Bu yüce sözler insanın kalbine korkunç bir dehşet
salıyor. insan bu sözlerin yüce Allah tarafından
Peygamberimize yöneltildiğini tam anlamı ile
kavrayınca bu gerçeği bütün varlığı
ile hissedince bu durumun özünü iyice kavrayabilir. O ki,
"ulul azm" peygamberlerden biridir ve son derece sabırlıdır.
Öyle ki, uzun yıllar boyunca kavminin birçok eziyetlerine
katlanmış, her hoşgörülü insanı çileden çıkarabilecek
derecede kaba olan bu davranışları yüce Allah'a
havale etmiş, hiçbir zaman bu kabalıkların
sahiplerine Hz. Nuh gibi beddûa etmemiştir.
Yüce Allah demek istiyor ki; "Ey Muhammed! Bizim değişmez
kanunumuz, sürekli geleneğimiz budur. Eğer onların
sana yüz çevirmeleri ağırına gidiyorsa, eğer
onların yalanlamaları zoruna gidiyorsa ve kendilerine
bir mucize göstermeyi hararetle istiyorsan, o halde kendine yerin
derinliklerine inen bir yarık ya da göğe çıkaracak
bir merdiven bul da onlara bir mucize getir, bakalım!"
Onların doğru yola gelmeleri son kendilerine mucize göstermene
dayanmıyor. Çünkü onların eksiği sözlerinin
gerçek olduğunu kanıtlayacak bir mucize değildir.
Eğer yüce Allah dileseydi onların tümünü doğru
yolda biraraya getirirdi. Bunu yapmanın çeşitli imkânları
yüce Allah'ın elinde idi. İsteseydi tıpkı
melekeler gibi onların fıtratının kökünden
doğru yoldan başkasını bilmeyecek biçimde
yaratırdı; ya da kalblerini bu doğru yol
mesajını kolayca algılayıp ona olumlu
karşılık verecek yatkınlıkla yapardı;
yahut da hepsinin boyun eğmelerini sağlayacak bir
olağanüstülük meydana getirirdi; veya başka bir yöntemle
onları doğru yola getirirdi. Yüce Allah'ın gücü
bu söylediklerimizin hepsini yapabilirdi.
Fakat yüce Allah -tüm evreni kapsamına alan yüce
hikmeti gereğince- insan denen şu canlıyı
belirli bir görev için yarattı; bu görev -O'nun yüce ve
kapsamlı tasarımına göre- insanın belirli
yetenekle donanmasını ve bu yeteneklerin
meleklerinkinden farklı olmalarını
gerektirmiştir. Bu farklılığın sonuçları
grafiğe şöyle yansımıştır.
İnsanların yetenekleri farklıdır, doğru
yol kanıtlarını ve iman mesajlarını
algılama, bu kanıtlara ve mesajlara olumlu
karşılık verme yatkınlıkları
farklıdır, bu farklılık onlara yön ve doğrultu
seçme serbestliği tanıyacak orandadır; bu
serbestliğin derecesi de hidayet ve sapıklığa
verilecek farklı karşılıkları,
farklı ödül ve cezaları adil saydıracak
boyutlardadır.
İşte bu gerekçe ile yüce Allah yapısal bir müdahale
ile tüm insanları doğru yolda buluşturmayı
uygun görmemiş, bunun yerine onlara doğru yoldan yürümeyi
emretmekle yetinerek itaat ve isyan şıklarından
birini seçmeyi özgür iradelerine bırakmış,
kendilerini son aşamada tercihlerinin adil ve haklı
karşılığı ile baş başa
bırakmıştır. Ey Muhammed, bu gerçeği bil,
sakın onun farkında olmayan cahillerden olma. Okuyoruz:
"Eğer Allah dileseydi, onları doğru yolda
biraraya getirirdi. O halde sakın cahillerden olma."
Aman Allah'ım, ne dehşetli sözler ve ne kesin bir
direktif! Fakat dehşetli sözü ve kesin direktifi gerektiren
bir nokta ile karşı karşıyayız.
Arkasından yüce Allah'ın insanları
kalıplarına döktüğü fıtratın
karakteristik özelliği belirtiliyor, doğru yol
karşısındaki farklı konumları
vurgulanıyor, bu konumların delil yetersizliğinden
ya da belge eksikliğinden kaynaklanmadığı
hatırlatılıyor:
"Ancak işitebilenler çağrıya
karşılık verebilirler. Ölülere gelince onları
ancak Allah diriltebilir. Sonra hepsi O'nun huzuruna çıkarılırlar."
Peygamberimizin yüce Allah katından getirdiği gerçeğe
muhatap olan in
sanlar iki kesime, iki ana gruba ayrılırlar. Bu
gruplardan birini diriler oluşturur. Bunların fıtri
algılama cihazları canlıdır, İsler
durumdadır ve dış etkilere açıktır. Böyleleri
doğru yol çağrısına olumlu
karşılık veriyorlar. Zaten bu doğru yol çağrısı
fıtrat tarafından işitilecek ve olumlu
karşılık görecek biçimde güçlü, belirgin, fıtratla
barışık ve uyumludur. Tekrarlıyoruz:
"Ancak işitebilenler çağrıya
karşılık verebilirler."
Bu çağrıya muhatap olan insanların diğer
grubu ise ölüdürler, fıtri mekanizmaları işlemez
durumdadır, işitmezler, algılayamazlar. Bundan
do(ayı çağrıdan etkilenip ona
karşılık veremezler. Bu grubun eksikliğini
duyduğu şey muhatabı olduğu gerçeğin
delil yetersizliği değildir. Gerçeğin delili
özünde saklıdır. Eğer gerçek yol bulup fıtrata
ulaşabilse orada sağlamasını bulur ve
fıtratın olumlu yaklaşımı ile
karşılaşır. Bu grupta eksik olan şey
fıtratın canlılığı ve oradaki
algılama cihazının işlerliği,
aldığı uyarıcılara tepki gösterme yeteneğidir.
Peygamberlerin bu tür insanlar karşısında
yapabilecekleri bir şey yoktur. Onlara delil göstermek de
anlamsız ve yersizdir. Onların işi yüce Allah'a
kalmıştır. Eğer dilerse onları diriltir,
bunun için diriltilmeyi hakeden bir çaba göstermeleri,
dirilmeye lâyık olduklarını yüce Allah'a kanıtlamaları
gerekir. Dilerse de bu dünya hayatı süresince onları
diriltmez, Ahirette O'nun huzuruna dönecekleri güne ölmüşlüklerini,
cansızlıklarını devam ettirir.
Tekrarlıyoruz:
"Ölülere gelince onları ancak Allah diriltebilir.
Sonra hepsi O'nun huzuruna çıkarılırlar."
İşte doğru yol çağrısına olumlu
karşılık verip vermemenin hikâyesi budur. Bu
hikâye durumu bütün yönleri ile açıklığa
kavuşturur, peygamberlerin görevini ve davranış
tarzını belirler ve işi bütünü ile meselenin asıl
sahibine, O'nun dileği uyarınca vereceği hükme
havale eder.
Açıkladığımız gerçek Peygamberimize
anlatıldıktan sonra müşriklerin olağan-üstü
mucize istekleri gündeme getiriliyor. Bu isteğin yüce
Allah'ın değişmez kanununu bilmemekten
kaynaklandığı belirtiliyor bu isteğe olumlu
karşılık verilmemesinin yüce Allah'ın
insanlara yönelik merhametini simgelediği vurgulanıyor.
Çünkü eğer bu öneri gerçekleştirilse o takdirde
insanların inanmazlıklarını kesin bir
toplu-kırım cezası izleyecektir. Bunun
yanısıra yüce Allah'ın tüm evreni çekip çeviren
duyarlı takdirinin bir yönüne, bu takdirin bütün canlıları
kapsayan yaygınlığına dikkat çekiliyor. Bu
yaygın takdir, bütün canlıları içine alan ilâhi
geleneğin gerisinde yatan hikmetin mesajını
duyuruyor. Son olarak hidayetin ve sapıklığın
ardında saklı duran sırlara ve kanunlara, yüce
Allah'ın engel tanımaz dileği uyarınca
işleyen sırlara ve kanunlara parmak basılıyor.
Okuyoruz: