında
altı kişi bulunuyordu. Müşrikler Peygambere -salât
ve selâm üzerine olsun- yanında bulunan şu
adamları uzaklaştır ki, bize karşı cüretkâr
davranmasınlar" dediler. Peygamberin yanında
bulunanlardan biri bendim, biri İbni Mesut, biri de Hüzeyl
kabilesinden bir kişi, biri de Bilal idi. Bir de isimlerini
hatırlayamadığım iki adam vardı. Bunun
üzerine Peygamberin gönlünde yüce Allah'ın geçmesini
istediği düşünce geçti ve kendi kendine konuştu.
Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek
sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma."
Bu eşraf takımı Peygamberi -salât ve selâm
üzerine olsun- meclisine ve himayesine aldığı
şu zayıf kimseler aleyhinde birtakım söylentiler
çıkarıyor, onları kınıyor, içinde
bulundukları fakirlikleri, zayıflıkları ve
efendilerin nefretine, İslâm'ı kabul etmeyişlerine
eden olan, Peygamberin meclisinde bulunmalarından ötürü kınıyorlardı.
Bunun üzerine yüce Allah bu konudaki kesin hükmünü bildirdi
ve iddialarını reddederek temelden çürüttü.
"...Onların hesabından sana ve senin
hesabından onlara bir şey düşmez ki, bu yüzden
onları kovarak zalimlerden olasın."
Onların hesabı kendilerine aittir, seninki de sana.
Onların fakir oluşları da rızık konusunda
belirlenen takdir gereğidir. Bu, Allah katındaki
hesaplarıdır. Bu konuyla senin bir ilgin yoktur.
Aynı şekilde senin fakir ya da zengin oluşun senin
Allah katındaki hesabındır. Onları
ilgilendiren herhangi bir şey söz konusu değildir. Bu
değerlerin iman sorunu ve onun derecesi üzerinde bir etkinliği
olamaz. Şayet fakirlik ve zenginlikten dolayı
onları meclisinden uzaklaştıracak olursan, bu
durumda Allah'ın ölçüsüyle ölçmemiş, onun
değerleriyle değerlendirmemiş olursun.
Dolayısıyla da bu zalimlerden olursun. Hiç kuşkusuz
Allah'ın peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- -Haşa-
zalimlerden biri olmaktan uzaktır.
Böylece cep fakiri ancak gönül zengini olanlar peygamberin
meclisindeki yerlerinde kaldılar. Toplumsal mevkileri düşük
ama Allah'la güç kazananlar, imanlarının sonucu elde
ettikleri ve sırf O'nun zatını isteyerek Allah'a
yaptıkları duaların sonucu hak ettikleri
konumlarını korudular. Böylece İslâm'ın
ölçü ve değerleri yüce Allah'ın belirlediği
metoda uygun olarak yerleşmiş oluyordu.
Bunun üzerine İslâm'ı kabul etmekten kaçınan
müstekbirler -büyüklük taslayanlar- büyük bir nefretle
şöyle demeye başladılar: Nasıl olur da Allah
aramızda şu zayıf fakirleri iyilik için tercih
edebilir? Şayet Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
getirdiğinde bir hayır bulunsaydı, şu
fakirlerin bizim önümüze geçmeleri mümkün olmazdı.
Onlardan önce Allah bizi doğru yola iletirdi.
Dolayısıyla Allah'ın bizim gibi mevki, makam
sahiplerini bırakıp aramızda şu zâyıf
fakirlere iyilikte bulunması akla uygun değildir.
Kuşkusuz bu, yüce Allah'ın mal ve soyla büyüklenen,
bu dinin tabiatını insanlığa gösterdiği
aydınlık ufuklu yeni dünyanın mahiyetini
kavrayamayanlar için takdir ettiği bir fitneydi.
İnsanlık bu dünyada o gün için Arapların ve bütün
dünyanın yabancısı olduğu erişilmez
doruklara yükselmişti. Hiç kuşku yok ki, çeşitli
isim ve görünümler altındaki demokratik düzenler de buna
son derece yabancıdırlar.
"Kendilerini beğenmişler "Allah'ın
aramızdan seçerek lütfunu layık gördükleri bunlar mıdır?"
desinler diye biz onları işte
böyle
sınavdan geçirdik."
Kur'an'ın akışı, eşraf
takımının kınama amacına yönelik olarak
ifade ettiği soruya şu şekilde
karşılık vermektedir:
"Allah şükredenleri herkesten iyi bilen değil
miydi?"
Bu cevap, birçok işareti, birçok anlamlı imayı
kapsamaktadır. Öncelikle hidayetin yüce Allah'ın
doğru yola iletildikten sonra şükredeceklerini bildiği
kimseler, mükâfat olarak verdiği bir nimet olduğu
belirtilmektedir. Bununla beraber kulların şükrü
hiçbir zaman bu nimet için yeterli değildir. Ama yüce
Allah kulun çabasını kabul ediyor ve
karşılık olarak da eşi bulunmayan şu göz
alıcı mükâfatı veriyor.
Bir de iman nimetinin, beşeri cahiliye toplumlarında
yaygın olan basit yeryüzü değerlerinden herhangi
biriyle ilgisinin söz konusu olmadığı aksine
Allah'ın bu nimeti, karşılığında
şükredeceklerini bildiği kimselere özgü kıldığı
belirtilmektedir. Yoksa kişinin köle, zayıf ve fakir
oluşu önemli değildir. Cahiliye toplumlarıda
insanların büyüklenme gerekçesi yaptıkları basit
yeryüzü değerlerinin Allah'ın ölçüsünde yeri
yoktur.
Bunun yanısıra, Allah'ın lütfuna itiraz
edenleri, bu itirazlarının eşyanın hakikatine
ilişkin bilgisizlikten kaynaklandığı, bu lütfun
dağılışının kullardan hangisinin onu
hak ettiğine ilişkin yüce Allah'ın eksiksiz
bilgisine dayandığı, yoksa şu
itirazlarının cehaletten ve Allah hakkında
edepsizce davranmaktan başka bir şey
olmadığı belirtilmektedir.
Ayetlerin akışı Hz. Peygambere -salât ve selâm
üzerine olsun- Allah'ın peygamberi olarak İslâm'a
öncelikle girmek suretiyle lütfedilenlere, şu müstekbir ve
eşraf takımının alay ettiği kimselere ilk
önce selâm vermesini, yüce Allah'ın kendilerinden bilmeden
bir kötülük işleyen ardından tevbe edip iyi
davranışlarda bulunanın
bağışlanmasında somutlaşan rahmeti
üzerine aldığını onlara müjdelemesini
emrederek sürüyor:
ALLAH'IN MERHAMETİ GENİŞTİR
"Ayetlerimize inananlar sana gelince, onlara de ki; Selâm
size, Rabbiniz merhametliliği üzerine görev yazdı,
buna göre içinizden kim bilmeyerek bir kötülük işler de
arkasından tevbe edip kendini İslah ederse; hiç kuşkusuz,
Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir."
Bu iman nimetinden, hesapta kolaylıktan ve cezada
rahmetten sonra yeralan bir lütuftur. Öyle ki, yüce Allah,
ayetlerine inananlara merhamet etmeyi bir görev olarak üzerine
yazdığı şeyi duyurmasını
peygamberine emrediyor. Hattâ bu rahmet, tevbe edip ardından
ıslah oldukları zaman tüm günahların
bağışlanmasını kapsayacak düzeye ulaşıyor.
Nitekim bazıları cehaleti, günah işlemenin nedeni
olarak yorumlamışlar. Çünkü insan ancak cehaletten
dolayı günah işler. Buna göre hüküm tevbe ettiği
ve ardından kendini ıslah ettiği sürece kişinin
işlediği her kötülüğü kapsamaktadır. Bu
anlayışın hangisi olursa olsun günahdan tevbe
etmesi, ardından ıslah olması, yüce Allah'ın
bir görev olarak üzerine yazdığı merhamet sonucu,
bağışlanmanın nedeni sayan başka hükümlerce
de desteklenmektedir.
Surenin bu bölümünün sunulmasını tamamlamadan
önce, bu ayetlerin hangi şartlar altında indiğine
ilişkin olarak aktarılan bazı rivayetlere ve Kur'an
ayetleriyle birlikte bu rivayetlerin işaret ettiği, bu
dinin o gün için insanlığın hayatında gerçekleştirdiği
olağan-üstü değişimin hakikatine dönelim.
İnsanlık bugün dahi, önceleri ulaştığı,
sonradan kesin bir şekilde geriye dönüş
yaptığı bu erişilmez doruğun gerisinde
bulunmaktadır.
Ebu Cafer et-Taberi şöyle diyor: Bize Henad b. Sırri,
bize Ebu Zeyd, Esas'dan, Kardus es'Sa'lebi'den, o da İbn-i
Mesud'dan nakletti. Yanında Süheyb, Ammar, Bilal ve Habbab
gibi garip müslümanlar bulunduğu bir sırada
Kureyş ileri gelenlerinden bir grup peygamberin -salât ve
selâm üzerine olsun- yanına uğrayıp şöyle
dediler:
-Ya Muhammed, kavmin arasında bunlardan mı
hoşnud oldun? Bunlar mı Allah'ın aramızda lütufta
bulunduğu kimseler?.. Bunları yanından kov.
Şayet onları kovarsan sana uyabiliriz. Bunun üzerine
şu ayetler nazil oldu:
Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah,
akşam O'na yalvaranları yanından kovma,
onların hesabından sana ve senin hesabından onlara
bir şey düşmez ki, bu yüzden onları kovarak
zalimlerden olasın.
Kendini beğenmiş `Allah'ın aramızdan seçerek
lütfuna layık gördükleri bunlar mıdır?' desinler
diye biz onları işte böyle sınavdan geçirdik.
Allah şükredenleri herkesten iyi bilen değil mi?"
Yine Taberi şöyle diyor: Bana, Hüseyin b. Amr, b.
Muhammed el-Ankazî anlattı: Bize babam anlattı: Bize
Esbat, Süddi'den anlattı, o da Ebu Said el Ezdi'den
anlattı. -Bu adam Ezd kabilesinin okur-yazarıydı- O
da Ebul Kunud'dan, Habbab'ın yüce Allah'ın şu sözü
hakkında.
Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah,
akşam O'na yalvaranları yanından kovma,
onların hesabından sana ve senin hesabından onlara
bir şey düşmez ki, bu yüzden onları kovarak
zalimlerde olasın.
Şöyle dediğini anlattı. Akra b. Habis Et-Temimi
ve Uyeyne b. Uyeyne b. Hısn el-Fizari gelip Peygamberi -salât
ve selâm üzerine olsun- Bilal, Süheyb, Ammar ve Habbab'la
birlikte bir grup garip mü'minlerin yanında otururken
buldular. Garip mü'minleri gördüklerinde küçümsediler. Sonra
Hz. Peygambere gelip şöyle dediler: Bizim için Arapların
üstünlüğümüzü görecekleri bir meclis ayırmanı
istiyoruz. Arap heyetleri yanına geldiklerinde bizi şu kölelerle
birlikte görmelerinden utanıyoruz. Bu yüzden yanına
geldiğimiz zaman bunları yanımızdan
kaldır. Biz ayrıldıktan sonra dilersen onlarla
birlikte otur. Hz. Peygamber "tamam" dedi. Onlar "öyleyse
bunu yazıp bize ver" dediler. Habbab diyor ki, Hz.
Peygamber, bir kâğıt getirmelerini ve yazmak üzere
Ali'yi çağırmalarını istedi. O esnada bir köşede
oturuyorduk. O esnada Cebrail şu ayeti getirdi:
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek
sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma,
onların hesabından sana ve senin hesabından onlara
bir şey düşmez ki, bu yüzden onları kovarak
zalimlerden olasın.
"Kendini beğenmişler `Allah'ın
aramızdan seçerek lütfuna layık gördükleri bunlar mıdır?'
desinler diye biz onları işte böylece sınavdan geçirdik.
Allah şükredenleri herkesten iyi bilen değil mi?"
Ardından:
"Ayetlerimize inananlar sana gelince onlara de ki; Selâm
size, Rabbiniz merhametliliği üzerine görev yazdı,
buna göre içinizden kim bilmeyerek bir kötülük işler de
arkasında tevbe edip kendini ıslah ederse, biç kuşkusuz,
Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir."
Bunun üzerine Hz. Peygamber kâğıdı elinden
bıraktı sonra da bizi çağırdı ve şöyle
dedi: "Selâm size, Rabbiniz merhametliliği üzerine
görev yazdı." Biz de onun yanında oturduk.
Kalkmak isteyince de kalktı ve yanımızdan
ayrıldı. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti
indirdi:
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek
sabah, akşam ona yalvaranlarla beraber sabret. Dünya bayatının
çekiciliğini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma."
(Kehf, 28)
Habbab diyor ki, bundan sonra Hz. Peygamber yanımızda
otururdu. Kalkması gereken saat gelince, kalkıp gitmesi
için önce biz kalkıp onu yalnız
bırakırdık. (İbni Kesir tefsirinde bu hadis
hakkında şu değerlendirmeyi yapmaktadır.
"Bu hadis gariptir. Çünkü bu ayet Mekke'de inmiştir.
Akra b. Habis ve Uyeyne ise Hicretten bir süre sonra müslüman
olmuşlardır "...Ben bu değerlendirmeye bir
anlam veremedim. Çünkü bu sözleri kesinlikle müslüman
olmalarından önce söylemişler. Müslümanken böyle
bir şey söyleyemezdi. Dolayısıyla bu rivayetle,
onların Hicretten bir süre sonra müslüman olmaları
arasında çelişki söz konusu değildir. Onlar sözleri
karşılık görmedi diye o gün İslâmdan yüz
çevirmişlerdi.)
Bundan sonra Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun-
onları gördüğü zaman selâmla başlar ve şöyle
derdi. "Ümmetimin içinde kendilerine selâm vermekle emr
olunduğum kimseleri var eden Allah'a hamd olsun."
Müslim'in sahihinde Aziz b. Amr'dan şöyle rivayet edilir.
Ebu Süfyan, Süheyb ve Bilal'e rastladı ve onlardan tiksindi.
Bunun üzerine onlar, "Allah'a andolsun ki, Allah'ın
kılıçları onun düşmanlarından intikam
almaktan alıkonmuş değildirler" dediler.
Habbab diyor ki; bunun üzerine Ebu Bekir "Bunları
Kureyş'in önderi ve efendisi için mi söylüyorsunuz"
dedi. Sonra da Hz. Peygambere gidip haber verdi. Resulullah,
"Ey Ebu Bekir, belki de onları
kızdırmışsın. Şayet onları
kızdırmışsan, kuşku yok ki, Allah'ı
kızdırmışsın demektir" buyurdu.
Bunun üzerine Ebu Bekir yanlarına gidip "Ey
kardeşlerim sizi kızdırdım mı?" dedi.
Onlar da "Hayır, Allah seni
bağışlasın, kardeşimiz" dediler.
İNANMIŞ İNSANLARIN DEĞERİ
Şu nasların üzerinde uzun uzadıya düşünmemiz
gerekir. Aynı şekilde bütün insanlık da buna
muhtaçtır. Kuşkusuz bu naslar sırf "insan
hakları" konusunda birtakım ilke, değer ve
teoriyi temsil etmemektedirler. Olay bundan çok daha büyük ve
boyutludur. Bu hükümler, insanlık hayatında fiilen gerçekleşmiş
olağanüstü bir olguyu, bu dinin tüm insanlık
bazında gerçekleştirdiği geniş boyutlu
değişimi temsil etmektedir.
Bir zamanlar insanlığın gerçek hayatlarında
ulaştıkları ufkun üzerindeki aydınlık
çizgiyi somutlaştırmaktadır... Her ne kadar
insanlık, bu dini takip ederek sağlam adımlarla yükseldiği
bu aydınlık çizgiden geriye dönüş
yapmışsa da, bu durum şu değişimin büyüklüğünden,
bir zamanlar gerçekleşen bu olgunun ululuğundan ve
insanlığın pratik hayatında fiilen çizilen bu
çizginin öneminden bir şey eksiltmez. Bu çizginin çizilmiş
olmasının ve bir zaman ona ulaşılmış
olmasının değeri, insanlığın bir
daha, tekrar ona ulaşmaya çalışmasındadır.
İnsanlık bir kere bu çizgiye ulaşmış
olduğuna göre bu onun gücü ve imkânı dahilindedir.
Çizgi, orada ufuklarda duruyor. İnsanlık da aynı
insanlık... Bu din de yine aynı dindir. Geride
kararlılık, güven ve kesin bir inanç kalıyor.
Bu hükümlerin değeri, o gün için insanlığa bütün
noktaları ve aşamalarıyla cahiliye
bataklığında yükselen bir çizgi
belirlemesindedir. İslâm, Arapları bu bataklıktan
çıkarmış, onları yükselttiği
erişilmez dorukların düzeyine ulaştırmıştır.
Yeryüzünde insanlığın elinden tutup bu
bataklıktan çıkararak ulaştıkları
zirveye yükseltecek bir konuma getirmiştir.
Bütün insanlık gibi Arapların, cahiliye döneminde
içinde yüzdükleri iğrenç bataklık ise,
Kureyş'in ileri gelenlerinin şu sözlerinde gayet açık
bir şekilde somutlaşmaktadır. "Ya Muhammed
kavmin arasında bunlardan mı hoşnud oldun? Bunlar
mı Allah'ın aramızda lûtufta bulunduğu
kimseler? Biz şimdi bunlara mı uyacağız? Kov
şunları yanından. Şayet onları kovarsan
belki sana uyarız"... Aynı şekilde Akra b.
Habis et-Temimi ve Uyeyne b. Hısn el-Fizarî'nin, Bilal,
Süheyb, Amman Habbab ve benzeri gariplerden oluşan
peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- arkadaşlarını
küçümsemelerinden ve Peygambere söyledikleri şu sözlerden
de iyice belirginleşmektedir: "Bizim için, Arapların
üstünlüğümüzü görecekleri bir meclis ayırmanı
istiyoruz. Arap heyetleri yanına geldiklerinde bizi şu kölelerle
birlikte görmelerinden utanıyoruz.
Burada cahiliye iğrenç görünümü, komik ölçüleri ve
basit değerleriyle belirginleşmektedir. Soy ve ırk
taassubu... Malı ve sınıfsal farklılıklar
gibi birçok değerler... Şu adamların bir
kısmı Arap değildi. Bir kısmı da
eşraf takımından değildi. Aralarında
servet sahibi bir kimse de yoktu. Her cahiliye toplumunda geçerli
olan günümüz cahiliye toplumlarının ırk, renk ve
sınıf çığırtkanlıkları
arasında bunların üzerine çıkamadığı
aynı değerler...
Bu, cahiliye bataklığı... Erişilmez dorukta
ise İslâm yer alıyor. İslâm şu komik
değerler, şu basit hedefler ve şu kof çığırtkanlıklar
için ölçüler koymaz. O gökten inmiştir, yerden
bitmiş değildir. Çünkü yeryüzü bataklığı
kendisidir. Şu garip, yeni ve ulu bitkiyi yetiştirmesi mümkün
olmayan bataklık. İslâm, buyrukları uygulanan bir
dindir. İlk uygulayan da Muhammed -salât ve selâm üzerine
olsundur. Kendisine gökten vahiy gelen, Allah'ın peygamberi
Muhammed... Bundan önce Haşimoğulları'nın gözdesi,
Kureyş'in zirvesi Muhammed... Sonra Ebu Bekir "şu
kullar" hakkındaki İslâm'ın buyruğuna
uyuyor. Allah'ın peygamberinin arkadaşı Ebu
Bekir... Evet şu kullar... Herkesin ve her şeyin
kulluğundan sıyrılıp
tek
başına
Allah'a kul olanlar. Nitekim yukarıda anlatılanlar bu
kullara ilişkindi...
Nasıl ki, cahiliyenin iğrenç bataklığı,
Kureyş'in ileri gelenlerinin sözlerinde, Akra ve Uyeyne'nin
düşüncelerinde belirmektedir ise, aynı şekilde
İslâm'ın erişilmez zirvesi de yüce Allah'ın
peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun yönelik buyruğunda
somutlaşmaktadır.
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek
sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma,
onların hesabından sana ve senin hesabından onlara
bir şey düşmez ki, bu yüzden onları
kovarak zalimlerden olasın."
"Kendini beğenmişler `Allah'ın
aramızdan seçerek lûtfuna layık gördükleri bunlar mıdır?'
desinler diye biz onları işte böylece sınavdan geçirdik.
Allah şükredenleri herkesten iyi bilen değil
midir?"
"Ayetlerimize inananlar sana gelince onlara de ki, `Selâm
size, Rabbiniz merhametliliği üzerine görev yazdı,
buna göre içinizdén kim bilmeyerek bir kötülük işler de
arkasından tevbe edip kendini ıslah ederse, hiç kuşkusuz,
Allah bağışlayıcıdır'
merhametlidir."
İslâm'ın bu erişilmez zirvesi, Peygamberi -salât
ve selâm üzerine olsun- "şu kullar"la olan
ilişkilerinde belirginleşmektedir. Muhammed b. Abdullah
b. Abdülmuttalip b. Haşim, -bundan başka- Allah'ın
Peygamberi, O'nun yarattıklarının en
hayırlısı ve hayatı şereflendiren
varlıkların en üstünü olduğu halde, yüce Allah'ın
onlarla konuşmaya selâmla başlamasını,
onların yanında sabretmesini, onlar kalkmadıkça
kendisinin kalkmamasını emrettiği peygamber...
Sonra bu zirve, "şu kulların" Allah
katındaki kendi konumlarına, kendi kılıçlarına
bakışlarında ve onları "Allah'ın
kılıçları" olarak
değerlendirişlerinde, İslâm'ın en
sıkıntılı günlerinde öne geçip İslâm'ı
kabul edişlerinden dolayı kendilerini saffın en ön
sıralarına geçirmelerinde belirginleşmektedir.
Yine fetih yılında müslüman olup Hz. Peygamber tarafından
bağışlanmış olmasından dolayı,
Ebu Sufyan'ı İslâm saffının gerisine ittikten
başka Kureyş'in bu ulusu ve efendisi hakkında sarf
ettikleri sözlerden dolayı onları azarlayan Ebu
Bekir'in arkadaşı Hz. Peygamber tarafından
"şu kulları" kızdırmaktan
sakındırmasında ortaya çıkmaktadır.
Çünkü böyle bir durumda Allah'ı
kızdırmış olacaktır. Aman
Allah'ım... Hiçbir değerlendirme bu olayı ifade
edecek düzeye ulaşamaz. Bizim de sadece aktarmak geliyor
elimizden Ebu Bekir gidiyor, Allah'ı hoşnut etmek için
o "kulları" hoşnut etmeye çalışıyor.
"Ey kardeşlerim yoksa sizi kızdırdım
mı?" diyor. Onlar da "Hayır kardeşim,
Allah seni bağışlasın" diyorlar.
Bu nasıl bir şeydir ki, insanlığın
hayatında bu derece dehşet verici bir şekilde gerçekleştirmiştir?
İnsanların pratik hayatlarında tamamlanan bu derin
inkılab nasıl bir şeydir?.. Yeryüzü aynı
yeryüzü, ortam aynı ortam, ekonomi aynı ekonomi ve her
şey olduğu gibi yerli yerinde durduğu halde,
değerlerde, sistemlerde, duygu ve düşüncelerde aynı
anda meydana gelen bu değişim nedir acaba?..
İnsanlardan birine gökte vahiy geliyor. Bu vahiyde Allah katından
bir güç vardır. Üzerinde birikmiş tortuların
ötesinden hitab ediyor insan fıtratına. Şu
bataklıkta bocalayanlara yöneliyor. Onları yol boyunca
erişilmez doruklara, yükseğe, daha yükseğe, oraya
İslâm'ın katına çıkmaya teşvik ediyor.
Sonra insanlık bu erişilmez doruklardan geriye dönüyor
ve tekrar bataklığa yuvarlanıyor. Bir kez daha New
York'da, Washington'da, Chicago'da, Johannesburg'da ve
uygarlık (!) dünyasının bunlar
dışındaki diğer yörelerinde, o kokuşmuş
taassuplar, ırk ve renk taassupları hortluyor. Orada,
burada milliyetçilik, ırkçılık ve sınıfçılık
taassubu yükseliyor. Bu iğrenç taassupların kokusu da
hiç eksik olmuyor.
Ama İslâm orada, zirvede duruyor.
İnsanlığın ulaştığı o
aydınlık çizgiyi çizdiğinden beri... İslâm
orada yüce Allah'dan insanlığa yönelik bir rahmet
olarak duruyor. Olabilir ki, insanlık ayaklarını
çamurdan çıkarır, dikkatlerini topraktan kurtarıp
yukarıya yöneltir. Bir kez daha o aydınlık
çizgiyi görür. Yine bu dinin çağrısına kulak
verir, İslâm'ı takip ederek bir daha o göz alıcı
doruklara yükselir.
Bu tefsirde takip ettiğimiz metodun
sınırları içinde bu açıklamadan daha
fazlasını yapamıyoruz, uzun uzadıya üzerinde
duramıyoruz. Yalnız tüm insanlığı bu
ayetler ve anlamları üzerinde düşünmeye çağırıyoruz.
Bu çağrıyı insanlık tarihinde İslâm'ın
izinde cahiliyenin aşağılık
bataklığından, o erişilmez, göz alıcı
doruğa yükselirken belirginleşen o düzeyi görmeye
çaba sarf etmesi için yapıyoruz. Ancak insanlık göz
kamaştırıcı doruklara ulaştıktan
sonra, ruh ve inançtan yoksun "materyalist uygarlığın"
teşvikleriyle aşağılara doğru
yuvarlanmıştır. Aynı şekilde
Allah'ın hayat metodundan ve yol göstericiliğinden uzak
olarak insanın kendi kendine ortaya koyduğu tüm
deneyimler, ekoller, rejimler, hayat düzenleri, ideoloji ve düşünceler
başarısızlığa uğradıktan sonra
İslâm'ın yeniden onu nereye
ulaştıracağını kavramaya çalışmasını
istiyoruz. Evet, yukarıda saydıklarımız,
insanlığı yeniden o zirveye ulaştırmak,
insanın sahip olduğu haklarını bu denli parlak
bir şekilde garantilemek, bu müthiş inkılâbı
gerçekleştirirken gönüllere huzur akıtmak hususunda
başarısızlığa
uğramışlardır. Oysa İslâm, katliamlara
girişmeden, işkenceye başvurmadan, temel
özgürlükleri askıya alacak istisnai uygulamalara gerek
duymadan, korkusuz, telaşsız, kimseyi ezmeden, açlık
ve fakirliğe meydan vermeden, insanları koyduğu ve
içinde Allah'dan başka bazısının
bazısına kullukta bulunduğu,
aşağılık sistemlerin gölgesinde insanların
giriştiği değişikliklerde
karşılaşılan tipte bir engelle
karşılaşmadan insanlığı
değiştirmişti:
Burada, bu kadarı bizim için yeterlidir. Bizzat ayetlerin
fışkırttığı ve aydınlık gönüllere
akıttığı güçlü ve derin işaretler
yeterlidir.
YOLLARIN BELİRGİNLEŞMESİ
"Günahkârların yolu açıkça belli olsun diye
ayetlerimizi işte böyle, ayrıntılı biçimde
açıklarız."
Peygamberlik ve peygamberin tabiatını bu denli net ve
açık bir şekilde sunduğu gibi bu inancı her türlü
süsten, yaldızdan arındırmış bir
şekilde sunan, bu inancın insanlık hayatından
söküp atmak için geldiği değer ve ölçülerle, yerleştirmek
için geldiği değer ve ölçüleri birbirinden ayıran
bu bölümü sunar...
"Ayetlerimizi işte böyle ayrıntılı biçimde
açıklarız."
Böyle bir metod ve yol takip ederek böyle bir açıklama
ve ayrıntıya başvurarak... Bu
gerçek hakkında
bir kuşku ve bu konuda bir kapalılık
bırakmayan ayetleri açıklarız... Bundan sonra
mucize istemeye gerek kalmaz. Çünkü Kur'an'ın
akışında, şu örneği sunulan bu metod
aracılığıyla gerçek son derece açıktır,
konu gözler önündedir.
Bununla beraber, surenin içinde hidayet kanıtlarına
ve imanın belirtilerine ilişkin olarak geçen tüm ayrıntılar,
gerçeklere ilişkin tüm açıklamalar ve pratik hayata
ilişkin tüm mesajlar, yüce Allah'ın şu sözünün
kapsamına girmektedir. "Ayetlerimizi işte böyle
ayrıntılı biçimde açıklarız."
Bu kısa ayetin sonu ise:
"Günahkârların yolu açıkça belli olsun
diye!.."
Oldukça ilginç bir şey... Bu, Kur'an metodunun inanç ve
inançla hareket etmeye ilişkin stratejisini gözler önüne
sermektedir. Kuşkusuz bu metod, salih mü'minler yolunun açıkça
belli olması için sırf gerçeğin açıklanıp
ortaya konmasını amaçlamaz. Bunun yanısıra, günahkâr
sapıkların yolunun açıkça belli olması için
batılın açıklanıp ortaya konmasını
da amaçlamaktadır. Çünkü günahkârların yolunun açıkça
belli olması, mü'minlerin yolunun açık seçik belli
olması için bir zorunluluktur. Bu kural, yol ayrımını
belirleyen bir çizgi konumundadır.
Kuşkusuz bu hareket metodu, insanlığın
kendisiyle hareket etmesi için yüce Allah tarafından
belirlenen metoddur. Çünkü yüce Allah, gerçeğe ve hayra
ilişkin katışıksız inancın
oluşmasının karşıt tarafı,
batıl ve kötülüğü görmeyi, bunun katışıksız
batıl ve baştan sona kötülük olduğunu, aynı
şekilde bunun da katışıksız gerçek ve baştan
sona hayır olduğunu vurgulamayı gerektirdiğini
biliyor. Nitekim hak uğruna önce atılma gücü sırf
hak taraflarının kendilerinin haklı olduğunun
bilincinde olmasından kaynaklanmaz. Aynı şekilde
kendilerine düşmanlık besleyenlerin, kendileriyle
savaşa tutuşanların batıl ehli olduğunun
ve yüce Allah'ın bir başka ayette her peygambere
onlardan düşmanlar kıldığını
belirttiği suçluların yolunu takip ettiklerinin
bilincinde olmasından da kaynaklanır: "Böylece
her peygamber için suçlulardan bir düşman
kıldık." (Furkan: 31)
Böylece hem peygamberin hem de mü'minlerin gönüllerinde
kendilerine düşman olanların suçlular oldukları düşüncesinin
sağlam, açık ve kesin bir şekilde yer etmesi amaçlanmaktadır.
Küfrün, kötülüğün ve suçluluğun açığa
çıkarılması imanın, hayrın ve
iyiliğin netleşmesi için zorunludur. Suçluların
yolunun açık seçik belli olması ayetlere ilişkin
ilahı açıklamanın hedeflerinden biridir. Çünkü
suçluların konumları ve yollarına ilişkin
olarak beliren herhangi bir karanlık nokta ve kuşku, mü'minlerin
konumlarına ve yollarına yansır. Çünkü bunlar
birbirlerine karşı duran iki sayfa, birbirlerine
aykırı iki yoldurlar. Bu yüzden renklerin ve
çizgilerin açığa kavuşması kaçınılmazdır.
Bundan dolayı, her İslâm'ı hareketin mü'minlerin
yolunu ve suçluların yolunu belirlemekle işe
koyulması gerekmektedir. Mü'minlerin yolunu ve suçluların
yolunu tanımlamak ve mü'minlerin ayırıcı
özellikleriyle suçluların ayırıcı
özelliklerini belirlemekle başlamalıdır. Ama
realiteler dünyasında, teoriler dünyasında değil.
Böylece İslâm davasının mensupları, yollar
birbirine benzemeyecek, mü'minlerle suçlular arasındaki
işaret ve çizgiler birbirine girmeyecek şekilde mü'minlerin
yolu, hareket metodu ve belirtileri ile suçluların yolu,
hareket metodu ve belirtileri belirlendikten sonra çevrelerindeki
insanlardan hangisinin suçlu müşrik olduğunu
bilmiş olurlar.
İslâm Arap Yarımadası'nda müşriklerle
karşı karşıya geldiği günlerde bu
belirginlik ortaya konmuş ve bu netlik eksiksiz bir
şekilde gerçekleşmişti. Salih müslümanların
yolu Allah'ın peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- ve
beraberindekilerin yoluydu. Suçlu müşriklerin yolu ise
onlarla birlikte bu dine girmeyenlerin yoluydu. Bu belirgin ve
netliğin yanında, suçluların yolu açık, seçik
belli olsun diye Kur'an iniyor ve bu surede örnekleri geçtiği
şekilde yüce Allah ayetleri yanıtlı biçimde açıklıyordu.
İslâm'ın şirk, putperestlik, Allah
tanımazlıkta, semavi bir temele dayanmakla beraber
beşeri tahrifatların değiştirip bozduğu
değişik tahrif olmuş dinle
karşılaştığı sıralarda... Evet,
İslâm'ın bu gruplar ve akımlarla
karşılaştığı sıralarda salih mü'minlerin
yolu ile kâfir ve suçlu müşriklerin yolu açık açık
gözler önündeydi. Birbirlerine karışmalarına imkân
yoktu.
Ancak bugün için gerçek İslâmî hareketlerin karşı
karşıya kaldığı sorun, bunlardan hiçbiri
değildir. Sorun, müslüman sülalelerden gelen milletlerin,
Allah'ın dininin egemen olduğu ve onun
şeriatının hükmettiği zamanlarda İslâm
yurdu olan ülkelerin varlığında
somutlaşmaktadır. Sonra bu ülkeler ve milletler gerçek
İslâmî hayattan uzaklaştırıp isim olarak ilân
ediyorlar. İnanç açısından İslâmî din
olarak benimsediklerini sanmalarına rağmen inanç ve
realite olarak İslâm'ın prensiplerini inkâr ediyorlar.
Çünkü İslâm, Allah'dan başka ilâh olmadığına
şahitlik etmektir. Allah'dan başka ilâh bulunmadığına
şahitlik ise, yüce Allah'ın tek başına
evrenin yaratıcısı olduğuna ve orada
dilediği gibi tasarrufda bulunduğuna, kulların
ibadet kastı taşıyan
davranışlarını ve hayatla ilgili eylemlerini
sadece O'na sunacaklarına, kulların yasalarını
sadece ondan edineceklerine, hayatlarına ilişkin
konularda tek başına O'nun hükümlerine boyun eğeceklerine
inanmakta somutlaşmaktadır. Kim -bu anlamda- Allah'dan
başka ilâh bulunmadığına şahitlik
etmezse, hiçbir zaman şehadet getirmemiş ve İslâm'a
girmemiş demektir. Adı, lâkabı ve soyu ne olursa
olsun... Hangi bölgede -bu anlamda- Allah'dan başka ilâh
bulunmadığına şahitlik etme gerçeği gerçek:eşmezse,
o bölge hiçbir zaman Allah'ın dinini din edinmemiş ve
asla İslâm'a girmemiş demektir.
Bugün yeryüzünde isimleri müslüman ismi, kendileri de
müslüman bir sülaleden gelen milletler vardır. Yine bir
zamanlar İslâm yurdu olan birtakım ülkeler vardır.
Ancak bu milletler, günümüzde -bu anlamda- Allah'dan başka
ilâh bulunmadığına şahitlik etmedikleri gibi
bu ülkeler de, bu anlamın gereği olarak günümüzde
Allah'ın dinini din edinmiyorlar...
İşte gerçek İslâmî hareketlerin bu ülkelerde
bu milletlerle karşılaşırken önüne çıkan
büyük zorluk budur. Bu hareketlerin karşı
karşıya kaldığı en büyük zorluk bir
yandan "Allah'dan başka ilâh yoktur" ilkesinin ve
İslâm'ın anlamının etrafını,
diğer yandan şirk ve cahiliye anlamlarının
etrafını kuşatan belirsizlik, kapalılık
ve karışıklıktır.
Bu hareketlerin karşı karşıya
kaldığı en büyük zorluk salih müslümanların
yolu ile suçlu müşriklerin yolunun açık açık
belli olmaması, işaret ve özelliklerin karışması,
isim ve sıfatların birbirine girmesi, yolların
ayrılış noktasını seçemeyecek kadar bir
şaşkınlığın egemen
olmasıdır.
İslâmî hareketlerin düşmanları bu gediği
çok iyi biliyorlar. Bu yüzden gediğin biraz daha
genişlemesi, sorunun laçkalaşması, birbirine girip
karmakarışık olması için yoğun çaba
sarf etmektedirler. Öyle ki, gerçek sözü açıkça
söylemek insanı, alnından ve ayaklarından
bağlayan bir töhmete düşürür. "Müslümanları
tekfir ediyorlar" töhmetine... İslâm ve küfür
konusunda hüküm verme, bu konuda insanların örf ve
geleneklerine başvurma sorununa dönüşür, yüce Allah'ın
ve peygamberinin -salât ve selâm üzerine olsun- sözlerine değil.
İşte en büyük zorluk budur. Her nesilden Allah
davasının taraftarlarının aşması
zorunlu olan bir engeldir bu.
İnsanları Allah'ın yoluna davet edenler, gerçek
kesin sözü söyleme konusunda uzlaşmaya,
yağcılığa yeltenmemelidirler. İçlerinde
bir korku ve endişe duymamalıdırlar.
Kınayanın kınamasından ya da "Bakın,
müslümanları tekfir ediyorlar" diye bağıran
çığırtkanlardan etkilenmemelidirler.
Kuşkusuz birtakım aldanmışların
sandığı gibi İslâm'ın böyle bir
ciddiyetsizlik, bu tür bir cıvıklıkla ilgisi
yoktur. İslâm açık seçik ortadadır, küfür de
öyle... İslam vurguladığımız anlamda
Allah'dan başka ilâh bulunmadığına
şahitlik etmektir. Kim bu şekilde şahitlik etmezse
ve onu hayatta bu şekilde uygulamazsa, onun hakkındaki
Allah ve peygamberinin hükmü şudur: Bu adam kâfirdir
zalimdir, fasıktır, suçludur...
"Günahkârların yolu açıkça belli olsun diye
ayetlerimizi, işte böyle ayrıntılı biçimde
açıklıyoruz."
Evet, Allah'a davet edenler bu engeli aşmak
zorundadırlar. Bütün enerjilerini, bir şüpheye kapılmadan,
bir kapalılığa takılmadan ve
karışıp ciddiyetini kaybetmeden Allah yolunda
harcamaları için vicdanlarında bu açıklığı
gerçekleştirmelidirler. Çünkü kendilerinin kesin olarak
müslüman olduklarına, yollarına çıkanların,
engel olanların, insanları Allah'ın yolundan
alıkoyanların suçlular olduklarına içtenlikle
inanmadıkları sürece bütün enerjilerini davâ uğruna
harcayamazlar. Bu işin bir iman-küfür meselesi olduğuna,
kendileriyle milletlerinin yol ayrımında
olduklarına, kendileri bir inanç sistemine milletlerinin başka
bir inanç sistemine, kendilerinin bir dine, milletlerinin bir başka
dine mensup olduklarına kesin bir şekilde
inanmadıkları sürece yolun zorluklarına
direnmeleri, dayanmaları mümkün olmayacaktır:
"Günahkârların yolu açıkça belli olsun diye
ayetlerimizi, işte böyle ayrıntılı biçimde
açıklıyoruz."
... Ve hiç kuşkusuz ulu Allah doğru söylüyor.
İLAHLIK GERÇEĞİ
Bu mesajda yeniden "ilâhlık gerçeği"ne dönülmektedir.
Peş peşe gelen ayetlerin akışı içinde
yeralan, geçen dalgada da "Peygamberlik ve Peygamber"
gerçeği yer alınıştı. Geçen bölümün
sonunda anlattığımız gibi, suçluların
yolu ile müminlerin yolunun açıklanması da ayetlerin
akışında ele alınmıştı.
Bu mesajda, "ilâhlık gerçeği" birçok
taraftan belirginleşmektedir. Kur'an ayetlerinin
sunuluşu esnasında ayrıntılı bir
şekilde açıklamadan önce bunu burada özetleyelim!
Bu gerçek, Resulullah (s.a.s)'ın gönlünde belirginleşmektedir.
Çünkü O, içinde Rabbinden sunulmuş bir kanıt
buluyordu. Ve ona pürüzsüz inanıyordu.
Yalanlayanların yalanlaması onu sarsmıyordu. Bu yüzden
kendisini tamamen Rabbine adıyordu. Onların
sapıklığından ve kendisinin doğru yolda
oluşundan emin olarak kavmine karşı kesin
tavrını takınıyordu.
-De ki; "Sizin Allah dışında
yalvardığınız ilâhlara tapmak bana yasaklandı."
De ki; "Ben sizin keyfi arzularınıza uymam, uyarsam
sapıtmış, doğru yolda gidenlerden
olmamış olurum."
-De ki; "Ben Rabbimden gelen kesin bir delile
dayanıyorum, siz ise onu yalanladınız. Bir an önce
gerçekleşmesini istediğiniz azap da benim yetkimde
değildir. Egemenlik Allah'ın tekelindedir. O gerçeği
açıklar ve O ayırd edici hükmü verenlerin en hayırlısıdır."
"İlahlık gerçeği, yalanlayanlara
karşı yüce Allah'ın süre tanımasında ve
yalanlamaları durumunda -evrende yürürlükte olan sünneti
uyarınca- azap etmede acele etmemek için maddi isteklerine
karşılık vermeyişinde
belirginleşmektedir. Kuşkusuz yüce Allah bu isteklerini
yerine getirebilirdi. Ayrıca meydana gelmesini
sabırsızlıkla istedikleri şey Resulullah
(s.a.s)'ın yapabileceği bir şey olsaydı, bunu
yapmaktan geri kalmayacaktı. Çünkü onlardan ve mesajını
yalanlamalarından büyük sıkıntı duyuyordu. O
halde onlara bu şekilde süre tanınmış
olması yüce Allah'ın ilminin ve rahmetinin bir
belirtisidir. Aynı şekilde ilâhlığının
iyice açığa çıktığı bir
alandır da.
De ki; "Eğer bir an önce gerçekleşmesini
istediğiniz azap, benim yetkimde olsaydı,
aramızdaki mesele çoktan çözümlenmiş olurdu."
Allah,
zalimleri
herkesten iyi bilir."
"Bu gerçek", yüce Allah'ın gaybı
bilmesinden ve bu bilgisinin varlık aleminde olup biten her
şeyi kuşatmış olmasından da açığa
çıkmaktadır. Hem de sadece Allah için olabilecek bir
biçimde ve ancak O'nun tasvir edebileceği bir şekilde!
"Gayb'ın anahtarları Allah'ın
katındadır, onu yalnız O bilir. Mutlaka O'nun
bilgisi altında dalından düşen her yaprak, yerin
karanlık derinliklerindeki her tane, yaş-kuru ne varsa
hepsi apaçık
bir kitaptadır."
"Bu gerçek", yüce Allah'ın insanlar
üzerindeki egemenliğinde ve uyku-uykusuzluk, ölüm-canlılık
gibi dünya ve ahiretteki kullarının her türlü durumu
üzerindeki tartışmasız hükümranlığında
belirginleşmektedir:
- Sizi geceleyin öldüren ve
gündüzleyin
neler yaptığınızı bilen O'dur. Sonra, O
sizi gündüzleyin diriltir, belirli hayat süreniz dolsun diye,
sonra O'nun huzuruna döneceksiniz de O, yapmış
olduklarınızı size haber verecektir.
-O, kulları üzerinde kesin egemendir. Size koruyucu
melekler gönderir. Sonunda birinize ölüm gelince elçilerimiz
hiçbir görev kusuru yapmaksızın onun canını
alırlar.
-Sonra o canlar gerçek sahipleri olan Allah'a
götürülürler. İyi biliniz ki, egemenlik yalnız O'nun
tekelindedir ve hesap görenlerin en çabuğudur.
Bu gerçek, herhangi bir korkuyla karşı
karşıya kaldıkları zaman onu gidermesi için
Allah'tan başkasını çağırmayışlarıyla
bizzat yalanlayanların fıtratında
belirginleşmektedir. Buna rağmen onlar yine de ortak
koşmaktadırlar. Zararı gidermesi için yalvardıkları
yüce Allah'ın, hiç kimsenin engel olamayacağı çeşitli
azapları kendilerine tattırabileceğini unutuyorlar:
-De ki; "Sizi karanın ve denizin
karanlıklarından kurtaran kimdir? Ki O'na -Eğer
bizi bu zor durumdan kurtarırsa kesinlikle şükredenlerden
olacağız diye açıktan ya da gizlice
yalvarırsınız.
- De ki; "Sizi bu zor durumdan ve bütün sıkıntılardan
kurtaran Allah'dır. Sonra da O'na ortak
koşuyorsunuz!"
De ki; "O, size üstünüzden ya da ayaklarınızın
altından azap göndermeye veya düşman gruplara
ayırarak size birbirinizin hıncını,
birbirinizin terörünün acısını
tattırmaya kadirdir. Ola ki anlarlar diye, ayetlerimizi
çeşitli açılardan nasıl açıkladığımızı
görüyor musunuz?