Ahirette yeniden dirilme, hesap verme ve dünyadaki davranışların
karşılığını görme meselesi İslâm'ın
getirdiği inanç sisteminin temel meselelerinden biridir. Bu
dinin yapısı yüce Allah'ın birliği ilkesi ile
birlikte bu meseleye dayanır. Bu ilke bu dinin inanç
sisteminin, düşünce yapısının, ahlâkının,
davranışının, hukukunun ve sosyal düzeninin
temel altyapısını oluşturur.
Bu din -bizzat yüce Allah'ın belirttiği gibi- O'nun
tarafından kemale erdirilmiş, müminlere yönelik
nimetinin tamama erdirilmesinin sembolünü oluşturmuş,
O'nun tarafından müminler için uygun görülmüş bir
dindir. Özü itibari ile eksiksiz bir hayat sistemidir. Yapısı
itibarı ile bölümleri arasında
tamamlayıcılık ve uyum vardır. Bu dinin inanç
sistemi ile ahlâka ilişkin değer yargıları
arasında, bu ikisi ile sosyal düzene ilişkin hukuk
sistemi (Şeriatı) arasında sıkı bir uyum
ve bütünleyicilik vardır. Bunların tümü de ayrı
temel altyapı üzerinde oturur. Bu temel altyapının
bir ayağı yüce Allah'ın birliği ve öbür ayağı
da Ahiret hayatı gerçeğidir.
İslâm düşüncesine göre hayat, ne tek tek
fertlerin kısa ömürleri ile ne herhangi bir milletin kısıtlı
dönemi ile ve ne de insan soyunun dünya hayatında
somutlaşan gelip geçici yaşam periyodu ile
sınırlı bir kavram, bir realite değildir.
İslâm düşüncesine göre hayat, Ahiret hayatını
hesaba katmayan, böyle bir hayata inanmayan dar görüşlülerin
gördükleri, sandıkları ve algıladıkları
şu kısacık dünya döneminden çok daha geniş
boyutlu bir kavram, bir realitedir. Bu kavram, söz konusu kısa
görüşlü düşünceye göre zamanda sonsuzluğu,
mekânda sınırsız enginliği, derinlikte birçok
alemi ve özü bakımından çok-türlülüğü
içerir.
İslâm düşüncesine göre hayat, zaman boyutunda
sonsuzlukla kucaklaşır. Bu süreç içinde hem şu görünen
dünya dönemini hem de Ahiret dönemini kapsamına alır.
Hayatın Ahiret döneminin süresini yalnız yüce Allah
bilir ve dünya dönemi onun karşısında günün bir
tek saati kadar bir şeydir.
İslâm düşüncesine göre hayatın mekân-alan
boyutu da son derece engindir. Bu enginlik, insan soyunun
üzerinde yaşadığı şu dünyanın
yanında başka bir yurdu daha kucaklar ki, bu yurt Ahiret
yurdudur. Ahiret yurdu bir yandan "gökler ile yer arası
enginlikte"ki cenneti ve öbür yandan milyonlarca yıl
boyunca yeryüzünde gelip geçmiş insan
kuşaklarını içine sığdıracak
genişlikteki cehennemi kapsamına alır.
Yine İslâm düşüncesine göre hayat şu gördüğümüz
alem yanında bilgimize kapalı bir gayb aleminin
varlığını içerecek şekilde içerik genişliği
kazanır. Bu gayb aleminin özünü tüm yönleri ile yüce
Allah'dan başkası bilemez. Biz bu alem hakkında
sadece yüce Allah'ın bize verdiği bilgileri biliyoruz.
Bu alemin varlığı ölüm anından itibaren
başlar ve Ahiret yurdu ile noktalanır. Ölüm alemi de
Ahiret alemi de yüce Allah'dan başka hiç kimsenin
içyüzlerini bilmediği gayb alemleridir. Bu alemlerin her
ikisi boyunca insan varoluşu yüce Allah'dan başka hiç
kimsenin bilmediği bir biçimde devam eder.
İslâm düşüncesine göre hayat özü bakımından
da geniş boyutludur. Bu geniş boyutluluk, dünya hayatında
gözlenen şu düzeyi kapsadığı gibi öbür
hayat alanımız olan Ahirette, yani gerek cennette ve
gerekse cehennemde yaşanacak başka yeni düzeyleri de
kapsamına alır. Bu hayat düzeyleri, bu dünyada
sürdürdüğümüz hayatınkine benzemez çeşniler
taşıyan değişik renkli hayat düzeyleridir.
Bunlara göre dünya hayatının bir sinek kanadı
kadar bile değeri yoktur.
İslâm düşüncesine göre insan kişiliğinin
varlığı zaman bakımından böyle bir
sonsuzluğu, mekân-alan bakımından böyle bir
enginliği, derinlik bakımından böyle
birçok-boyutluluğu ve düzey bakımından böyle
çok-çeşniliği kucaklar. Bu düşüncenin tüm
evrenin varlığına ilişkin bölümü ile insan
varoluşuna ilişkin bölümü birbiri ile bütünleşir.
Bu düşüncenin hayata ilişkin hazları köklü,
idealleri, ilişkileri ve değerleri yücedir. Bu
köklülük ve yücelik, sözünü ettiğimiz zaman
sonsuzluğu, mekân enginliği çok-boyutluluk ve düzey
çeşitliği ile eşdeğerlidir. Oysa yukarda sözünü
ettiğimiz "Ahirete inanmazlar" gürûhunun gerek
evren bütününün varlığına ve gerekse insan
varoluşuna ilişkin düşünceleri sığ ve
cılızdır. Onların kendileri de düşünceleri
de değer yargıları da şu dünya hayatının
dar çerçevesi içine sıkışmıştır.
İşte bu düşünce farklılığından
değer yargıları farklılığı ve
sosyal düzen farklılığı kaynaklanır.
Yine bu farklılığın
ışığı altında bu dinin nasıl bütünleşmiş
ve uyumlu bir hayat sistemi oluşturduğu meydana çıkar,
Ahiret hayatının bu sistem yapısındaki
değeri belirginlik kazanır; Ahiret kavramının
bu sistemin düşüncesinin, inanç sisteminin, ahlâkının,
davranış tarzının, hukukunun ve sosyal düzeninin
oluşumundaki olağan-üstü etkisi berraklığa
kavuşur.
Bu son derece geniş zaman ve mekân boyutlarında, bu
kadar çeşitli alemlerde ve haz türlerinin kucağında
yaşayan insan sözünü ettiğimiz dar çerçevenin sıkıştırıcı
kalıpları içinde yaşayan, bu dar çerçeve uğruna
başkaları ile çatışan, kaçırdığı
fırsatlara, yaptıklarına ve kendisine
yapılanlara karşılık şu dünyada insanların
biçecekleri karşılıklardan başka hiçbir
beklentisi olmayan insandan başka bir insandır.
Bu düşünce genişliği, enginliği ve
zenginliği insanın özüne zenginlik, ideallerine ve
duygularına yücelik kazandırır. Bu öz zenginliğinden,
bu ideal ve duygu yüceliğinden kendine özgü bir ahlâk ve
davranış sistemi doğar ki, bu ahlâk ve davranış
sistemi sözünü ettiğimiz dar çerçeve içinde yaşayanların,
zavallı hücre mahkûmlarının ahlâk ve davranış
sistemlerinden tamamen farklı olur. Bu düşünce enginliğine,
genişliğin ve zenginliğine düşüncenin
kendine özgü karakterini, Ahiret yurdundaki adil karşılıklar
inancını, dünyada kaçırılan
fırsatların çok daha büyük, çok daha değerli
bedeller ile karşılanacakları beklentisini
ekleyelim. O zaman insan vicdanı hak, iyilik ve
yapıcılık yolunda fedakârlık göstermeye hazır
hale gelir. Yeter ki, bu fedakârlığın yüce Allah'ın
bir emri olduğunu, Ahiret'te alacağı
karşılığın, kazanacağı
ödülün bu fedakârlığa
dayandığını bilsin.
İslâm düşüncesinin önerdiği gibi bir Ahiret
inancı kafalarda kesinlik kazanınca ferdin ahlâkı
düzelir, davranışları rayına oturur, böylece
sosyal kurumlar ve düzenler sağlıklı bir
işlerliğe kavuşur. Toplumsal hayat bir defa böyle
bir düzene kavuşunca artık fertler onun bir daha
bozulmasına, sapmaya uğramasına meydan vermezler.
Çünkü iyi bilirler ki, böyle bir yozlaşma girişimi
karşısında gösterecekleri suskunluk kendilerini
sadece dünya mutluluğundan yoksun bırakmakla kalmayacak,
Ahirette bekledikleri mükâfattan da yoksun kalmalarına, böylece
hem dünyada ve hem de Ahirette hüsranlığa
uğramalarına yol açacaktır.
Bazıları Ahiret inancını haksız bir
şekilde töhmet altına sokarak derler ki; "Bu inanç,
insanları dünya hayatında pasifliğe, bu
hayatı ihmal etmeye itiyor; insanı dünya hayatını
geliştirip güzelleştirmekten alıkoyuyor; böylece
Ahiret mutluluğu beklentisi ile dünyanın zorbalara ve
bozgunculara bırakılmasına zemin
hazırlıyor."
Ahiret inancına bu iftirayı yükleyenler iftiracılıklarına
bir de cahilliklerini ekliyorlar. Çünkü onlar böyle demekle
sapık hıristiyan kilisesinin düşüncesinde yeralan
Ahiret inancı ile yüce Allah'ın dosdoğru dininde
öğretilen Ahiret inancını birbirine
karıştırıyorlar. İslâm düşüncesine
göre "Dünya, Ahiretin tarlasıdır." Dünya
hayatını doğru yola koymak için, kötülüğü
ve bozgunculuğu ortadan kaldırmak için, yüce Allah'ın
yeryüzündeki egemenliğine yönelik saldırıları
bertaraf etmek için, zorbaları devirip bütün insanlara
yönelik bir mutluluk ve adalet ortamı oluşturmak için
cihad etmek, bütün bu amaçlar uğruna mücadele vermek,
Ahiretin azığıdır. Bu azık mücahidlere
cennetin kapılarını açar, batıla
karşı mücadeleyi verirken uğradıkları
kayıpları ve çektikleri eziyetleri telâfi eder.
Bu düşünceleri içeren bir inanç nasıl olur da
taraftarlarının dünya hayatında
duraklamalarına, kokuşmalarına, bozulmalarına,
geri kalmalarına; toplumlarında
haksızlığın, zulmün ve zorbalığın
àlıp yürümesine meydan vermelerine, yapıcılık
ve gelişme yarışında geri kalmalarına
nasıl izin verebilir? Bu inancın taraftarları
Ahireti kazanmak istediklerine, orada yüce Allah'dan mükâfat
beklediklerine göre dünyada bu uğurda çaba harcamaktan nasıl
geri kalabilirler ve böyle bir ihmalkârlık Ahiret
inancı ile nasıl bağdaşabilir?
Eğer müslüman olduklarını iddia eden insanlar
bazı dönemlerde pasif bir hayat yaşamışlarsa;
bozgunculuğun, kötülüğün, haksızlığın,
zorbalığın, geri
kalmışlığın ve cahilliğin
hayatlarını karartmasına meydan vermişler ise
onların bu saydıklarımızın tümünü ya
da bazılarını yapmalarına yol açan sebep,
İslâm ile ilgili düşüncelerinde beliren bozulma ve
sapmadır; Ahirete ilişkin inançlarının
sarsılması veya zayıflamasıdır; yoksa bu
sayılan olumsuzlukların sebebi onların bu dinin
özüne bağlanmış olmaları, Ahirette yüce
Allah'ın huzuruna çıkacaklarına kesinlikle
inanmış olmaları değildir. Çünkü Ahirette
yüce Allah'ın huzuruna çıkacağına inanan ve
bu dinin özünün bilincinde olan bir kimsenin şu dünya
hayatında pasif, geri kalmış; kötülüğe,
fesada, bozgunculuğa ve zorbalığa razı
olacağı düşünülemez. Müslüman dünya hayatını
yaşarken bu hayattan daha büyük ve daha üstün olduğunun
bilincinde olarak yaşar. Dünyanın temiz nimetlerinden
yararlanır ya da onlardan uzak dururken bu nimetlerin dünyada
helâl olduklarını ve Kıyamet günü ise sırf
müminlere özgü olacaklarını bilir. Bu dünya hayatının
düzeyinin yükselmesi, yeryüzündeki enerji ve güç kaynaklarının
insanın yararına sunulması için çalışırken
bu yoldaki çabanın, yüce Allah'ın yeryüzündeki
halifesi olma görevinin gereği olduğunu aklından
çıkarmaz. Kötülüğe, bozgunculuğa, zulme ve
zorbalığa karşı mücadele ederken, bu uğurda
çeşitli baskılara, sıkıntılara ve fedakârlıklara
katlanırken, hatta şehid olmayı göze alırken
bütün bu didinmelerini Ahirete yönelik bir ön birikim olarak
düşünür. Çünkü dini ona öğretmiştir ki,
"Dünya, Ahiretin tarlası, üretim alanıdır."
Ahirete giden yol mutlaka dünyadan geçer; dünya küçüktür,
basittir, ama daha büyük bir nimete geçiş zemini
oluşturan bir ilâhi nimettir.
İslâmi hayat düzeninin bütün ayrıntıları
Ahiret hayatı realitesine; bu realitenin düşüncede
meydana getirdiği enginliğe, güzelliğe ve yüceliğe;
bu realitenin ahlâkta meydana getirdiği düzey yüksekliğine,
arınmışlığına, hoşgörüye,
hakka bağlılığa, titizliğe ve kötülüklerden
sakınmâya; yine bu realitenin insan davranışlarına
kazandırdığı doğruluğa, güvene ve
kararlılığa dayanır.
Bundan dolayı Ahiret inancı olmaksızın dünyada
İslâm'a uygun bir hayat yaşanamaz, gerçekleştirilemez.
Bu realitenin Kur'an'da bu kadar önemle ele alınması ve
sık sık vurgulanması işte bu yüzdendir.
Araplar cahiliye dönemlerinde -cahillikleri yüzünden- dünya
hayatından başka bir hayatın
varlığına inanmayı kafalarına
sığdıramıyorlardı; şu görünen
alemin dışında başka bir alemin
olabileceğini düşünemiyorlardı; insànın
algılayabildiğimiz ufukları aşarak daha
öteleri kucaklayan uzaklıklarla, ufuklarla ve enginliklerle
bütünleşebileceğini akılları almıyordu;
insanı sadece daha çok hayvana özgü somut algıların
duyguları ve düşünceleri ile sınırlı düşünüyorlardı.
Tıpkı kendilerine ısrarla "bilimsellik"
yaftasını yakıştıran çağımızdaki
yoldaşları gibi. Okuyoruz:
"Onlar `Hayat, sadece dünyadaki hayatımızdan
ibarettir, bir daha diriltilecek değiliz' dediler."
Hiç kuşkusuz, yüce Allah böylesine bir inancın gölgesi
altında insana yaraşır, yüce ve onurlu bir hayat
tarzının asla gerçekleşemeyeceğini biliyordu.
İnsanı yeryüzünün toprağına sıkı
sıkıya yapıştıran, insan düşüncesini
tıpkı hayvanlar gibi- somut şeylere tutkallayan
şu düşünce ve duygu ufuksuzluğunu düşünelim.
Şu dar çerçeveli zaman ve mekân anlayışını
göz önüne getirelim. İnsan nefsinde acımasız
rekabet hırsını, sınırlı nimetler
uğruna boğuşma ve bu basit nimetlere tapma
ihtirasını kamçılayan zaman ve mekân sınırlılığını
gözleyelim. Bu ihtirasların herbiri
kazığını koparmış birer
yırtıcı köpek gibi her tarafa saldırıyor,
ne dizgini var, ne ateş-kes tanır ve uzun vadeli bir
ödül beklentisine kulak asıyor, hayvanların içgüdülerinden
bile daha alçak düzeyi ile her yana tosluyor, ille tatmin
olacak, yoksa her şeyi kırıp geçirebilir. Bir de
şu kurulu düzenleri ve kurumları düşünününüz.
Tek amaçlı ve dayanakları sözünü ettiğimiz
kısıtlı zaman ve mekân çerçevesinde egemenlik
kurmak. Bu uğurda ne adalet ne insaf ne ölçü tanıyorlar
ve ne de acıma duyguları var. Tek bildikleri şey
fertlerin, sınıfların ve milletlerin birbirleri ile
amansız biçimde yarışması,
boğuşmasıdır. Hep birlikte bir ormanda
yaşamanın başıboşluğu içinde boğuşuyorlar.
Boğuşmalarının düzeyi hemen hemen yırtıcı
hayvanların ve sırtlanlarınki ile aynı, arada
pek önemli bir fark yok. Tıpkı günümüzün
"uygar" dünyasının her tarafında gördüğümüz
gibi.
Hiç kuşkusuz yüce Allah bütün bunları biliyordu.
Ayrıca şu da var. Yüce Allah bu ümmeti insanlığın
hayatını denetlemekle görevlendirdi, ona insanlığı
yüce doruğa iletme fonksiyonunu yükledi, bu yüce dorukta
insan onurunun gerçek anlamda somutlaşmasını
diledi. İşte yüce Allah böylesine ağır bir yükümlülüğü
taşıyacak olan bu ümmetin düşünceleri ve değer
yargıları ile söz konusu dar çerçevenin dışına
çıkacak o engin ve geniş ufuklara ve boyutlara
doğru kanatlanmadıkça, başka bir deyimle dünyanın
kısıtlı ufku dışına çıkarak
Ahiretin sınırsız ufuklarına açılmadıkça
bu son derece önemli görevini yerine getiremeyeceğini de
biliyordu.
İşte bundan dolayı yüce Allah, Ahiret gerçeğini
bu kadar güçlü ve ısrarlı ifadeler ile
vurgulamıştır. Bu vurgulamanın birinci
derecedeki sebebi Ahiret aleminin bir "realite"
oluşudur. Yüce Allah gerçeği anlatır. İkinci
derecedeki sebebi ise insanın insanlık niteliğini düşünce,
inanç, ahlâk, davranış, hukuk sistemi ve sosyal düzen
plânında mükemmelleştirebilmek için bu inancın
kaçınılmaz biçimde gerekli oluşudur.
İşte coşkun akışlı bir nehre
benzeyen bu nehrin dalgalar şeklinde önümüze çıkan
ayetlerindeki bu çarpıcı, bu derin etkili
mesajların hikmeti budur. Yüce Allah bu çarpıcı
mesajların insan fıtratını
sarsacağını, titreteceğini, gözeneklerini
açacağı, algılama cihazlarını
uyaracağını, onları harekete geçirip
dirilteceğini ve böylece onları verilen mesajları
almaya, bu mesajlara olumlu biçimde cevap vermeye elverişli
duruma getireceğini biliyordu. Üstelik bu çarpıcı
mesajlar gerçeği ifade ediyorlar. Okuyoruz:
"Onları Rabblerinin huzuruna çıkarıldıkları
zaman keşki görsen! Allah onlara `yeniden dirilmek gerçek
değil miymiş?' der. Onlar `Rabbimiz hakkı için,
evet' derler. Allah da onlara `O halde inkârcılığınızdan
dolayı azabı çekiniz' der."
Bu "Hayat sadece dünyadaki hayatımızdan
ibarettir, daha diriltilecek değiliz." diyenlerin
akıbetidir. Bu onların bedbaht, alçaltıcı, yüz
kızartıcı sahnesidir. Karşısına çıkacaklarını
yalanladıkları Rabblerinin huzurunda dikilmeye
zorlanmışlardır, hiçbir tarafa kımıldayamıyorlar,
sanki boyunlarından tutmuşlar da kendilerini bu
dehşetli ve yüce sahneye çıkarıp ayağa
dikmişlerdir. Tekrarlayalım:
"Allah onlara `yeniden dirilmek gerçek değil
miymiş' der."
Bu soru, muhatabını eritecek, yerin dibine geçirecek
bir sorudur. Acaba ona ne cevap veriyorlar?:
Dünya hayatı ile Ahiret yurdunun yüce Allah'ın
terazisinde son aşamadaki mutlak değeri işte budur.
Bu küçük gezegen üzerinde geçirilen ve aslında gündüzün
bir saati kadar olan hayatın değeri, o engin mülk
aleminin sınırsız sonsuzluğu ile
karşılaştırılınca, ayette
anlatıldığından fazla bir şey olamaz.
Aslında bir saat kadar kısa olan bu zamanı dünya
köleliği uğruna harcamak öbür yüce alemin ağırlıklı
ciddiyeti ile karşılaştırınca oyundan ve
eğlenceden başka bir anlam taşıyamaz.
Bu mutlak bir değerlendirmedir. Fakat-yukarda
değindiğimiz gibi- İslâm düşüncesinde
dünya hayatının ihmal edilmesi, dünyaya karşı
pasif kalınması, dünyadan el-etek çekilmesi sonucunu
doğurmaz. Kimi "tasavvuf" ve "zühd" akımlarında
görülen bu tür ihmalkârlıklar, pasif
yaklaşımlar ve el-etek çekmeler kesinlikle İslâm
düşüncesinden kaynaklanmaz. Bunlar ya ruhbanlığa
dayanan hıristiyan kilisesinin düşüncelerinden ya eski
İran düşüncesinde ya da İslâm toplumuna geçmiş
bazı eski Yunan idealist düşüncelerinden kaynaklanan sızmalardır.
İslâm düşüncesini en eksiksiz biçimde temsil
eden, somut ifadeye kavuşturan büyük örnekler ne pasifliğe
ve ne de dünyadan el-etek çekmeye kaymışlardır.
İşte sahabiler kuşağı. Bu seçkin
insanlar nefislerinde şeytanı yenilgiye
uğrattıkları gibi onu kulların
egemenliğine dayalı imparatorluklar şeklinde
yaşâyan çevrelerindeki cahiliye düzenlerinde de yenilgiye
uğrattılar. Bu kuşak dünya hayatını yüce
Allah'ın terazisindeki değeri ile kavrıyor,
algılıyordu. Bu saygıdeğer kuşak pratik
hayatta gerçekleştirdiği o çok önemli eserleri
Ahirete yönelik çalışmaya döndürdü, hayatın
her alanında dünyayı son derece dinamik ve enerjik bir
yaklaşımla ele aldı.
Dünya hayatı ile Ahiret yurduna ilişkin bu ilâhi değerlendirme
onlara şu avantajı sağladı. Onlar dünyaya kul
olmadılar. Dünyanın sırtına bindiler, onu
sırtlarında taşımadılar. Onu Allah'a kul
ettiler, yüce Allah önünde ona boyun eğdirdiler, onun kölesi
olmadılar. Dünyada yüce Allah'ın halifesi olma görevinin
gerektirdiği her türlü yapıcılık ve
geliştirme faaliyetine sıkıca sarıldılar.
Fakat bu halifelik faaliyetlerinde sadece yüce Allah'ın
hoşnutluğunu ve Ahiret yurdunun
hazırlığını aradılar. Böylece
dünya tutkunlarını önce dünyada geçtiler, sonra da
onları Ahirette geride bıraktılar!
Ahiret, bilgimize kapalı bir "gayb" alemidir. Bu
aleme ilişkin iman düşünceye enginlik ve akla gelişmişlik
kazandırır. Ahiret uğruna çalışmak ise günahlardan
sakınanlar için daha hayırlıdır, bunun böyle
olduğunu aklı başında olanlar bilir. Okuyoruz:
"Oysa günahlardan sakınanlar için Ahiret yurdu daha
bayırlıdır. Buna aklınız ermiyor
mu?"
Bilgimize kapalı bir gerçektir diye günümüzde Ahiret
gününü inkâr edenler bilgiçlik taslayan cahillerdir. Sebebine
gelince bilim, yani "insanların bilimi -ilerde
değineceğimiz üzere- günümüzde bir tek kesin gerçeğe
erebilmiş, bir tek tartışmasız realiteyi
kucaklayabilmiştir ki, o da "gayb gerçeği",
"bilinmezlik (meçhul) gerçeği"dir.
Coşkun akışlı bir nehre benzeyen bu surenin
az sonra okuyacağımız ayet dalgasında söz
Peygamberimize yöneltilerek dürüst ve güvenilir kişiliğine
rağmen uğradığı yalanlamalar
karşısında teselli ediliyor. Çünkü müşrikler
aslında onun yalancı olduğunu düşünmüyorlar.
Peki o halde yüce Allah'ın ayetlerini yalanlamakta,
onları onaylamamakta, mesajlarına inanmamakta neden
ısrar ediyorlar. Bunun başka bir sebebi vardır,
sebep peygamberimizin yalan söylediği kanısında
olmaları değildir.
Bu ayetlerde Peygamberimiz bir de şu açıdan teselli
ediliyor. Onun daha önceki peygamber kardeşleri de
yalanlamalara ve eziyetlere uğramışlardı,
onlar bütün bunlara katlandılar, sabrettiler, sonunda yüce
Allah'ın değişmez kanunları gereğince
zafere ulaşanlar onlar oldu.
Bu gönül okşamaların ve tesellilerin
arkasından Peygamberimize bu çağrı görevi ile
ilgili şu son derece önemli gerçek anlatılıyor:
Bu çağrı yüce Allah'ın geleneği
uyarınca ve O'nun takdirine göre yürür. Çağrıyı
seslendirenin bu konuda yapacağı tek şey duyurma ve
açıklamadır. Olayları ve gelişmeleri yönlendirmek
yüce Allah'ın yetkisindedir. Çağrı görevlisi, bu
gerçeğe göre yoluna devam etmeli, aceleci adımlar
atmaya kalkışmamalı, yüce Allah'a yöntem
önermemelidir. Bu ilke peygamberler için de geçerlidir. Onlar
da yalanlayıcıların, hatta tüm insanların çağrı
yöntemine ilişkin tekliflerine kulak asmamalı, çağrının
doğruluğunu destekleyecek somut kanıtlar ve
mucizeler önermemelidirler. Çağrının
mesajını işiten canlılar ona olumlu cevap
vereceklerdir. Kalbleri ölmüş olanlara gelince böyleleri
ölüdürler, çağrılara karşılık
veremezler, uyarıcılara tepki gösteremezler. Onların
işi yüce Allah'a kalmıştır, isterse
onları diriltir, isterse Kıyamet günü huzuruna
dönecekleri ana kadar onları ölü olarak bırakır.
Peygamberimize karşı duran yalanlayıcılar
da tıpkı yoldaşları olan eski milletlerin
Peygamberlerine karşı yaptıkları gibi O'ndan
olağan-üstü mucizeler istiyorlar. Hiç kuşkusuz yüce
Allah çeşitli mucizeler indirebilir. Fakat kendinin
bildiği bir hikmete dayanarak bunu yapmıyor. Eğer müşriklerin
yüz çevirmeleri Peygambere çok ağır geliyorsa o zaman
kendi insani gücünü seferber ederek onlara mucizeler
göstermeye girişsin! Yüce Allah, bütün varlıkların,
bütün canlıların yaratıcısıdır; bu
itibarla onların yaratılıştan kaynaklanan
esrarlı yönlerini, özelliklerinde ve karakterlerinde
gözlenen farklılıkların hikmetini bilir.
Peygamberlerin mesajlarını yalanlayan insanları
karanlıklar içinde sağır ve dilsiz durumda
bırakan O'dur. Kendi bildiği yaratılış ve
farklılaşma hikmetinin sonucu olarak dilediğini
doğru yola ileten ve dilediğini saptıran O'dur.