50- "De ki; "Ben size Allah'ın hazineleri elimin
altındadır" demiyorum. Size meleğim de
demiyorum. Sadece bana indirilen vahye uyuyorum. Hiç kör ile
gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?"
Kureyş'ten iman etmemekte inat edenler, peygamberi
doğrulamak için bir mucize göstermesini istiyorlardı.
Oysa daha önce de söylediğimiz gibi onun doğru
olduğunu biliyor ve O'nun hakkında kuşku
duymuyorlardı. Bazen bu mucizenin Safa ve Merve tepelerinin
altına dönüşmesi şeklinde gerçekleşmesini,
bazen de her iki tepenin Mekke'den uzaklaşmasını,
yerlerinin ekin ve meyvelerle yeşillenmiş verimli bir
alan olmasını istiyorlardı. Bu istek, kimi zaman
başlarına gelerek gaybin kapsamındaki
olayların önceden haber verilmesi şeklinde gerçekleşiyordu.
Kimi zaman kendisine bir meleğin indirilmesini, gökten
sayfalara yazılı olarak indiğini gördükleri bir
kitabın gelmesini taleb ediyorlardı. Karşı çıkışlarına
ve inatlarına perde yaptıkları daha nice istek...
Ancak bütün bu istekler, çevrelerindeki cahiliye toplumlarında
peygamberlik ve peygamber gerçeğinin görünümünü kuşatan
asılsız hurafe ve efsanelerden besleniyordu. En
yakınları da, peygamberleri bu konulara ilişkin gerçeği
açık bir şekilde kendilerine getirdikten sonra yoldan
çıkan ehl-i kitabın peygamberlik gerçeği
etrafında uydurduğu vehim ve efsaneler
oluşturuyordu.
Değişik cahiliye toplumlarında çeşitli
şekillerde
"gaibten
haber verme" iddiaları
yaygınlaşır. Bu iddiada bulunan yalancı
kahinleri birtakım aldanmışlar da doğrular.
Bunlar arasında sihir, kehanet, müneccimlik ve delilik yer
alıyordu. Bu yalancı haberciler efsun ve muskalarla ya
da dua ve niyazlarla veya bunların dışında yöntem
ve araçlarla gaybı bilmek gücüne sahip olduklarını,
cinler ve ruhlarla ilişki kurduklarını, tabiat
kanunlarını kontrolleri altına
aldıklarını iddia ediyorlardı.
"Sihir aracılığıyla gaibten haber
verme, genel kanıya göre, bilinmeyenden haberdar olmak ya da
olaylara ve eşyaya egemen olmak için emrine aldığı
kötü ruhlara dayanıyordu. Kehanet yoluyla gaibten haber
verme olayı ise, "tanrılar"la ilişkili
olduğu düşünülüyordu. Tanrılar kahinin emrine
girmezlerdi. Yalnızca dua ve yakarışlarına
cevap verir, gerek uyanıkken, gerekse uyurken onun için
bilinmezliğin kapılarını açarlardı, çeşitli
işaretler ve rüyalarla ona yol gösterirlerdi. Bunun dışında
diğer çağrı ve yakarışlara cevap
vermezlerdi. Ancak sihir ve kehanet
aracılığıyla gaibten haber verme, cezbe ve
kutsal delilik aracılığıyla gaibden haber
vermede farklılık arz ediyordu. Çünkü hem sihirbaz
hem de kahine istedikleri, büyü ve dualarla istedikleri
şeyle amaçlarının ne olduğunu
biliyorlardı. Buna karşılık cezbeye
tutulmuş kişi ya da kutsal deli, edilgen bir
konumdaydı. Doğrudan doğruya kastetmediği ve
belki de hiç anlamadığı halde dilinden
birtakım kapalı ifadeler dökülürdü. Cezbe halinde
gaibden haber verme olaylarının
yaygınlaştığı toplumlarda meczupla
birlikte çoğu zaman onun sözlerinin amacını,
sembol ve işaretlerinin anlamını bildiğini
ileri süren bir yorumu da bulunurdu. Nitekim Yunan'da Meczub'a
"mantı", yorumcuya da "porphet" (yani
başkasının adına konuşan) derlerdi.
Avrupalılar tüm anlamlarıyla nübüvvet kelimesini, bu
kelimeyle karşılamışlar. Meczubun
kastettiklerini, sembol ve işaretlerinin içeriklerini,
yorumlamak ve ifade etmekle görevlendirilmiş olması
dışında, kahin ve meczupların
birleştikleri pek görülmezdi. Çoğu zaman ihtilafa düşer,
çekişirlerdi. Çünkü toplumsal işlevleri,
yaratılışlarının ve
konumlarının tabiatı bakımından
farklı özelliklere sahiptirler. Meczup isyancıdır.
Herhangi bir törene, genel kabul görmüş bir kuruma
bağlı değildir. Kahin ise tutucudur. Kendisine
miras kalmış bilgiyi çoğu zaman babasından ve
dedesinden edinir. Kehanet, içinde uzak-yakın köşelerden
yönelinen puthane ve tapınakların bulunduğu
çevreyle sınırlıdır. Cezbe ise, bu ortamda
sınırlı değildir. Çünkü cezbe, çölde
insanın başına gelebildiği gibi memleketin her
tarafında, bilinen bir yerleşme biriminde de gelebilir."
Üstad Akkad'ın "İslâm'ın gerçekleri ve
düşmanlarının saçmalıkları"
kitabından... Bu konuda kanıt oluşturması için
kitaptan alıntı yapmakla beraber -aralarında semavi
dinler de olmak üzere- İslâm'la mükemmelliğe
ulaşana kadar dinlerdeki ilahlık ve peygamberlik gerçeğinin
görünümünün gelişim sürecine ilişkin, yazarın
yöntemini benimsemiyoruz. Çünkü bu görünüm, gerçek semavi
dinlerinin tümünde birdir. Mensuplarının cahiliyeye
geri dönmelerinden, peygamberlerin kendilerine getirdiği gerçekleri
tahrif etmelerinden ve kendi cahiliye düşüncelerine alet
etmelerinden sonra baş gösteren sapmalar ölçü alınmamalıdır.
En doğru kaynak olan Kur'an-ı Kerim bu sözlerimizi doğrulamaktadır.
Bu konuda Avrupalı dinler tarihi bilginlerinin ileri sürdükleri
varsayım ve sanıların hiçbir değeri yoktur.
"Yahudi kabileleri arasında yalancı
peygamberlerin sayısı oldukça fazlaydı. Bundan
anlaşılıyor ki, birbirini takip eden çağlar
ile yeni çağların zikir ehli ve tarikat sofuları
birbirine benziyorlardı. Çünkü bazı dönemlerde sayıları
yüzü aşardı. Kimi zaman bedene eziyet etmek, kimi
zaman da çalgı aletlerini dinlemek suretiyle cezbe haline
kapılmak gibi dervişlerin başvurduğu
egzersizlere, toplantılarında başvururlardı.
Birinci Samuel'in kitabında şöyle denir:
Şaul Davud'u yakalamak için elçiler gönderdi. "Yalancı
peygamberler topluluğunun gaibden haber verdiklerini gördüler.
Şaul da başkanları olarak aralarında
bulunuyordu. Bu sırada Allah'ın ruhu Şaul'un elçilerini
bürüdü, onlar da gaibden haber vermeye başladılar.
Bunun üzerine Şaul başkalarını gönderdi.
Onlar da öncekiler gibi gaibden haber vermeye başladılar.
Sonunda o da elbiselerini çıkarıp, aynı
şekilde Samuel'in önünde gaibden haber verdi. Bütün gün
ve gece boyunca çıplak kaldı."
Yine Samuel'in kitabında şöyle denir:
"Bir tepe üzerinde oturmuş bir grup, peygambere
rastlayacaksın. Önlerinde ruhab, davul, ney ve ud olduğu
halde gaibden haber verirler. Rabbin ruhu onların içine
girerek birlikte gaibden haber verir. Ardından diğer bir
adamın bedenine girer."
"...Peygamberlik, ikinci bölümünde belirtildiği
gibi veraset yoluyla babadan oğula geçen bir sanat olarak
kabul ediliyordu. Peygamberlerin çocukları `Ya Yuşa'a'
dedikleri zaman: İşte senin karşında
durduğumuz yer burasıdır. Ve bize dar gelmektedir.
Artık Ürdün'e gidelim."
"Kimi zaman orduya katılan birtakım hizmetkârları
olurdu. Nitekim ilk günler bölümünde şöyle denmektedir.
"Davud ve askeri erkan udlar, rubab ve zillerle gaibden,
haberler veren Esaf oğullarını ve
başkalarını hizmet için ayırmışlardı."
Aralarında semavi risaletlerin getirdiği doğru düşünceden
sapma sonucu ortaya çıkan cahiliye düşüncelerini de
olmak üzere cahiliye, peygamberlik ve peygamberin tabiatına
ilişki bu tür batıl düşüncelerle bu şekilde
dolup taşmıştı. Bu yüzden insanlar
peygamberlik iddiasında bulunan birinde bu tür davranışlar
beklerdi. Bazen gaibden haber vermesini, bazen de kehanet ya da
sihir yoluyla evrensel tabiat kanunlarını etkilemesini
isterlerdi. İşte müşriklerin Hz. Peygambere
yaptıkları teklifler buradan kaynaklanıyordu.
Asılsız hurafeleri bertaraf etmek için peygamberlik ve
peygamberin tabiatına ilişkin olarak Kur'an-ı
Kerim'de yinelenen bütün bu açıklamaların nedeni
buydu. Aşağıdaki açıklama da bunlar
arasında yer almaktadır.
"De ki; `Ben size Allah'ın hazineleri elimin
altındadır', ya da "gaybi bilirim" demiyorum.
Size "Meleğim de" demiyorum. Sadece bana indirilen
vahye uyuyorum. Hiç kör ile gören bir olur mu? Düşünmüyor
mu
sunuz?"
Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- Rabbi tarafından
kendisi, peygamber ve peygamberliğin tabiatına
ilişkin olarak cahiliye toplumlarını saran her türlü
asılsız hurafeden soyutlanmış bir insan olarak
sunmakla emr olunmaktadır. Aynı şekilde bu inanç
sistemini her türlü aldatmacadan arındırılmış
bir şekilde sunmakla emr olunmuştur. Ortada ne bir
veraset ne de iddia söz konusudur. Bu peygamberin yüklendiği
bir inanç sistemidir. Allah'ın yol göstericiliğinden
başkası da yolunu aydınlatamaz.
Bilmediği şeyleri kendisine öğreten
Allah'ın vahyinden başka bir şeye uyamaz peygamber...
Kendisine uyanları bol bol rızıklandırmak
üzere Allah'ın hazinelerinin üzerine oturmuş
değildir. Takipçilerine olacak şeyleri göstermek için
gaybın anahtarları da elinde değildir. Yüce
Allah'dan indirmesini istedikleri bir melek de değildir. O,
yalnızca bir insan ve peygamberdir. Son derece kesin, açık
ve sade şekliyle inanç sistemi de bundan ibarettir.
Bu inanç şu fıtratın yansıması,
şu hayatın dayanağı, ahirete ve Allah'a giden
yolun kılavuzudur. Bu inanç sistemi, bizzat her türlü
gösterişten uzaktır. Kim ona kendisi için layık
olur ise bu inanç onun yanında her türlü değerin
üstündedir. Kim de onu çıkar pazarında bir ticaret
eşyası olarak isterse, tabiatını kavrayamaz,
değerini bilemez. Bu sayede bir zenginlik elde edemez.
Bütün bunlardan dolayı peygamber -salât ve selâm
üzerine olsun- bu inanç sistemini bu şekilde, her türlü
gösterişten uzak olarak sunmakla emir olunmaktadır.
Çünkü onun hiçbir süse, gösterişe ihtiyacı yoktur.
Böylece onun gölgesine sığınanlar; mal
hazinelerine, dünyevi makamlara ve takva dışında
insanlar arasında herhangi bir ayrıcalığa
kavuşamayacaklarını, aksine Allah'ın yol göstericiliğine
yöneldiklerini bilmiş olurlar. Kuşkusuz bu çok daha
üstün ve daha zengin bir duygu.
"De ki; `Ben size Allah'ın hazineleri elimin
altındadır' ya da "gaybı bilirim"
demiyorum. Size meleğim de demiyorum. Sadece bana indirilen
vahye uyuyorum.
Bu arada karanlıktan ve körlükten kurtulup aydınlık
ve basirete sığındıklarını
bilmiş olurlar:
"De ki; Hiç kör ile gören bir olur mu? Düşünmüyor
musunuz?"
Sonra... Yalnızca vahyin takipçisi olmak basirettir,
görmektir. Bu yol göstericiden yoksun bırakılan körlüğe
terk edilmiş demektir. Bu gerçeği şu ayeti kerime
gayet net ve kesin bir şekilde dile getirmektedir. Şu
halde bu alanda insan aklının fonksiyonu nedir?
Bu sorunun cevabı İslâm düşüncesinde oldukça
açık ve basittir. Yüce Allah'ın insanoğluna
bahşettiği akıl, vahyi algılama ve
anlamlarını kavrama gücüne sahiptir. Onun görevi
budur... Sonra bu, ona aydınlık ve hidayet içinde,
hiçbir yönden batılın etkileyemediği, koruyucunun
kontrolünde tanınmış bir fırsattır.
Ancak, insan aklı vahiyden uzak bağımsız
bir konuma gelirse, bu durumda sapıklığın,
bozulmanın, kötü bir bakış açısının,
eksik bir görüşün, yanlış değerlendirme ve
planlamanın mahkûmu olur.
Bütün bunlarla, varlıklar alemini bir bütünden ziyade
parça parça görme hususundaki oluşumunun tabiatından
dolayı karşı karşıya kalır.
İnsan aklı, üst üste deneyler, peş peşe
olaylar, ardarda görüntülerle varlık bütününü algılamaya
çalışır. Dolayısıyla
varlığı bir bütün olarak görmesi, bu eksiksiz
görüşe dayanarak hükümler koyması,
kapsayıcılık ve denge unsurları göz önünde
bulundurulmuş şekilde bir sistem oluşturması
onun için imkânsızdır. Bu nedenle -Allah'ın hayat
metodundan ve yol göstericiliğinden kopuk olduğu
zamanlarda sık sık deneylerde bulunur, hükümleri değiştirir,
hayat düzenini yeni baştan şekillendirir, aksiyon ve
reaksiyon arasında çalkalanıp durur. Sağ uçtan
sol uca yuvarlanır gider. Bu şekilde de
insanlığın tüm üstün taraflarını, yüce
özelliklerini yok eder. Şayet insan aklı vahyin takipçisi
olsaydı, insanlık bütün bu kötülüklerden korunmuş
olurdu. Denemeler, değişiklikler `eşya', `madde',
"araç' ve cihazlara özgü kılınırdı.
İşte burası insan aklının
bağımsız olabileceği doğal bir
alandır. Bu alandaki zarar en sonunda madde ve eşyalarla
ilgili olurdu, nefis ve ruhlarla değil.
Tüm bu durumlarla -yapısının tabiatından
sonra- insanın yapısında yeralan ihtiraslar, arzu
ve eğilimler nedeniyle karşı karşıya
kalır. Kuşkusuz bu duyguların kontrol altına
alınmaları zorunludur. Böylece insan hayatının
sürüp gelişmesine ilişkin görevini yerine getirmesi
garanti altına alınmış olur. Aynı
şekilde hayatın yok olmasına ya da altüst olmasına
neden olacak şekilde güvenlik sınırını
aşmamalıdır. Bu kontrolü tek başına
insan aklı alması mümkün değildir. Çeşitli
arzuların, ihtiras ve eğilimlerin baskısı
altında bocalayan bizzat in-san aklı için başka
bir kontrol gereklidir. Bu kontrol, insan aklını
denetimi altına aldıktan sonra onu bozulmalardan da
korur. Deneyim ve hükmünü onunla güçlendirmesi, yöneliş
ve hareketini onunla kontrol altına alması için insan
aklı insan hayatıyla ilgili- her deneyimde, verdiği
her hükümde ona başvurur.
"Her ikisi -akıl ve vahiy- Allah
yapısıdır, bu yüzden uyuşmaları
gerekir", savından hareketle doğruyu bulma açısından
vahiy kadar bir sağlamlık derece-sini insan aklı içinde
öngörenler, insanoğlunun kimi filozoflarının
insan aklının değerine ilişkin
yaptıkları açıklamalara dayanmaktadırlar. Yüce
Allah bu görüşü doğrulayacak hiçbir ayet indirmemiştir.
Aklı ne kadar büyük olursa olsun bir tek insan için
bile, aklın vahye ihtiyacının
olmadığı görüşünü benimseyenler, bu konuda
yüce Allah'ın söylemediğini söylüyorlar. Çünkü
yüce Allah, vahiy ve peygamberliği insanlar için bir delil
kılınıştır. Bu delili insan aklı
olarak belirlememiştir. Hatta insanları
yarattığı ve biricik Rabbini bilme ve O'na inanma
özelliğiyle donattığı fıtratı dahi
insanlar için delil kılmamıştır. Çünkü
yüce Allah, tek başına olan aklın,
sapıtacağını, yalnız olan
fıtratın bozulacağını biliyordu.
Kılavuzu, yol göstericisi, aydınlık ve basireti
vahiy olmadığı sürece aklın ve
fıtratın korunmasının mümkün olmadığını
biliyordu.)
Felsefenin aklı, dine muhtaç olmaktan kurtardığı
ya da aklın ürünü bilimin, insanlık için Allah'ın
yol göstericiliğine ihtiyaç bırakmadığını
ileri sürenler, gerçeğe ve realiteye dayanmayan sözler
söylemektedirler. Çünkü realite, hayat düzenlerini felsefi
ekollere ya da bilime dayandıran insanlık
hayatının üzerine, her şeyin
kapılarının açılmış olmasına,
üretim ve gelirin kat kat artmış olmasına, hayat
koşullarının rahat olmasına ve en geniş
çerçevede konfor imkânlarının artmış
olmasına rağmen insanı mutsuz kılan bir hayat
şekli olduğuna tanıklık etmektedir. Ancak
bunun karşıtı olarak hayatın bilgisizliğe
ve başıboşluğa dayanması mümkün değildir.
Sorunu bu şekilde ortaya koyanlar art niyetlidirler. Çünkü
İslâm, insan aklını bizzat kendi
yapısından kaynaklanan ayıplardan, bu şekilde
arzuların, ihtiras ve eğilimlerin baskısıyla
baş gösteren kusurlardan koruyacak güvenceleri içeren bir
hayat sistemidir. Sonra insan aklı için, bilim, marifet ve
deneyim alanındaki hareketinde doğru yolda
olmasını sağlayan esasları belirler, gerekli
kuralları koyar. Nitekim İslâm'ın belirlediği
bu esaslar ve kurallar, insanın -Allah'ın
şeriatı doğrultusunda- gölgesinde yaşadığı
pratik hayatın dengeli bir şekilde sürmesini de
garantilemektedir. Dolayısıyla realite düşünce ve
hareket tarzını bozmasına neden olacak düzeyde
baskı yapamaz olur.
Allah'ın vahyi ve yol göstericiliğinin
eşliğinde insan aklı yolunu görür, basireti açık
olur. Allah'ın vahyini ve yol göstericiliğini terk
etmesi durumunda da kör olur. Peygamberin sırf vahye
başvurmasına değinmek suretiyle düşündürmek
için teşvik mahiyetindeki soru ile körlük ve basirete işaret
etmeyi bir arada sunmanın, "Sadece bana indirilen
vahye uyuyorum. Hiç kör ile gören bir olur mu? Düşünmüyor
musunuz?"
Evet işaretleri bu şekilde bir arada ve
Kur'an'ın akışı içinde peş peşe
sunmanın Kur'an'ın ifade tarzı içinde bir anlamı
vardır. İstenen şey düşünmedir. Bunu teşvik
etmek de Kur'an'ın başvurduğu yöntemdir. Ancak düşünme,
vahyin denetimi altındadır. Çünkü ancak bu durumda doğruyu
görüp aydınlık bir ortamda hareket edebilir. Yoksa bir
kılavuz, bir yol gösterici ve aydınlatıcı bir
kitap olmaksızın, körlüğün karanlıklarında
yuvarlanıp duran kayıtsız düşünme değildir
istenen.
İnsan aklı vahyin çerçevesinde hareket ettiği
zaman dar bir alana kıstırılmış olmaz,
aksine gerçekten de son derece geniş bir ortamda hareket
etme imkânı bulur. Şu varlık bütününden oluşan
geniş bir alanda hareket eder. Nitekim varlık bütünü
görülen ve görülmeyen alemleri içerdiği gibi nefislerin
derinliklerini, olayların dünyasını ve tüm hayat
alanını da içermektedir. Vahiy metodda sapmanın, kötü
düşüncenin, arzu ve ihtirasların eğilimlerinin
dışında insan aklını herhangi bir
şeyden alıkoymaz. Bundan sonra onu, hareket etmek ve
faaliyet göstermek üzere serbest bırakır. Yüce Allah
insanoğluna bahşettiği bu büyük aracı...
aklı... İlahi vahiy ve yol göstericiliğin kontrolünde
çalışıp, hareket etmesi için bahşetmiştir.
Ancak bu durumda sapıtıp azgınlaşmaz.