25- Onların içinde seni dinleyenler vardır, biz
onların kalblerini, Kur'an'ı anlamalarına engel
oluşturacak biçimde, perdeledik, kulaklarını da
sağırlaştırdık. Bu yüzden her türlü
mucizeyi görseler bile ona inanmazlar. Nitekim bu kâfirler tartışmak
için yanına geldiklerinde sana "Bu Kur'an, eskilerin
masallarından başka bir şey değildir"
derler.
26- Hem başkalarını Kur'an'dan uzak tutuyorlar,
hem de kendileri ondan uzak duruyorlar. Böylece aslında
kendilerini mahvediyorlar, ama bunun farkında
değildirler.
27- Cehennemin başında durdurulduklarında
onların "Ah ne olaydı, dünyaya geri gönderilsek
de bir daha Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve müminlerden
olsak " dediklerini keşki görseydin!
28- Hayır, sadece daha önce içlerinde sakladıklarının
akıbeti önlerinde belirdi (diye böyle hayıflanıyorlar.
Yoksa) eğer dünyaya geri gönderilseler yine sakındırıldıkları
yola dönerler. Onlar gerçekten yalancıdırlar.
Burada iki karşılıklı sayfa önündeyiz.
Sayfanın birincisi dünyaya ilişkindir, bu sayfa inatçılık
ve yüz çevirme tasvirlerinden oluşuyor. İkinci sayfa
Ahirete ilişkindir, bu sayfa da pişmanlıklar ve
hayıflanmalarla doludur. Kur'an-ı Kerim bu sahneyi son
derece etkileyici ve duygularını kamçılayıcı
bir canlılıkla sunuyor. Bu tasvirler ile serkeş
fıtrata hitap ediyor, onu güçlü bir şekilde
sarsıyor. İstiyor ki, üzerine çöreklenen paslar
dökülsün, tıkanmış kanalları açılsın
ve henüz iş işten geçmeden, halâ fırsat eldeyken
şu Kur'an'ı incelemeye yönelsin. Okuyoruz:
"Onların (müşriklerin) içinde seni dinleyenler
vardır, hız onların kalblerini, Kur'an'ı
anlamalarına engel oluşturacak biçimde, perdeledik,
kulaklarını da sağırlaştırdık.
Bu yüzden her türlü mucizeyi görseler bile ona inanmazlar."
Ayette kalblerdeki "perdeleme"yi anlatmak için
"ekine" ve kulaklardaki sağırlaştırmayı
anlatmak için de "Vakr" kelimeleri kullanılıyor.
Bu kelimelerden "ekine" söz konusu kalblerin dışardan
gelen mesajlara açılıp onları anlamalarına
engel olan kılıflar, perdeler anlamına gelirken
"vakr" sözcüğü söz konusu kulakların
fonksiyonlarını yerine getirmelerine işitmelerine
engel olan sağırlık anlamındadır.
Burada sanki anlayacak kalbleri ve işitecek kulakları
yokmuş gibi sözleri duydukları halde anlayamayan insan
tiplerinden söz ediliyor. Bu tipler insanlar arasında
çoktur. Onlara her kuşakta her toplumda her yerde her zaman
rastlanabilir. Bunlar görünüşte Hz. Adem'in soyundan gelme
insanlardır. Fakat işittikleri söze karşı onu
hiç işitmemiş gibi tepki gösteriyorlar. Kulakları
sanki fonksiyonunu yerine getiremeyecek derecede sağır
gibidir. İdrakleri, kavrama yetenekleri de sanki bir
kılıf içinde saklanmıştır da
kulakları ile işittikleri sözlerin anlamı bu
kılıfları aşıp içeriye giremiyor.
Okuyoruz:
"Bu yüzden her türlü mucizeyi işitseler bile ona
inanmazlar. Nitekim bu kâfirler tartışmak için yanına
geldiklerinde sana `Bu Kur'an eskilerin masallarından
başka bir şey değildir' derler."
Onların gözleri de kulakları gibidir, herhangi bir görme
kusurları yoktur, fakat buna rağmen göremiyorlar ya da
algıladıkları görüntüler kalblerine ve akıllarına
ulaşmıyor.
Acaba ne oldu bu adamlara? Kendileri ile algılama ve
reaksiyon gösterme yetenekleri arasına giren engel nedir?
Kulakları, gözleri, akılları varken işitmez,
görmez ve anlamaz olmalarına yol açan sebep nedir. Yüce
Allah bunun sebebini şöyle açıklıyor:
"Biz onların kalblerini, Kur'an'ı
anlamalarına engel oluşturacak biçimde perdeledik;
kulaklarını da sağırlaştırdık.
Bu yüzden her türlü mucizeyi görseler bile ona inanmazlar."
(Ankebut Suresi: 69)
Burada yüce Allah'ın onlara ilişkin bir hükmü dile
getiriliyor. Bu ilâhi hükmün sonucunda onlar önlerine sunulan
gerçeği algılıyorlar, fakat anlayamıyorlar,
kulakları normal görevlerini yapıp işittikleri gerçeği
idrak merkezlerine ulaştırarak bu gerçeğe olumlu
cevap vermelerini sağlayamıyor. Oysa bu kulaklara birçok
hidayet kanıtı ve iman mesajı iletmiştir.
Fakat yüce Allah'ın bu hükmünün dayandığı
temel yasayı biraz irdelememiz gerekir. Yüce Allah buyuruyor
ki:
"Bizim uğrumuzda cihad edenleri kesinlikle
yollarımıza ileteceğ
iz"
"Nefse ve nefsi oluşturana; ona hem kötülüğü
ve hem de kötülükten sakınmayı ilham edene yemin
olsun ki, nefsini arındıran başarıya
ulaşmış ve onu kötülüklere daldıran ziyana
uğramıştır." (Sens Suresi: 7-10)
Demek ki, yüce Allah'ın tutumu hidayete ermek için çaba
harcayanı hidayete erdirmek ve nefsini kötülüklerden arındıranı
başarıya ulaştırmak şeklinde beliriyor.
Fakat söz konusu kimseler hidayete yönelmemişlerdir ki, yüce
Allah kendilerini hidayete erdirsin; yapılarındaki
algılama sistemini kullanmaya girişmemişlerdir ki,
yüce Allah aldıkları uyarıya olumlu
karşılık vermelerini sağlasın. Bu adamlar
her şeyden önce fıtri sistemlerini işlerlikten
alıkoymuşlar, dumura uğratmışlardır,
yüce Allah da bu yüzden hidayet ile aralarına engel
koymuş; bu ilk davranışları ve ilk
niyetlerinin karşılığı olarak
haklarındaki hükmünü bu şekilde yürürlüğe
koymuştur.
Yani her şey yüce Allah'ın emri ile, iradesi ile
olur. Doğruyu bulmak için çaba harcayanı doğruya
iletmek ve nefsini arındıranı başarıya
ulaştırmak yüce Allah'ın emirlerindendir. Gerçeğe
sırt dönenlerin kalblerini, onu anlamalarını
engelleyecek biçimde perdelemek ve kulaklarını
sağırlaştırmak, böylece onları her türlü
mucizeyi görseler bile inanmayacak şekilde
duyarsızlaştırmak da yüce Allah'ın emirleri
arasındadır, O'nun tasarrufunun sonucudur.
Bunun yanısıra sapıklıklarını, müşrikliklerini
ve yanılgılarını yüce Allah'ın bu
yoldaki iradesine, kendileri hakkındaki önüne geçilmez
hükmüne dayandırarak sorumluluklarından
sıyrılmak isteyenler bu durumda demagoji yapıyorlar.
Yüce Allah aşağıdaki ayetlerde onları bu
konudaki gerçekle yüzyüze getirmekte, bu yoldaki sözlerini
naklederek bu bahaneleri aptalca bulduğunu
vurgulamaktadır:
"Allah'a ortak koşanlar `Eğer Allah dileseydi,
ne biz ve ne de atalarımız O'nun dışında
bir şeye tapmazdık, O'nun buyruğu
olmaksızın hiçbir şeyi haram saymazdık'
dediler. Onlardan öncekiler de böyle davrandılar.
Peygamberlerin üzerine açık duyurudan başka düşen
bir görev var mı ki?
Biz her ümmete `Allah'a kulluk ediniz, tabuttan (azdırıcılardan)
uzak durunuz' diyen bir peygamber gönderdik. Onlardan kimini
Allah hidayete erdirdi, kimisi de sapıklığı
hakketmiştir. Yeryüzünü geziniz de peygamberleri
yalanlayanların sonunun nice olduğunu görünüz. (Nahl
Suresi: 35-36)
Görülüyor ki, yüce Allah müşriklerin bu tür
sözlerini yadırgıyor ve yapılan uyarılardan
sonraki sapıklıklarının gerçeklik kazanmasının
kendi davranışlarından kaynaklanmış bir
sonuç olduğunu vurguluyor.
Bazı kimseler kaza-kader, zorunluluk-serbest tercilı
(determinizm-volatarizm), kulun iradesi-kazanımı
konularını teolojik tartışma konuları
haline getiriyorlar, bu tartışmaları akıl
ürünün varsayımlara ve zihni spekülasyonlara dayandırıyorlar.
Böyleleri bu konuları gerçekçi ve yalın bir biçimde
sunmayı amaçlayan Kur'an metodundan uzaklaşırlar.
Bu konulara ilişkin Kur'an metoduna göre her şey
kesinlikle yüce Allah'ın takdirine bağlı olarak
gerçekleşir, insanın şu ya da bu biçimdeki
yönelişi yüce Allah'ın onu döktüğü fıtrat
kalıbının sınırları içinde yer alır,
yüce Allah'ın takdiri uyarınca biçimlenen fıtratın
kapsamı dışında düşünülemez. Bu arada
insanın şu ya da bu yöne yönelmesinin dünyada ve
Ahirette karşılaşılacak zorunlu sonuçları
vardır ki, bunlar da yüce Allah'ın takdiri
uyarınca meydana gelir. Böylece her şey son
aşamada yüce Allah'ın takdirine dayanır. Fakat yüce
Allah'ın takdiri, insana bağışlanan iradeye
bağlı olarak gerçekleşir. Bu söylediklerimizin
ötesinde sadece kuru tartışma vardır ki o da
insanı mutlaka kuşkuya ve belirsizliğe götürür.
Müşriklerin dikkatlerini iç duygularındaki ve
dış dünyadaki ilâhi ayetlere çekmeye çalışan
Kur'an'da onlara yeterli oranda hidayet belirtileri, hak
kanıtları ve iman mesajları sunuluyordu. Buna göre
eğer onların kalbleri bu noktaya yönelseydi, tek başına
bu kaynak kalblerinin bam tellerini harekete geçirmeye, umursamaz
idrak merkezlerini sarsıp uyarmaya ve etki-tepki sistemine göre
işleyen bir iletişim canlılığına
kavuşturmaya yeterdi. Fakat onlar hidayete ermek için
hiçbir çaba harcamadılar, tersine
fıtratlarını ve onu uyaran sistemleri işlemez
hale getirdiler, dumura uğrattılar. Bunun üzerine yüce
Allah da kendileri ile hidayet mesajları arasına perde
gerdi. Bu yüzden Peygamberimizin yanına geldiklerinde gözleri
kulakları ve kalbleri açık olmuyordu ki, O'nun
kendilerine söylediklerini gerçeği arayan bir
yaklaşımla inceleyebilsinler. Tersine onlar
Peygamberimizin söylediklerine sadece tartışmak için,
onları reddetmeye ve yalanlamaya bahane bulmak için kulak
veriyorlardı. Okuyoruz:
"Nitekim bu kâfirler tartışmak için yanına
geldiklerinde sana `Bu Kur'an eskilerin masallarından
başka bir şey değildir' derler."
Burada "masallar" anlamına gelmek üzere kullanılan
"esatır" kelimesi, "usture" sözcüğünün
çoğuludur. Müşrik Araplar bu deyimi putperestlik hikâyelerinde
anlatılan masal kahramanlarına ve düzmece ilâhlara ilişkin
olağanüstü serüvenler hakkında
kullanırlardı. Bu türden hikâyelerin coğrafi
bakımdan eski Araplara en yakın olanları eski Pers
putperestliğinin masalları idi.
Onlar bu Kur'an'ın eskilerden kalma bir masal derlemesi
olmadığını iyi biliyorlardı. Fakat
onların amaçları sadece tartışma çıkarmak,
reddetme ve yalanlama bahaneleri bulmak, akla uzak kuşku
tohumları üretmekti. Kendilerine okunan Kur'an ayetlerinde
Peygamberlere, bu peygamberlerin kavimlerine, Peygamberlerinin
mesajlarını yalanlayan eski milletlerin
toplu-kırım sahnelerine ilişkin hikâyelere, kıssalara
rastlıyorlardı. Bunun üzerine çürük bahanelere sığınmayı
marifet bilen ucuz bir demagojik yaklaşımla bu
kıssalar hakkında, hatta Kur'an'ın tümü için "Bu
eskilerin masallarından başka bir şey değildir"
dediler.
Nitekim Rüstem ve İsfendiyar gibi eski İran masal
kahramanlarının maceralarını ezbere bilen
Malik b. Nadr, Peygamberimiz Kur'an okurken yakınında
bir yerde oturur ve Kur'an dinleyenlerin işitecekleri bir
şekilde şöyle derdi; "Eğer Muhammed size
eskilerin masallarını anlatıyorsa ben O'nun
anlattıklarından daha güzel masallar biliyorum. Böyle
dedikten sonra bildiği masalları anlatmaya koyulurdu.
Amacı halkı Kur'an-ı Kerim'i din?emekten
alıkoymak ve onun eskilerden kalma bir masal
yığını olduğu yutturmacasını
zihinlerde pekiştirip gözden düşmesini
sağlamaktı.
İleri gelen müşrikler halkı, Kur'an'ı
dinlemekten uzak tutmaya çalıştıkları gibi
kendileri de onu dinlemekten sakınıyorlar, uzak
duruyorlardı. Çünkü eğer onu dinlerlerse etkisi
altına girip çağrısına olumlu cevap
vereceklerinden korkuyorlardı. Okuyoruz:
"Hem başkalarını Kur'an'dan uzak tutuyorlar
hem de kendileri ondan uzak duruyorlar. Böylece aslında
kendilerini mahvediyorlar, ama bunun farkında
değildirler."
Onlar Kur'an'ın eskilerden kalmış bir masal
kitabı olmadıklarını gayet iyi bildikleri gibi
eğer insanlar onu dinlemek üzere serbest bırakılırsa
ona yöneltilen bu karalamanın hiçbir işe
yaramayacağını da iyi biliyorlardı.
Kureyşli ileri gelenler, taraftarlarının
Kur'an'ın etkisi altına gireceklerinden korktukları
gibi onun kendilerini de etkileyeceğinden korkuyorlardı.
Bu yüzden hakkın kendiliğinden etkili olan güçlü
nüfuzuna karşı giriştikleri savaşta Nadr b.
Haris'in, Peygamberimizin yakınlarında oturum düzenleyip
eski milletlerden kalma masallar anlatması cılız ve
komplocu batıl taraftarları hesabına yeterli bir
önlem olamazdı. Bundan dolayı taraftarlarını
Kur'an dinlemekten uzak tutmaya çalıştıkları
gibi kendileri de onu dinlemekten uzak duruyorlardı. Çünkü
onun etkisi altına girip mesajına olumlu
karşılık verirler diye ödleri kopuyordu. Nitekim
Kur'an'ın bu çekim gücüne karşı direnenler
arasında Ahnes b. Şerik, Ebu Sufyan b. Harb, Amr b.
Hişam gibi ileri gelen müşrikler de vardı; fakat
aynı kimseler, tarihi belgelerden öğrendiğimize göre,
gizlice Kur'an'ı dinlemekten kendilerini
alamamışlar, içlerinde doğan bu yoldaki güçlü
arzularını frenleyememişlerdi.
Kendilerini ve başkalarım bu Kur'an'ı
dinlemekten, onun etkisi altında çağrısına
olumlu cevap vermekten uzak tutmak için harcadıkları bütün
bu çabaları, yüce Allah'ın bizzat belirttiği gibi
aslında kendilerini mahvetmek için harcıyorlardı.
"Böylece aslında kendilerini mahvediyorlar, ama
bunun farkında değildirler."
Kendilerini ve başkalarını hidayetten,
iyilikten, dünya ve Ahiret kurtuluşundan alıkoymak için
çaba harcayanlar kendilerinden başka kimi mahvederler ki?
Yüce Allah'ın hidayeti ile kendileri ve insanlar
arasına girmeyi ana gaye haline getirenler, doğru yol
ile insanlar ve kendileri arasında engel oluşturmak
uğruna bütün çabalarını
yoğunlaştıranlar aslında
zavallıdırlar. Bunlar zorba
kılığında, tağut üniforması içinde
görülseler de zavallıdırlar. Zavallıdırlar,
dünyada da Ahirette de aslında mahvettikleri, kendileridir.
Bunların, aldanmışların gözü ile belirli bir
süre için kazanmış ve başarılı görünmeleri
hiç önemli değildir. Bunun böyle olduğunu görmek
isteyenler dünyaya ilişkin bu ilk sayfanın
karşı sayfasını okusunlar.
"Cehennemin başında durdurulduklarında
onların `Ah ne olaydı, dünyaya geri gönderilsek
de bir daha Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve
müminlerden
olsak' dediklerini keşki görseydin."
Bu tablo, onların dünyada oluşturdukları
tablonun karşıtıdır. Dünyaya ilişkin
sırt çevirme, tartışma, Kur'an'ı dinlemeye
yasak koyma uzak durma, ona karşı bitmez-tükenmez
iddialar düzme sahnesinin karşıtı olan
zavallılaşma, pişmanlık,
aşağılaşma, hayıflanma ve yazıklanma
motiflerinden oluşmuş bir sahne
karşısındayız:
"Cehennemin başında durdurulduklarında
onları keşki görseydin."
Bu sahneyi keşki görseydin! Onları cehennemin
başında durdurulmuşlarken, yani yüz
çeviremeyecekleri, geri dönemeyecekleri, itiraz edemeyecekleri,
demagoji düzemeyecekleri o pozisyonda keşki görseydin!
Eğer onları o pozisyonda görseydin, çehrelerinde
somutlaşan korkuyu fark edecek ve şöyle dediklerini
görecektin:
"Alı ne olaydı, dünyaya geri gönderilsek de
bir daha Rabbimizin
ayetlerini
yalanlamasak ve müminlerden olsak"'
Şimdi onların Peygamberimizin söylediklerinin
"Allah'ın ayetleri" olduklarını
biliyorlar ve tekrar dünyaya geri döndürülmelerini temenni
ediyorlar. Eğer kendilerine böyle bir fırsat
tanınırsa bu ayetleri bir daha
yalanlamayacaklarını, tersine onlara inananlardan
olacaklarmış!
Fakat bu temennileri gerçekleşmeyecek bir kuruntudan
başka bir şey değildir!
Üstelik onlar karakterlerini; cibilliyetlerini tanımıyorlar.
Bu karakter iman etmez. Eğer dünyaya döndürülecek olursa
yüce Allah'ın ayetlerini inkâr etmeyecekleri, bunlara
inanacakları yolundaki sözlerine gelince kendi adlarına
verdikleri bu peşin söz yalandır, eğer
arzularını yerine getirmek imkânı verilse gerçekleşmeyecek
bir palavradır. Şimdi dünyadaki kötü davranışlarının
sonucu, acı akıbetleri meydana çıktı diye böyle
konuşuyorlar. Oysa onlar bu kötü davranışlarını,
bu acı akıbetlerini dünyadayken taraftarlarından
saklıyorlar, onlarda haklı, başarılı ve
kazançlı oldukları izlenimini uyandırmaya çalışıyorlardı.
Okuyoruz:
"Hayır, sadece daha önce içlerinde sakladıklarının
akıbeti önlerinde belirdi (diye böyle hayıflanıyorlar.
Yoksa) eğer dünyaya geri gönderilseler yine sakındırıldıkları
yola dönerler. Onlar gerçekten yalancıdırlar."
Hiç kuşkusuz yüce Allah onların karakterlerini
biliyor, eğri yollarına ne kadar ısrarla
bağlı olduklarını biliyor ve bu
kuruntuları dile getirmelerinin, bu peşin sözleri
vermelerinin sebebinin cehennem ateşinin başında
durdurmaları sahnesinin korkunç şoku olduğunu
biliyor. "Yoksa eğer geri gönderirseler yine sakındırıldıkları
yola dönerler, onlar gerçekten yalancıdırlar."
Ayetlerin akışında onlar bu çirkin sahne ile,
suratlarına hakaret ve yalancılık suçlaması
vuran bu red cevabı ile baş başa
bırakılıyorlar.
MÜŞ'RİKLERİN İKİ AYRI TUTUMU
Evet, müşrikleri bu bedbaht sahne ile baş başa
bırakan bu ayetlerin devamında yine birbirinin
karşıtı olan iki yeni sayfa açılıyor. Bu
sayfalarda iki karşıt tablo çiziliyor. Tablolardan biri
dünyaya ilişkindir. Müşrikler bu tabloda "yeniden
dirilip biraraya toplanma yoktur, hesap verme ve ceza belirleme
yoktur" diye kestirip atıyorlar. Ahirete ilişkin
ikinci sahnede ise aynı kişiler Rabblerinin huzurunda
dikilmişler, yüce Allah, içinde bulundukları durumu
kasd ederek kendilerine
"Karşılaştığınız bu durum
gerçek değil miymiş`?" diye soruyor. Müşrikleri
tiril tiril titreten ve kar gibi eriten müthiş bir soru bu.
Soruya zillet içinde, ezilip büzülerek "Rabbimiz hakkı
için, evet" diye karşılık veriyorlar. Bunun
üzerine dünyadaki inkârcı tutumlarının
karşılığı olarak acıklı azapla
karşılaşıyorlar.
Daha sonraki ayetlerde yeni bir sahne ile
karşılaşıyoruz. Bu sahnede yüce Allah'ın
karşısına çıkacaklarını inkâr etmiş
olan müşrikleri Kıyametin pençesine yakalanmış
olarak görüyoruz. Hayıflana hayıflana günahlarının
yükünü sırtlamışlar, bu ağır yükün
altında iki büklüm durumda yol almaya çalışıyorlar.
Bu ayetlerin sonunda dünya ile Ahiretin yüce Allah'ın
duyarlı terazisindeki ağırlıkları ve
değerleri belirleniyor. Okuyoruz: