37- "Muhammed'e, Rabbinden bir mucize indirilseydi ya
" dediler. De ki; "Allah'ın böyle bir mucize
indirmeye gücü yeterlidir, fakat onların çoğu
bilgiden yoksundur.
38- Yerde kımıldayan bütün hayvan türleri ve
kanatları ile uçan bütün kuş çeşitleri sizler
gibi birer canlılar topluluğudurlar. Biz hiçbir
şeyi o kitabın dışında
bırakmadık. Sonra bunlar, Rabblerinin huzurunda biraraya
getirirler.
39- Bizim ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde
bocalayan sağırlar ve dilsizlerdir. Allah dilediği
kimseyi şaşırtır, dilediği kimseyi de
doğru yola iletir.
Müşrikler daha önceki peygamberler eli ile gösterilen
somut olağanüstülükler gibi olağanüstü mucizeler
istiyorlardı. Kur'an'da yeralan öbür ayetler ile
yetinmiyorlardı. Oysa bu ayetler olgunluk düzeyine ermiş
insan idrakine hitap ediyor, insanın olgunluk çağına
erişini ilân ediyor, bu olgunlaşmaya saygı gösteriyor,
ona bu yüksek düzeyden sesleniyordu. Üstelik Kur'an, somut olağanüstülükleri
görmek isteyen insan kuşağının sahneden
çekilmesi ile ortadan kalkacak geçici bir mesaj kitabı
değildi. Tersine Kıyamet gününe kadar varlığını
sürdürerek mucizevi anlatımı ile insan idrakini
karşı karşıya bırakmakta devam edecekti.
Müşrikler olağanüstü somut mucizeler istiyorlardı.
Fakat yüce Allah'ın bu konudaki kanunun farkında
değillerdi. Yüce Allah olağanüstü somut mucizenin
gelişinden sonra çağrının mesajını
yalanlayanları derhal yakalıyor, onları dünyada
helâke uğratıyordu. Yüce Allah'ın neden
onların olağanüstü mucize isteklerini karşılamadığını
kavrayamıyorlardı. Yüce Allah bu somut mucizelerinden
sonra da onların inkârcılıklarını sürdüreceklerini
biliyor -Nitekim kendilerinden önce gelip geçmiş bazı
kavimler öyle yapmışlardı- o zaman da helâke uğramayı
hakedecekler. Oysa yüce Allah onlara mühlet tanımayı
diliyor ki, içlerinden inanacak olanlar inansın,
inanmayanların da bellerinden ileride mümin olacak olan kuşakların
tohumlarını, spermlerini çıkarsın. Buna
rağmen bu adamlar yüce Allah'ın kendilerine mühlet
verme nimetine, başka bir deyimle ne gibi sonuçlar doğuracağını
bilmeden sundukları öneriyi kabul etmemekle kendilerine bağışladığı
nimete karşı şükretmiyorlar, bu nimetin değerini
bilmiyorlar!
Okuduğumuz ayette onların bu önerisi hatırlatılıyor,
arkasından onların çoğunluğunun bu önerinin
arkasından neler geleceğini bilmedikleri, yüce Allah'ın
bu öneriyi neden karşılamadığını
kavrayamadıkları vurgulanıyor; yüce Allah'ın
böyle bir mucizeyi indirecek yeterli güce sahip olduğu,
fakat hikmeti yüzünden bu öneriyi gerçekleştirmediği,
kendi üzerine borç yazmış olduğu merhametinin
bunun arkasından gelecek belâyı önlediği açıklanıyor.
Tekrarlıyoruz:
"Muhammed'e Rabbinden bir mucize indirilseydi ya"
dediler. De ki; `Allah'ın gücü böyle bir mucize indirmeye
yeterlidir, fakat onların çoğunluğu bilgiden
yoksundur."
Arkasından ayet akışını
değiştirecek müşriklerin kalblerine başka bir
kanaldan girmeye çalışıyor. Bu kalblerde varolan
irdeleyici ve araştırıcı yetenekleri uyararak
onları çevrelerini kuşatan varlıklara yöneltmeyi
deniyor, bu varlıkların
barındırdıkları doğru yola iletici
kanıtları, iman etmeye çağırıcı
mesajları algılamalarını, bunların
üzerinde durup düşünmelerini sağlamaya çabalıyor:
"Yerde kımıldayan bütün hayvan türleri ve
kanatları ile uçan bütün kuş çeşitleri sizler
gibi birer canlılar topluluğudur. Biz hiç bir şeyi
o kitabın dışında bırakmadık. Sonra
bunlar Rabblerinin huzurunda biraraya getirilirler."
İnsanlar şu evrende yalnız değildirler ki,
varlıklarının tesadüfi olduğu,
ha-yatlarının başıboş olduğu söz
konusu olabilsin. İnsanların çevresinde hepsi de
belirli bir düzene bağlı olarak yaşayan başka
birçok canlılar vardır. Bu düzen ortada bir amacın,
bir ön-tasarının ve bir hikmetin olduğunu
kanıtlar. Bunun yanısıra yaratıcının
birliğini ve bütün yaratıkları etkisi
altında tutan ön tasarlayıcılığın,
çekip çevirici iradenin birliğini de yansıtır.
Yeryüzünde kımıldayan, hareket yolu ile yer
değiştiren birçok canlılar vardır. Bu
kategoriye böcek, dört ayaklı sürüngen, omurgalı
gibi türlere ayrılan bütün canlılar girer. Yine yeryüzünde
kanatları ile uçan birçok kuşlar vardır. Bu
kategoriye de bütün kuş ve sinek türleri ile diğer uçabilen
canlılar girer. Bütün bu canlı türleri kendi aralarında
ortak özelliklere, ortak yaşama biçimine sahip ayrı
bir toplum, ayrı bir aile oluştururlar. Tıpkı
insan topluluğu, insanlık ailesi gibi. Yüce Allah
hiçbir canlı türünü, hiçbir varlık kesimini
ön-tasarlayıcı ve çekip çevirici iradesi dışında
bırakmadığı gibi bu türlerin ve kesimlerin
tek tek sayılarını hesaplayan bilgisinin
kapsamı dışında da
bırakmamıştır. Son aşamada bütün canlılar
Rabblerinin huzurunda toplanacaklar ve yüce Allah haklarında
dilediği kararı verecektir.
Bu kısa ayet hayat ve canlılara ilişkin gerçeği
kesin bir dille açıkladığı gibi bunun
yanısıra gözler önüne serdiği yüce Allah'a ait
kapsamlı gözetime, yaygın tedbirliliğe, geniş
bilgiye ve üstün kudrete ilişkin ufuklarla insanın
kalbini ürpertiyor. Bu boyutlardan hangisi hakkında
etraflı bir konuşmaya dalarsak bu tefsir
kitabının boyutlarını aşmamız kaçınılmaz
olur. O halde ayetlerin akışına bağlı
kalarak bu konuyu geçiyoruz. Çünkü buradaki başlıca
amacımız kalbleri ve kafaları böylesine
iç-düzene göre yaşayan canlıların
varlığına, bunların yüce Allah'ın çekip
çevirici iradesinin etkisi altında bulunuşuna, bu
canlıların Allah'ın bilgisinin kapsamı ve
sayımı altında oluşuna ve son aşamada
hepsinin Rabblerinin huzurunda biraraya geleceğine yöneltmektir.
Dahası, kalbleri ve akılları bu baş döndürücü
ve sürekli gerçeğin içerdiği kanıtlara ve ipuçlarına
yöneltmektir. Çünkü bu kanıtları ve ipuçları
sadece bir insan kuşağının görebileceği
olağanüstülüklerden ve somut mucizelerden daha önemli ve
daha ibret vericidirler.
Coşkun sele benzeyen bu surenin ayetlerinden oluşan
bu dalga hidayetin ve sapıklığın ardında
saklı duran yüce Allah'ın dileğini ve kanunu, bu
dilek ile bu kanunun hidayet ve sapıklık
durumlarında insan fıtratı
karşısında taşıdıkları
anlamları açıklayarak noktalanıyor. Okuyoruz:
"Bizim ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde
bocalayan sağırlar ve dilsizlerdir. Allah dilediği
kimseyi şaşırtır, dilediği kimseyi de
doğru yola iletir."
Bu ayet işitenlerin ilâhi çağrıya olumlu
karşılık verdiklerine ve olumlu
karşılık vermeyenlerin ölü olduklarına
ilişkin, bir önceki ayette açıklanan gerçeği
tekrar anlatıyor. Fakat bu ayet söz konusu gerçeği
başka bir biçimde ve başka bir sahnede dile getiriyor.
Gerek evrenin sayfalarına dağılmış v,.
gerekse Kur'an-ı Kerim'in sayfalarında kayda geçmiş
ilâhi ayetleri yalanlayanlar, algılama cihazları
işlemez hale geldiği için bu yalanlama eylemine girişiyorlar.
Onlar sağırdırlar, kulaklarına gelen sesleri
işitemezler; dilsizdirler, konuşamazlar;
karanlıklar içinde bocalıyorlar, göremezler.
Yalnız onların bu kusurları herhangi bir somut
organik yapısı bozukluğundan kaynaklanmıyor.
Çünkü onların gözleri, kulakları, dilleri
vardır. Fakat idrak mekanizmaları dumura
uğramıştır. Sanki bu organları
algılama ve iletme fonksiyonlarını yitirmiş
gibidir. Durum budur. Yoksa gerek evrendeki ve gerekse Kur'an'daki
ayetler özlerinde etkileme ve mesaj verme gücü taşımaktadırlar.
Ama bunun için önce algılanmaları ve idrak
mekanizması tarafından benimsenmeleri gerekir. Bu
ayetlerden yüz çeviren kimsenin mutlaka fıtratı
bozulmuş, yozlaşmıştır, hidayet
eşliğinde yaşamaya elverişli olma
niteliğini yitirmiştir, böylesine yüksek düzeyli bir
hayata artık lâyık değildir.
Bunların hepsinin gerisinde yüce Allah'ın özgür
dileği vardır. Bu özgür dilek `insan" denen
şu varlığın hem hidayete ve hem
sapıklığa yatkın, ikizli
yaratılışta olmasını
kararlaştırmıştır. İnsan bu iki yönden
birini kendi serbest iradesi ile seçiyor, bu konuda baskı ve
zorlama altında değildir. Bunun yanısıra yüce
Allah bu özgür dileği ile dilediğini
saptırır ve dilediğini doğru yola erdirir. Yüce
Allah doğru yolu bulmaya çalışana yardım
eder, bu yola girmemeye inad edeni saptırır ve hiçbir
kuluna haksızlık etmez.
İnsanın doğru yola ya da
sapıklığa yönelişi yüce Allah'ın
özgür dileği ile yarattığı
fıtratından kaynaklanır. Gerek o tarafa ve gerekse
bu tarafa doğru olan yöneliş işin
başında yüce Allah'ın özgür dileğine göre
yaratılmıştır. O tarafa ve bu tarafa yönelişin
doğurduğu hidayet ve sapıklık biçimindeki
sonuçlar da yüce Allah'ın özgür dileğinden
kaynaklanır. Yüce Allah'ın dileği etkin ve
mutlaktır. Hesap ve ceza insanın elinde olan yön seçme
iradesinin sonucudur. Gerçi iki tarafa yöneliş
yeteneği aslında yüce Allah'ın dileğine
dayanır, ama bu durum kulun tercih etme yetkisini ortadan
kaldırmaz.
EZİYETLERLE DOLU YOL
Bu ayetler gurubunu gözden geçirmeyi tamamladıktan sonra
şimdi de bu ayetlerin her kuşaktan tüm İslâm
dâvetçilerine yönelik direktifinin içerdiği ibret
derslerini kısaca özetleyelim. Bu direktifin çapı
belirli tarihi şartların özel çerçevesini aşar,
bütün kuşakları ve tüm dâvetçileri kapsamı içine
alır, böylece bu dinin yer ve zaman şartlarından
bağımsız, genel dâvet metodunun esas!arını
çizer. Burada bu metodun bütün yönlerini ayrıntılı
biçimde incelememiz mümkün olmadığı için sadece
ana hatları, önemli yol işaretleri üzerinde duracağız.
İnsanları Allah'a çağırma yolu çetindir;
tersliklerle, sıkıntılarla kaplıdır. Gerçi
yüce Allah'ın hakka yönelik desteği, zaferi mutlaka
gerçekleşir, bunda kuşku yok. Ama bu destek, bu zafer yüce
Allah'ın bilgisine ve hikmetine göre takdir ettiği
zaman gelir. Bu "belirlenmiş zaman" bizim bilgimize
kapalı bir "gayb" konusudur. O'nun yüce Allah'dan
başka, -hatta peygamber bile- bilmez. Bu yolun çetinliği,
sıkıntısı şu iki faktörden kaynak!anır:
1 ) Çağrının ilk plânda yöneltildiği
kimselerin yalan!amaları, kârşı çıkışları,
çağrının bayraktarlarına açtıkları
savaş ve uyguladıkları baskılar.
2) Çağrının bayraktarlığını
üstlenenlerin vicdanlarında be!iren insanları hemen
hidayete erdirme arzusu. Bu kimseler tadını
aldıkları, hazzını yaşadıkları
gerçeğin bir an önce diğer insanlar tarafından da
paylaşılması hususunda sabırsız bir arzu
duyarlar içlerinde. Gerçeğe yönelik bir heyecan ve onu bir
an önce başarıya ulaşma tutkusuna
kapılırlar genellikle. Bu sabırsız arzu, bu
tutku karşıtların yalanlamalarından, yüz
çevirmelerinden, savaş açmalarından ve
baskılarından daha az önemli bir sıkıntı
değildir. Her ikisi de bu yolun zorluğuna sebep olan
faktörlerdir.
Kur'an-ı Kerim'in yukarda okuduğumuz ayetlerinde dile
gelen direktifi bu sıkıntıya çare ve çözüm
getiriyor. Şöyle ki, sözünü ettiğimiz ayet!er bize
anlatıyorlar ki, bu dini yalanlayan!ar, ya da ona
ilişkin çağrıya karşı savaş açanlar,
benimsemeye çağırıldıkları i!kelerin gerçek
olduklarının ve bu mesajları yüce Allah katından
getirmiş olan Peygamberimizin doğru söylediğini
kesinlikle biliyorlar. Fakat onlar bu bilgilerine rağmen bu
çağrıya olum!u karşılık vermiyorlar,
inat!a ve ısrarla inkârcılıklarını sürdürüyorlar.
Çünkü canları yalanlamak ve yüz çevirmek istiyor! Yoksa
bu gerçek doğruluğunun kanıtını
beraberinde taşıyor. O fıtrata hitap ediyor,
fıtrat canlı oldukça ve algı!ama cihazları
sağlıklı oldukça buna olumlu cevap verir. Yüce
Allah'ın buyurduğu gibi "Ancak
işitebilenler olumlu cevap verebilirler."
İnkâr edenlere gelince onların kalbleri
cansızdır, on!ar ölüdür!er, sağırdırlar,
dilsizdirler ve karanlıklar içinde bocalamaktadırlar.
Peygamber ölülere ve sağırlara mesajını
duyuramaz. Bu çağrının
bayraktarlığını üstlenenlere ölüleri
diriltmek düşmez. Onu ancak yüce Allah yapabilir.
Bunların hepsi işin bir tarafını
oluşturur. Diğer tarafına gelince yüce
Allah'ın
yardımı, zaferi mutlaka imdada yetişecektir, bunda
şüphe yok. Bu yolda olup biten her şey yüce Allah'ın
son aşamada zaferin gerçekleşmesine ilişkin kanunu
nasıl aceleye getirilip öne alınamıyorsa,
nasıl O'nun bu yoldaki kesinleşmiş hükmü değiştirilemiyorsa,
aynı şekilde bu yardımın, bu zaferin gerçekleşme
zamanı da öne alınamaz, bu zamana ilişkin kesin hükmü
değişmez. Bu dâvanın bayraktarları eziyetlere
uğruyorlar, ya;anlamalar ile
karşılaşıyorlar diye yüce Allah belirlenmiş,
zamana bağlanmış kararını öne almaz. Bu
bayraktar Peygamber de olsa bu böyledir. Çünkü dâva bayraktarının
sabırsızlığa kapılmadan kendini yüce
Allah'ın takdirine teslim etmesi,
mırın-kırın etmeden eziyetlere katlanması
ve hiç kuşku duymadan son gülenin kendisi olacağına
inanması gerekir. Yardımı ve zaferi belirli bir sürenin
sonuna ertelemenin gerisinde yatan maksat bu gerekliliklerin
dâvetçiler tarafından kavranmasıdır.
Kur'an'ın bu direktifi bu dinde Peygamber'in -ve O'nun
arkasından gelen her kuşaktan dâvet bayraktarlarının-
rolünü, fonksiyonunu belirliyor. Bu fonksiyon tanıtma,
duyurma (tebliğ), yola devam etme ve yolda
karşılaşılacak olan sıkıntılara
sabırla katlanmadır. İnsanların hidayete
ermelerine ya da sapıklığa düşmelerine
gelince bu konu Peygamberin görev alanı ve gücü dışında
kalır. Hidayet ve sapıklık yüce Allah'ın
değişmez kanununa bağlıdır. Peygamberin
sevdiğini hidayete erdirmeye ilişkin arzusu bu kanunda
değişiklik yapamayacağı gibi çağrısına
inatla karşı koyan, savaş açan bazı
karşıtlarına yönelik can sıkıntısı
da bu kanunun hükümlerini değiştiremez. Bu konuda
O'nun şahsı önemli değildir. Ayrıca O'nun
hesabı aracılığı ile hidayete erenlerin
sayısına da bağlı değildir. O'nun
hesabı görevini yapma, sabretme, bağlılık gösterme
ve emredildiği yoldan da dosdoğru gitme derecesine göre
tutulur. Bunun ötesinde insanların işi yüce Allah'a
kalmıştır. Tıpkı yüce Allah'ın
buyurduğu gibi:
"Allah dilediğini saptırır, dilediğini
de doğru
yola
iletir." (En'am Suresi: 39)
"Eğer Allah dileseydi onların tümünü doğru
yolda biraraya getirirdi." (En'am Suresi: 35)
"Ancak işitebilenler çağrıya olumlu cevap
verebilirler." (En'am Suresi: 36)
Daha önce yüce Allah'ın hidayet ve
sapıklığa ilişkin özgür dileği ile
insanların yönelişleri, çabaları arasındaki
ilişkiyi yeterli derecede açıklamıştık.
Bundan dolayı bu dine çağrı
bayraktarlığını üstlenenlerin çağrılarını
yönelttikleri kimselerin önerilerine uyarak bu dinin çağrı
yönteminin ilâhi karakterini yozlaştırmamaları, söz
konusu kimselerin arzuları, keyifleri ve ihtirasları
uyarınca bu dini şirin gösterme gayretkeşliğine
yanaşmamaları gerekir. Vaktiyle müşrikler, o günün
alışkanlıkları ve idrak düzeyleri uyarınca
somut mucizeler istiyorlardı. Kur'an-ı Kerim,
değişik yerlerinde bize bu durumu anlatıyor. Bu tür
ayetlerin bazılarını bu surede okuyoruz ki,
başlıca örnekleri şunlardır:
"Müşrikler `Muhammed'e bir melek indirilseydi ya'
derler." (En'am Suresi: 8)
"Müşrikler `Muhammed'e Rabbinden bir mucize g
elseydi
ya' derler." (En'am Suresi: 37)
"Onlar kesin bir dille Allah adına yemin ederek
eğer kendilerine bir mucize gelirse O'na mutlaka
inanacaklarını söylediler." (En'am Suresi: 109)
Başka surelerde bu önerilerin çok daha
şaşırtıcı örnekleri ile karşılaşıyoruz.
Meselâ İsra suresinde bize verilen şu örnek bunlardan
biridir. Okuyoruz:
"Kâfirler dediler ki; `Bize yerden kaynaklar fışkırtmadıkça
sana inanmayız.
Veya hurmalıkların, bağların olup
aralarından ırmaklar akıtmalısın.
Yahud iddia ettiğin gibi göğü tepemize parça
parça indirmeli, ya da Allah'ı ve melekleri
karşımıza getirmelisin.
Veya altın bir köşkün olmalı, yahut göğe
çıkmalısın, ama oradan okuyabileceğimiz bir
kitap indiremezsen o yükselişine inanmayız."
(İsra Suresi: 90-93)
Bu tür önerileri içeren bir başka
şaşırtıcı örnek de Furkan suresinde yer
alıyor. Okuyoruz:
"Kâfirler dediler ki; `Bu ne biçim bir peygamber ki,
yemek yer, sokaklarda gezer? O'na kendisi ile birlikte uyarma
görevi yürüten bir melek indirilseydi ya! Yahud kendisine bir
hazine verilseydi ve ürünleri ile beslenebileceği bir bahçesi
olsaydı ya!" (Furkan Suresi: 7)
Surenin yukarda okuduğumuz ayetlerinde dile gelen
dolaysız Kur'an direktifi, Peygamberimize ve müminlere, çağrıya
muhatap olan insanların istedikleri mucizeleri gösterme
arzusuna kapılmayı yasaklıyor. Bilindiği gibi
bu konuda Peygamberimize şöyle buyuruluyor:
"Eğer onların sırt çevirmeleri ağırına
gitti ise elinden geliyorsa yerkürenin derinliklerine inen bir
yarık ya da göğe çıkaracak bir merdiven bul da
onlara bir delil getir. Eğer Allah dileseydi, onları
doğru yolda biraraya getirirdi. O halde sakın
cahillerden olma.
Ancak işitebilenler çağrıya
karşılık verebilirler. Ölülere gelince onları
Allah diriltebilir, sonra hepsi O'nun huzuruna çıkarılırlar."
(En'am Suresi: 35-36
)
Bunun yanısıra müşriklerin eğer
kendilerine bir mucize gelirse ona kesinlikle inanacaklarına
dair kesin bir dille yemin etmeleri üzerine müminler bu
isteklere cevap verme arzusuna kapılınca yüce Allah'ın
şu uyarısı ile karşılaştılar:
"De ki; `Mucizeler sırf Allah'ın tekelindedir!
Hem bilmiyorsunuz ki, eğer o mucize gelse onlar yine
inanmazlar.
Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek
kendilerini iman etmekten kaçındıkları ilk
durumlarına döndürür ve azgınlıkları içinde
debelenmeye bırakırız." (En'am Suresi:
109-110)
Yüce Allah, bu uyarıyı müminlere şunun
için yöneltti. Her şeyden önce bilsinler ki, ilâhi mesajı
yalanlayanların eksikliğini çektikleri şey gerçeği
kanıtlayan mucize ya da kanıttır. Onların
eksiği sesleri işitme yeteneğini yitirmeleri, ölü
olmaları ve yukarda açıklamaya çalıştığımız
hidayet ve sapıklığa ilişkin ilâhi kanuna
göre hidayetten pay almamış olmalarıdır.
Bunun hemen arkasından müminlerin öğrenecekleri
diğer bir ilke de şudur: Bu din yüce Allah'ın
değişmez kanunları uyarınca yoluna devam eder
ve birtakım öneri heveslilerinin arzularına ve
ihtiraslarına boyun eğmekten yüce bir konumdadır,
böyle bir uzlaşmacılığa asla tenezzül etmez!
Bu bakış açısı bizi bu Kur'an direktifi
ile ilgili daha geniş bir alana iletir. Bu direktif belirli
bir zaman dilimine, belirli bir olaya özgü olmadığı
gibi belirli bir öneriye de bağlı değildir. Zaman
değişir, insanların arzuları da başka
önerilerde somutlaşabilir. Buna göre yüce Allah'ın
dininin çağrı bayraktarlığını
üstlenenler insan arzularının baskısı
altında gerçekten sapmamalıdırlar.
Nitekim günümüzde bazı İslâm dâvetçileri
İslâm inancını "teorik bir doktrin"in
kalıplarına dökerek yazıya geçirmeye kalkışıyorlar.
Bu girişimin altında birtakım insanların
önerilerine olumlu karşılık verme
gayretkeşliği yatar. Böylece basit yeryüzü kaynaklı
düşünce ekollerine özeniyorlar. İnsanlık bu
ekollere bir süre için dört elle sarılıyor. Sonra
zamanla görülüyor ki, bunların tüm içeriği kusur,
saçmalık ve çelişkilerden ibaretmiş. Bazı
İslâm dâvetçileri de İslâm düzenini, bir sosyal
düzen programının ya da ayrıntılı bir
hukuk programının kalıpları için sayfalara
dökmeye kalkışırken aynı arzunun
baskısı altında kalıyorlar. Bu kimseler
İslâm'ın sosyal düzeninden türettikleri bu ayrıntılı
sosyal ve hukuki programlar aracılığı ile
cahiliye düzeninin İslâm'la ilgisiz problemlerini
çözmeye, mevcut şartlarını düzene koymaya kalkışırlar.
Çünkü cahiliye zihniyetinin taraftarları "İslâm,
sadece bir inançtır, onun pratik hayata ilişkin genel
bir düzeni yoktur" diyorlar ya, işte bu çözümler ile
onların istekleri karşılanarak gözlerine
girilecektir sözde! Oysa onlar cahiliye zihniyetinden kaynaklanan
tutumlarını devam ettirerek tağutun, yüce Allah dışı
kaynakların yargısına dayanmayı sürdürüyorlar.
Yüce Allah'ın şeriatın ı ne uyguluyorlar ve
ne de bu şeriatın yargısına teslim oluyorlar.
Bütün bunlar onur kırıcı girişimlerdir.
Hiç bir müslüman değişken düşünce modalarının
arzularına uyayım diye, Allah yoluna çağırma
yöntemlerini geliştirme adı altında bu
girişimlere başvurmamalı, bu oynak ve sebatsız
isteklerin peşine takılmamalıdır.
Bundan daha onur kırıcı bir girişim var ki,
o da İslâm'a başka kılıklar giydirmek
isteyenlerin, ona herhangi bir zaman diliminde geçerli olan
yabancı bir sıfata yakıştırmaya
kalkışanların girişimidir. Sosyalizm,
demokrasi ve benzerleri gibi. Böyleleri İslâmı bu onur
kırıcı takdimleri ile ona hizmet ettiklerini
sanıyorlar. "Sosyalizm, insan yapısı bir
sosyoekonomik doktrindir, doğru ve yanlış olma
ihtimallerine açıktır. "Demokrasi" de insan
yapısı bir sosyal düzen ya da rejim biçimidir. O da
insan yapısı olmanın doğal sonucu olarak
doğru da olabilir, yanlış da. İslâm ise
inanca dayalı düşünceyi, sosyoekonomik sistemi,
yürütme ve örgütlenme sistemini içeren bir yaşama
tarzıdır. Allah yapısı olması açısından
kusurdan, eksiklikten arınmıştır. Acaba yüce
Allah'ın sistemine, kullar katında insan
yapısı bir sıfatla aracılık etmek isteyen
kimsenin İslâm karşısındaki durumu nedir?
Daha doğrusu yüce Allah'a kullar katında kulların
sözleri ile aracılık yapmaya girişen kimsenin
İslâm karşısındaki durumu nedir?
Arapların cahiliye döneminde müşriklerin bütün
müşrikliği, bazı yaratıkları yüce Allah
ile kendileri arasında aracı olarak
tanımaları, onları dost ve dayanak edinmeleridir.
Tıpkı yüce Allah'ın buyurduğu gibi:
"Allah'ı bırakıp da putları dost
edinenler `Onlara, sırf bizi Allah'a
yaklaştırsınlar diye tapıyoruz' derler."
(Zümer Suresi: 3)
İşte şirk budur. Peki, bir de şöylelerini
düşünelim: Bunlar kendileri ile yüce Allah arasında
kullardan aracı tutmuyorlar da kullar katında yüce
Allah'a kulların sistemlerinden ya da doktrinlerinden birini
aracı olarak tutuyorlar. Aman Allah'ım, ne çirkin ve ne
iğrenç bir girişim!
İslâm İslâm'dır, sosyalizm sosyalizmdir,
demokrasi de demokrasidir. İslâm yüce Allah'ın
sistemidir, onun yüce Allah'ın taktığı addan
başka bir adı, yüce Allah'ın
yakıştırdığı sıfattan
başka bir sıfatı yoktur. Diğer ikisi ise insan
yapısı, insan deneyimlerinin ürünü birer beşeri
sistemdir. İnsanlar İslâmı seçeceklerse bu, ilke
uyarınca seçsinler. İnsanları yüce Allah'ın
dinine çağırma görevini üstlenen bir müslümanın
yüce Allah'ın dinine yararlı olacağını
sanarak insanların gelip geçici heveslerini tatmin etmeye
kalkışması, değişken düşünce
modalarına ayak uydurmaya girişmesi doğru
değildir.
Üstelik bu dinlerini küçük görenlere, yüce Allah'ın
ululuğunu gerektiği gibi anlamamış olanlara
soruyoruz. Siz bugün İslâmı insanlara
"sosyalizm" ya da "demokrasi" yaftası
altında sunuyorsunuz. Çünkü bu iki sistem "çağımızın
modalaşmış iki sosyal ve politik
akımıdır. Peki bir zamanlar da insanlar
tarafından en çok tutulan sistem "kapitalizm" idi,
bu sisteme tutunarak derebeylik (feodalite) düzeninden çıkıyorlardı.
Başka bir zamanlarda gözde olan moda sistem monarşi
(mutlakiyet) rejimi idi. Çünkü bu sistem sayesinde dağınık
eyaletler bir bayrak ve tek otorite altında
birleştirilebiliyordu. Meselâ Bismark dönemi Almanya'sı
ile Mazzini dönemi İtalya'sında olduğu gibi. Kim
bilir yarının moda sistemleri, tutulan sosyo-ekonomik
sistemleri, gözde kul-işi rejimleri neler olacak? Acaba bu
modaya ayak uydurmaya çalışanlar yarın İslâmı
insanlara sempatik gelecek bir kılık içinde sunma
gayretkeşliği uğruna İslâmdan ne ad altında
söz edecekler, onun hakkında nasıl konuşacaklar?
İşte gerek incelemekte olduğumuz yukardaki
ayetler ve gerekse Kur'an'ın diğer ayetlerinin direktifi
bütün bu söylediklerimizi içerir. Bu direktif çağrı
bayraktarının dinini yüksekte tutmasını,
şunun bunun önerilerine cevap verme gayretkeşliğine
kapılmamasını, başka bir isimle veya
başka bir yafta ile onu süslemeye kalkışmamasını,
insanlara onu tanıtırken kendi yönteminden, kendi
üslubundan başka bir yöntem ve üslup kullanmamasını
istiyor. Yüce Allah'ın varlıklara ihtiyacı yoktur.
Kulluğu sırf Allah'ın tekelinde görerek, O'nun dışındaki
her şeyin kulluğundan sıyrılarak bu dini kabul
etmeyenlere bu dinin ihtiyacı yoktur. Tıpkı yüce
Allah'ın ne itaatkârlara ve ne de asilere ihtiyacı
olmadığı gibi.
Bir de şunu unutmamak gerekir. Bu din, yüce Allah'ın
insanlar tarafından benimsenmesini istediği ilkeleri ve
özellikleri bakımından orijinal olduğu gibi
uygulama yöntemi ve insan fıtratına hitap etme üslubu
bakımından da orijinaldir, kendine özgü bir kimliğe
sahiptir. Bu dini bu ilkeleri ile, bu özellikleri ile, bu
uygulama yöntemi ve bu üslubu ile yeryüzüne indiren, insanı
yaratan ve onun iç dünyasında ne gibi duyguların cirit
attığını bilen yüce Allah'tır.
İncelemekte olduğumuz bu ayetler grubunda
Kur'an'ın insan fıtratına asıl hitap
ettiğini somutlaştıran bir örnek vardır. Bu
örnek birçok benzerinin sadece bir tanesidir. Bu örnekte insan
fıtratı ile evrensel varlık arasında bağ
kuruluyor, evrensel mesajlar insan fıtratına
yansıtılıyor, insan varlığı bu
mesajları algılasın diye uyandırılmaya
çalışılıyor. Çünkü yüce Allah, eğer
bu mesaj insan fıtratının derinliklerine güçlü
bir frekansla ulaşırsa fıtratın ona da
karşılık vereceğini iyi biliyor. Nitekim O
bize "Ancak işitebilenler çağrıya olumlu
karşılık verirler." buyuruyor.
Bu ayetler grubunda
karşılaştığımız örnek
şudur:
"Muhammed'e, Rabbinden bir mucize indirilseydi ya"
dediler. De ki; "Allah'ın böyle bir mucize indirmeye
gücü yeterlidir, fakat onların çoğu bilgiden
yoksundur."
Bu ayette önce yüce Allah'ın ayetlerini
yalanlayanların, onlara karşı çıkanların
ve kendi kuşakları tarafından görülüp sona
erecek nitelikte somut mucize isteyenlerin sözleri naklediliyor.
Arkasından kalblerine oturacak etkinlikte bir üslupla bu
önerilerinin gerisinde ne olduğu, eğer bu önerileri
kabul edilse arkasından ne geleceği açıklanıyor.
Arkasından gelecek olan akibet kıskıvrak yakalanma
ve toplu-kırıma uğramadır. Yüce Allah'ın
mucize göndermeye gücü yeterlidir. Fakat onun gönderilmemesini
gerektiren faktör, O'nun kullarına yönelik merhametidir; bu
öneriye olumlu karşılık vermemesi O'nun
hikmetinden kaynaklanıyor.
Daha sonraki ayette sözün akışı
ansızın değiştiriliyor. Müşrikler içinde
sıkışıp kaldıkları dar düşünce
kalıbından çıkarılarak uçsuz-bucaksız
evrenin enginliklerine iletiliyor, dikkatleri çevrelerini kuşatan
büyük mucizelere çekiliyor.
Bu
mucizelerin yanında
kendi istedikleri somut mucize sönük ve önemsiz kalıyor.
Evrenin dayanıklı yapısında yeralan ve gerek
kendilerinden önce gerek kendilerinden sonraki tüm insanlârın
iyi bakınca görebildikleri ve görebilecekleri sürekli
mucizelere bakışları yöneltiliyor. Okuyoruz:
"Yerde kımıldayan bütün hayvan türleri ve
kanatları ile uçan bütün kuş çeşitleri sizler
gibi birer canlılar topluluğudurlar Biz hiçbir
şeyi o kitabın dışında
bırakmadık. Sonra bunlar, Rabblerinin huzurunda biraraya
getirilirler."
Bu baş döndürücü bir gerçektir. O günün müşrikleri
bu gerçeğin müthişliğini sadece gözlemleri ile
fark edebilirlerdi. Çünkü onlarda henüz sistematik bilgi gelişmemişti.
Bu gerçek onların çevrelerinde yaşayan
canlıları, kuşları ve böcekleri bağımsız
aile toplulukları halinde bütünleştiriyor. Bu
ailelerin herbirinin ayrı karakteristikleri, ayrı
özellikleri ve ayrı örgütlenme sistemleri vardır.
İnsanoğlunun bilgi düzeyi yükseldikçe bu gerçeğin
görüş alanı genişler. Fakat insan bilimi gerek bu
gerçeğin özüne ve gerekse bu özün uzantısı
olan bilgimize kapalı gayb bölümüne başka bir
şey ekleyemez. Bu gerçek yüce Allah'ın ledünni
(kendine özgü) bilgisinin ve çekip çevirici iradesinin her
şeyi kuşattığı gerçeğidir ki,
evrende gözle görülebilen deminki gerçek bu gerçeğe
tanıklık ediyor onu kanıtlıyor. '
Şimdi düşünelim. Müşrikler somut mucize
istiyorlardı. Gözlerini açtıkça, gözlemlerini
sürdürdükçe, evrenin geçmiş ve gelecek
olaylarının sürecini kavradıkça görebilecekleri
büyük olağanüstüler karşısında daha önce
istedikleri somut mucizeler nerede kaldı, acaba?
Bu örnekte gözlediğimiz Kur'an yöntemi sadece şunu
yapıyor. insan fıtratı ile evren arasında
bağlantı kuruyor, evren ile fıtrat arasındaki
irtibat kanallarını açıyor, sonra da bu
şaşırtıcı ve baş döndürücü
evrenin ve derin boyutlu mesajlarını insan
varlığına akıtmasını
sağlıyor.
Kur'an yöntemi insan fıtratına teorik, zihni
nitelikte birtakım teolojik tartışmalar sunmuyor,
ona "Tevhid" biliminde görüldüğü gibi İslâm
sistemine yabancı birtakım "kelâmi (sözel)"
tartışmalar da sunmuyor. Ona rasyonel ya da materyalist
felsefe spekülasyonları hiç sunmuyor. Ona sunduğu tek
şey görünür ve görünmez kesimleri ile bu gerçek
evrendir. Onu onunla karşılıklı
iletişime, karşılıklı etkileşime ve
karşılıklı mesaj alış-verişi düzenleyen
yöntemden ayrılıp çıkmazlara ve kuytu lâbirentlere
dalmamalıdır.
Daha sonraki ayette bu müthiş mucizeleri, bu olağanüstü
büyük ayetleri yalanlayanların durumlarını açıklayan
bir yorumla mesele noktalanıyor. Okuyoruz:
"Bizim ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde
bocalayan sağırlar ve dilsizlerdir. Allah dilediği
kimseyi şaşırtır dilediği kimseyi de
doğru yola iletir."
Görüldüğü gibi ayet, ayetleri yalanlayanların
durumunu ve karakteristik özelliklerini anlatıyor. Onlar
sağırdırlar, dilsizdirler ve karanlıklar içinde
bocalıyorlar. Ayrıca yüce Allah'ın hidayete ve
sapıklığa ilişkin kanunu da açıklıyor.
Bu kanun yüce Allah'ın hidayete veya
sapıklığa ilişkin dileğini kulların
yaratılış sözünü oluşturan
fıtratın temel niteliğine bağlıyor.
Böylece bu meseleye ilişkin İslâm düşüncesinin
tüm tarafları bütünleşiyor, kaynaşmış
oluyor. Ayrıca hem çağrının yöntemi
belirginlik kazanıyor hem de bu inanç sistemini hareket
plânına yansıtan, değişik şartlarda,
değişik kuşaktan insanlar ile yüzyüze gelen
İslâm davetçisinin durumu anlatılıyor.
Öyle umuyorum ki, çağrının yöntemine ilişkin
bu açıklamalar bu surenin tanıtma yazısında
verilen konu ile ilgili bilgiler ile birlikte gidilecek yolu
aydınlatır niteliktedir. Hiç şüphesiz başarı
yüce Allah'dandır.
PUTPEREST MANTIĞI
Burada -peş peşe gelen ayet dalgalarının bu
aşamasında- Kur'an'ın akışı müşriklerin
fıtratlarını Allah'ın korkunç azabı ile
yüzyüze getiriyor. Daha doğrusu Allah'ın korkunç azabıyla
karşı karşıya getirirken korkunun etkisiyle tüm
cahiliye birikintilerinden soyutlanan, dehşetin
sarsıntısıyla bu birikintilerin birer birer döküldüğü,
artık sahte tanrılar hikayesini unutan ve zaman
kaybetmeden özünde tanıdığı, kurtuluş
ve esenliği yalnızca O'ndan beklediği gerçek
Rabbine yönelen fıtratlarıyla yüzyüze getiriyor.
Kur'an'ın akışı daha sonra kendilerinden
önce geçen kavimlerin yok edildikleri yerler üzerinde düşünmelerini
sağlamak için ellerinden tutuyor ve yol boyunca Allah'ın
kanunun nasıl gerçekleştiğini, O'nun takdirinin ne
şekilde işlediğini gösteriyor. Allah'ın
peygamberlerini yalanlamalarının ardından yüce
Allah'ın onları nasıl yavaş yavaş helâke
sürüklediğini bakışlarına ve basiretlerine
sunuyor. Nasıl imtihan üstüne imtihana -azap ve sıkıntıyla
imtihanın ardından bolluk ve nimetlerle imtihana- tabi
tutulduklarını, gafletten uyanmaları için nasıl
fırsat verildiğini gözler önüne seriyor. Bütün bu fırsatları
kaçınmaları, zorluk karşısında
uyanmamalarının ardından nimetlere aldanmaları
üzerine yürürlükteki ilahî kanun uyarınca Allah'ın
takdirinin gerçekleşmesini, şiddetli azabın
ansızın gelip çatmasını anlatıyor.
"Alemlerin
Rabbi olan Allah'a hamdolsun ki, zalimler güruhunun arkası
kesildi, soyu kurudu."
Gönülleri derinden sarsan bu sahne henüz bitmemişken
diğer bir sahne yer alıyor. Burada da onlar
Allah'ın korkunç azabı ile karşı
karşıya kalıyor, işitme ve görme organları
iş görmez hale getiriliyor, kalplerinin üzerine mühür
vuruluyor. Sonra da işitme, görme ve kavrama organlarını
geri verebilecek Allah'dan başka bir ilah bulamaz oluyorlar.
Göz kamaştırıcı olduğu kadar
dehşet verici olan bu iki sahneyle karşı
karşıya getirilmişlerken onlara peygamberlerin görevinden
söz edilmektedir: Peygamberlerin görevi müjdeleme ve korkutmadır.
Bunun dışında bir görevleri söz konusu değildir.
Ne olağan-üstü şeyler göstermek ne de birtakım
isteklerde bulunanların isteklerine cevap vermek
zorundadırlar. Onlar sadece tebliğ ederler. Müjdeleyip
korkuturlar. Ardından bir grup insan inanır,
yararlı iyi davranışlarda bulunur,
dolayısıyla korkudan emin olur, üzüntüden kurtulur.
Bir grup da yalanlar, karşı çıkar. Bu yalanlama ve
karşı çıkmanın sonucunda da korkunç azabı
tadar. O halde dileyen inansın, dileyen kâfir olsun.