Yahudiler ile hıristiyanların Kur'an-ı Kerim'i
iyi tanıdıkları ya da Peygamberimizin gerçek
peygamber olduğunu ve Kur'an'ın kendisine yüce Allah
tarafından indirildiğinin gerçek olduğunu
bildikleri sık sık vurgulanır. Bu gerçek kimi
zaman müşriklerin kendilerine karşı ortaya konur;
onların bu din karşısında
takındıkları karşıt, inkârcı,
savaşçı ve saldırgan tutuma cevap vermek için
gündeme getirilir. Kimi zaman da bu gerçek müşrik Araplara
karşı ortaya konur; bu durumlarda müşrik Araplara
vahyin ve semavi kitapların niteliklerini iyi bilen
yahudilerin ve hıristiyanların şu Kur'an'ın
mahiyetini de aslında iyi bildikleri, O'nun kendi
peygamberlerine daha önce indirilmiş kutsal kitaplar gibi
vahiy yolu ile Peygamberimize indirilmiş bir kitap
olduğundan kuşku duymadıkları, buna göre ona
karşı çıkışlarının samimi
olmadığı hatırlatılır.
Bu ayet -tercih ettiğimiz görüşe göre- Mekke inişlidir.
Buna göre burada ehl-i kitaptan söz edilmesi, müşrik
Araplara şu mesajı vermek içindir: Kendilerinin inkâr
ettikleri şu Kur'an'ı, kitap ehli çocuklarını
tanıdıkları gibi tanıyorlar, durum böyleyken
eğer bunların çoğu buna inanmıyorsa bunun
sebebi bunların kendi özlerine kıymış
olmalarıdır, inanmamaları o yüzdendir. Bu konudaki
durumları, öz benlikleri kıydıkları için bu
dine inanmamış olan müşriklerin durumu gibidir.
Ayetin önü de arkası da müşriklerden söz ediyor ki,
bu durum bu surenin tanıtma yazısında
dediğimiz gibi bu ayetin Mekke inişli olduğu görüşüne
katılmamızın gerekçelerindendir.
Tefsir bilginleri gerek bu ayeti ve gerekse benzerlerini şöyle
açıklıyorlar: "Onlar, yani ya müşrikler ya
da kitap ehli, bu Kur'an'ın Allah tarafından
indirilmiş, gerçek bir kitap olduğunu veya
Peygamberimizin gerçek bir peygamber olup Kur'an'ın
kendisine vahiy yolu ile indirildiğini biliyorlar."
Bu anlam ayetin içeriğinde gerçekten vardır, fakat
ayetin söylemek istediğinin bütünü bu değildir.
Eğer biz tarihin akışını iyi izlersek ve
yahudiler ile hıristiyanların bu süreç içinde bu dine
karşı takındıkları tutumu
değerlendirirsek bu ayetin bir başka anlamı daha
olduğunu görürüz. Yüce Allah bu "öbür" anlamı
da müslümanlara belletmeyi dilemiş olmalıdır. Böylece
bu din dolayısı ile sürekli biçimde yahudi ve hıristiyanlarla
karşı karşıya gelmek zorunda kalan müslümanlar
bu önemli gerçeği hep belleklerinde yaşatsınlar,
hiçbir zaman akıllarından çıkarmasınlar
istemiştir.
Yahudiler ve hıristiyanlar Kur'an'ın Allah'dan
gelmiş, gerçek bir kutsal kitap olduğunu biliyorlar.
Bundan dolayı gayet iyi biliyorlar ki, bu kitap etkilidir, güçlüdür,
yararlıdır, yapıcıdır; onun öğrettiği
inanç sistemini benimseyen, onun bellettiği ahlâk sistemini
kişiliğinde somutlaştıran ve onun
dayandığı hayat düzenini toplumunun pratiğine
yansıtan millet için itici, ileriye götürücü bir enerji
kaynağıdır. Bu yüzden bu kitaba ve bağlılarına
karşı durmak için akıllarının
erdiği bütün hesapları yaparlar. Çünkü dünyanın,
kendileri ile bu dinin bağlılarına bir arada dar
geleceğini gayet iyi biliyorlar! Sebebine gelince iyi
biliyorlar ki, bu dinin içeriği gerçektir, haktır ve
buna karşılık kendi yolları eğridir,
batıldır; benimsedikleri, sosyal kurumları, ahlâkları
ve hayat tarzları için dayanak edindikleri cahiliye
zihniyeti ile bu din uzlaşmaz, onun varlığına
göz yummaz; bu yüzden bu dinin cahiliyeye yönelik sürekli ilişkisi,
amansız bir savaş olacaktır. Cahiliye zihniyetinin
dünyada kökü kazınıncaya, bu din yeryüzünde
kesinlikle egemen oluncaya, yüce Allah'ın egemenliğini
gasp etmeye yeltenenler dünyanın her tarafından kovulup
atılıncaya, egemenlik yüce Allah'ın tekelinde
odaklaşıncaya kadar bu amansız savaş sürüp
gidecektir.
İşte yahudiler ile hıristiyanlar İslâm
dinine ilişkin bu gerçeği iyi biliyorlar, bu anlamda
onu çocuklarını tanıdıkları gibi
tanıyorlar. Bundan dolayı kuşaktan kuşağa
aktarılan yoğun bir çaba ile bu dini araştırıyorlar,
onun güç kaynaklarını irdeliyorlar, vicdanlara
giriş kanallarını ve sızma gözeneklerini
belirlemeye çalışıyorlar. Ciddi bir biçimde
şu soruların cevabını arıyorlar: Bu dinin
yönlendirici, atılımcı gücünü nasıl
sarsabilirler? Onun bağlılarının kalblerine
nasıl kuşku ve güvensizlik tohumları ekebilirler?
Onun nass'larını ve kavramlarını nasıl
çarpıtabilirler? Bağlılarını gerçek
bilim yolundan nasıl saptırabilirler? Bu dini
batılı ve cahiliye zihniyetini silindir gibi ezen ilâhi
egemenliği, onu gasp edenlerden geri alarak yüce Allah'ın
yeryüzündeki egemenliğini perçinleyen ileriye itici,
dinamik niteliğinden uzaklaştırarak kuru bir kültürel
akıma, birtakım cansız teorik
araştırmalara, birtakım teolojik ya da
fıkhı tartışmalara veya anlamsız mezhep
çatışmalarına nasıl dönüştürebilirler?
Onun özüne yabancı, hatta özünü tahrip edici düşünceler
ile sistemlerle ve kurumlarla temel kavramlarını
nasıl yozlaştırabilirler? Bu melânetleri işlerken
bu dinin bağlılarına inanç sistemlerini saygın
ve dokunulmaz tuttukları izlenimini nasıl verebilirler?
Sonunda bu inanç sisteminin boşluğunu başka düşünceler
ile, başka kavramlar ile ve başka idealler ile
nasıl doldurabilirler; böylece çarpıtacakları,
tanınmaz hale getirecekleri bu inanç sisteminin vicdanlarda
kalan köklerinin son kalıntılarını da
nasıl söküp atabilirler?
Yahudiler ile hıristiyanlar bu dini ciddi, köklü ve
titiz bir biçimde etüd ediyorlar. Ama amaçları, bazı
saf müslümanların sandıkları gibi gerçeği
aramak değildir; ya da bazı aldanmışların
düşündükleri gibi bu dine hakkını vermek, onun
değerini tarafsız bir şekilde ortaya koymak
değildir. Sözünü ettiğimiz aldanmışlar
Batılı araştırıcıların veya
oryantalistlerin bu dinin herhangi bir iyi tarafını
itiraf ettiklerini görünce hemen böyle bir yanılgıya
kapılıverirler. Asla! İşin aslı hiç bir
zaman böyle değildir. Onlar bu dine neresinden
vurabileceklerini, onun duyarlı ve ölümcül noktalarının
nereler olabileceğini belirleyebilmek amacı ile onu
ciddi, köklü ve titiz biçimde etüd ediyorlar. Onlar bu dinin
vicdanlara girerken kullandığı yolları ve
sızma kanallarını bulup bu kanalları
tıkamak ya da bozmak istiyorlar. Onlar bu dinin güçlü olduğu
noktaları ortaya çıkarıp ona bu noktalarda
karşı koymak, böylece kaleyi içinden fethetmek
istiyorlar. Bu dinin kendini vicdanlarda nasıl
yapılandırdığını bellemek istiyorlar,
çünkü insanların vicdanlarında doğan
boşluğu doldurmak için kullanacakları
karşıt düşünceleri aynı mekanizmayı
taklit ederek geliştirmeyi tasarlamaktadırlar.
Biz müslümanlar bu gerçeği iyi bilmekle görevliyiz.
Buna bağlı bir başka görevimiz de asıl bizim,
çocuklarımızı tanıdığımız
gibi dinimizi yakından tanımamız gerektiğinin
bilincinde olmamızdır, bu görevin öncelikle bize düştüğünü
kafamıza yerleştirmemizdir.
Tarihimizin bin dörtyüz yıllık realitesi bize bir
tek gerçeği anlatıyor. Bu gerçek "Kendilerine
kitap verdiklerimiz Peygamberi ve Kur'an'ı tıpkı
çocuklarını tanıdıkları gibi
tanırlar" ayetinin açıkladığı gerçektir.
Fakat bu gerçek içinde yaşadığımız
zaman kesitinde her zamankinden daha açık bir biçimde
ortaya çıkıyor. Bu
dönemde İslâm
hakkında yapılan araştırmalar, yayınlanan
eserler daha büyük bir yoğunluk kazandı, öyle ki, çeşitli
yabancı dillerde ortalama olarak her hafta İslâm ile
ilgili yeni bir kitap yayınlanıyor. Bu
araştırma eserleri yahudiler ile
hıristiyanların İslâm'ın özüne, tarihine,
güç kaynaklarına, ona karşı koyma yöntemlerine
ve mesajını yozlaştırma yollarına dair bütün
önemli ve ayrıntılı noktaları ne kadar
inceden inceye bildiklerini gösteriyor.
Bu araştırmaları piyasaya süren araştırmacıların
ezici çoğunluğu -doğallıkla bu niyetlerini açıklamaktan
titizlikle kaçınıyorlar. Çünkü onlar eğer bu
dine açıktan açığa saldırırlarsa bu
tutumlarının müslümanlar arasında heyecanlı
karşı koymalara, sert direnişlere yol açacağının
iyi biliyorlar. İyi biliyorlar ki, vaktiyle sömürgeleştirme
savaşlarında somutlaşan, bu dine yönelik silâhlı
saldırılar müslümanların sert tepkisi ile
karşılaşmıştı, bu silâhlı
saldırıları geri püskürtmek amacı ile
gelişen hareketler dini bilinç temeline ya da en azından
dini heyecan bazına dayanıyordu, eğer İslâm'a
yönelik açık saldırılar devam edecek olursa -bu
saldırılar düşünce düzeyinde bile kalsa-
müslümanlar arasında savunma ve direnme
heyecanının uyanması önlenemeyecektir. Düşmanlarımız
bu gerçeği bildikleri için ezici çoğunlukları
ile daha sinsi, daha iğrenç bir yönteme başvuruyorlar.
Adamlar önce bu dine övgüler düzüyorlar, böylece
müslümanların bilenmiş duygularını
uyutuyorlar, tepki göstermeye hazır duyarlı
heyecanlarını uyuşturuyorlar, okuyucunun güvenini
ve bağlılığını kazanıyorlar,
arkasından zehiri bardağa doldurarak rahatça karşılarındakilere
sunuyorlar. Bu aşamada nehr dediklerini zehirli
kitaplarının sayfalarından izleyebiliriz.
"Evet, bu din büyük bir dindir. Fakat çağdaş
uygarlıkla uyuşabilmesi, onunla atbaşı
gidebilmesi için kavramlarının ve kurumsal düzenlemelerinin
gelişmesi, tekâmül etmesi gerekir. Gerek sosyal kurumlarda
gerek yönetim biçimlerinde ve gerekse ahlâki değerlerde
meydana gelen gelişmelere karşı çıkmamalıdır.
Kısacası kalblerde barınmaya razı inanç
haline gelmeli ve pratik hayatın çağdaş
uygarlık tarafından geliştirilen teoriler,
deneyimler ve yöntemler aracılığı ile düzenlenmesini
onaylamalıdır. Bu alanda yeryüzü kaynaklı düzmece
ilâhların ortaya koydukları deneyimlere ve yöntemlere
kutsallık kaftanı giydirmekle yetinmelidir.
İşte böyle yaparsa büyük din olmaya devam
eder."!
Bu tür eserlerin sinsi yazarları aldatıcı bir
objektiflik ve uyuşturucu bir övgü maskesi altında bu
dinin güçlü noktalarını ve derinliklere kök salmış
özelliklerini anlatırlarken kendi milletlerine seslenmeyi
amaçlarlar; onları bu dinin
taşıdığı tehlike konusunda ve güç
kaynakları konusunda uyarmak isterler, böylece yıkım
mekanizmalarının önüne projektör tutarak bu
mekanizmaların darbelerini hedefe isabet ettirmelerini
"bu dini çocuklarını bilir gibi bilmelerini"
sağlamaya çalışırlar.
Müslümanlar Kur'an'ın gölgesinde yaşadıkça,
inançları uğruna savaşa giriştikçe, tarihi
olayları bilinçli bir yaklaşımla süzgeçten
geçirdikçe, yaşadıkları günlerin olaylarının
bilgi ışığında değerlendirdikçe,
çevrelerinde olup-biten her şeyi gerçeği bulduran ve
gidilecek yolu aydınlatan Allah'ın nuru ile görürlerse
her an bu Kur'an'ın yeni bir sırrını önlerine
açtığını göreceklerdir.