Yani şu evren bütününde tanıklığı
en büyük olan şahit kimdir? Tanıklığı bütün
tanıklıklara baskın gelen şahitlik kiminkidir?
Kimin tanıklığı meseleyi köklü çözüme bağlar
ve başkasının tanıklığına yer
bırakmaz?
Tüm evrende şahitliğinin
ağırlığı olabilecek başka hiçbir
"şey" olmadığını vurgulamak,
mutlaklığın yaygınlığını
ifade edebilmek için böylesine bir soru üslubuna başvuruluyor:
"En büyük şahitlik kiminkidir?"
Peygamberimize nasıl bu soruyu sorması emrediliyorsa
cevabını kendisinin vermesi emrediliyor. Çünkü bu
sorunun başka bir cevabı yoktur. Bu hem sorunun
muhataplarının Hirafı ile hem de aslında böyledir:
"De ki; `Allah'ınkidir."
Evet. En büyük şahitlik Allah'ınkidir. Gerçeği
O açıklar, meseleyi en iyi o çözüme bağlar. O'nun
şahitliğinden sonra başka bir şahitliğe,
O'nun sözünden sonra başka bir söze yer yoktur. O bir
şey söyleyince söylenecek başka bir şey kalmaz,
mesele bitmiş olur.
Bu gerçek, yani yüce Allah'ın şahitliğinin en
ağırlıklı şahitlik olduğu gerçeği
açıklanır-açıklanmaz hemen arkasından
kendilerine bildiriliyor ki, Peygamberimiz ile aralarında
bizzat yüce Allah şahittir:
"Benimle sizin aranızda Allah şahittir."
Yani "Aramızdaki davada şahidimiz Allah'dır."
İbarede gördüğümüz bu kesiklik, bazı sözlerin
düşmüşlüğü sahnenin heyecanlı
havasına son derece uygun düşüyor. Bu ifade tarzı
gizli kelimeleri açığa çıkarmak sureti ile "Allah
sizinle benim aramda şahittir." şeklinde bir cümle
kurmaktan çok daha etkileyicidir.
Peygamberimiz temel ilkeyi, yani bu meselede yüce Allah'ın
karar mercii olduğu ilkesini ortaya koyduktan sonra müşriklere
açıklıyor ki, yüce Allah'ın şahitliğini
şu Kur'an içeriyor, yüce Allah ona kendisine müşrikleri
uyarsın diye indirdi, gerek Peygamber'in
sağlığında ve gerekse ölümünden sonra bu
Kur'an ulaşabildiği herkes için bir uyarıcı görevi
yapacaktır. O gerek o günkü müşrikler ve gerekse
bilgisine ulaşabildiği diğer herkes aleyhine
kanıttır. Çünkü yüce Allah'ın bu temel konuya
ilişkin şahitliğini içeriyor. Gerek dünya ve
Ahiret, gerekse evrenin ve insanın varoluşu bu temel
meseleye dayanır. Okuyoruz:
"Bu Kur'an gerek sizi ve gerekse
ulaştığı herkesi uyarayım diye bana
vahyedildi."
O halde şu Kur'an, kime anlayabileceği bir dille
anlatılır da adam onun içeriğini anlayabilirse
artık o aleyhine delil olmaya başlar, uyarı
mesajını almış olur, eğer bu mesajı
aldıktan sonra gerçeği yalanlarsa azaba çarpılmayı
hakkeder.
(Fakat eğer bir kimse Arapça bilmediği için Kur'an'ı
anlayamıyorsa, araya giren dil
yabancılığı engeli yüzünden Kur'an'ın içeriğinden
haberdar olamıyorsa Kur'an o kimsenin aleyhinde tanık
olma işlevini yüklenmez. Bu durumda bu şahitliğin
içeriğini, yani Kur'an'ın anlamını o kimseye
anlayabileceği bir dil aracılığı ile
tanıtmamış olan müslümanlar sorumludur. Tabii ki,
eğer Kur'an-ı Kerim adamın ana diline çevrilmemiş
ise bu böyledir.)
Peygamberimiz müşriklere Kur'an'ın ilâhi tanıklığı
içerdiğini açıkladıktan sonra bu
şahitliğin içeriğinin ne olduğunu açıklıyor.
Bu açıklamayı yaparken meydan okuyucu ve onların
ters doğrultudaki şahitliklerini, yüce Allah'ın
şahitliğine taban tabana zıt nitelikteki
şahitliklerini kökten reddedici bir dil kullanıyor.
Onlara açık açık söylüyor ki, karşıt
şahitliklerini reddediyor, olduğu gibi geri çeviriyor,
onun tersini ilân ediyor, zıddını açıklıyor,
açıkça Rabbinin mutlak birliğine ve
ortaksız-rakipsiz ilâhlığına şahitlik
ediyor, bu yol ayrımında onlarla arasındaki bütün
ipleri koparıyor, vurgulamalı ve pekiştirici bir
dille onların müşrikliklerinden uzak olduğunu, bu
ağır günahlarının sorumluluğuna
katılmaktan kaçındığını
haykırıyor. Okuyoruz:
"Yoksa siz Allah ile birlikte başka ilâhlar olduğuna
mı tanıklık ediyorsunuz?" De ki; `Ben buna
şahitlik etmem.' De ki; `O tek bir ilâhtır ve ben sizin
O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım."
Kur'an'ın ayetleri bu canlı kesitleri ile ve bu
imajları ile kalblere öylesine dehşetli bir ürperti
salıyor ki, insan sözünün bunu yapabilmesi söz konusu değildir.
Bu yüzden herhangi bir yorumla araya girerek bu ayetlerin
kalblere akıyı,
fışkırışını durdurmak
istemiyorum.
Yalnız bu ayetler kesitin içerdiği ve bu
dalganın köpüklerinde somutlaşan meseleden söz etmek
istiyorum. Bu ayetlerin dikkatlerimize sunduğu mesele dost
edinme, Allah'ı birleme ve müşrikler ile ilişki
kesme meselesidir. Bu mesele bu inanç sisteminin temel meselesi,
onun içerdiği en büyük gerçektir. Günümüzün
müslüman camiası bu ilâhi dersin üzerinde uzun uzun
durmak zorundadır. Çünkü bu ayetlerin inişine muhatap
olan o günün müslüman camiası ne tür bir cahiliye
zihniyeti ile karşı karşıya idi ise bu günün
müslüman camiası da aynı tür cahiliye zihniyeti, aynı
cinsten olan bir cahiliye tutumu ile karşı
karşıyadır. Bu yüzden günümüzün müslümanları
tutumlarını bu ayetlerin
ışığında belirlemekle, bu ayetlerin gösterdiği
yoldan gitmekle yükümlüdürler. Bu gerekçe ile bu ayetler
üzerinde uzun uzun durup rotalarını onların
kılavuzluğu altında çizmelidirler.
Zaman döndü, dolaştı ve bu dinin
insanlığa geldiği ilk günkü noktaya geldi.
İnsanlık, şu Kur'an'ın Peygamberimize
indiği günlerdeki durumunun bir benzerine döndü. İslâmiyet'in,
en büyük temel kuralı olan "lâilâhe illellah
(Allah'dan başka ilâh yoktur)" ilkesini yerleştirmek
üzere geldiği günlerin ve sosyal şartların
benzerlerini yaşıyoruz neredeyse.
Yalnız bu şahadet cümlesinin anlamını
İslâm orduları başkomutanının elçisi
Rebii b. Amir'in anladığı ve
anlattığı gibi anlamak gerekir. Bilindiği gibi
Rebii b. Amir, Pers orduları başkomutanı Rüstem
ile görüşmesi sırasında komutanın "Sizi
buralara getiren sebep nedir?" şeklindeki sorusuna
şu cevabı veriyordu; "Bizi buralara gönderen yüce
Allah'dır. İsteyenleri kula kulluk boyunduruğundan
kurtarıp yüce Allah' a kul olma düzeyine, dünyanın
dar kalıpları içinde tutsak olmaktan kurtarıp dünya
ve Ahiret enginliğine ve çarpık dinlerin
baskısından kurtarıp İslâm'ın adaletine
kavuşturmak için geldik."
Rebii b. Amir bu sözleri söylerken Rüstem ile soydaşlarının
imparator Kisra'ya tapmadıklarını, onu evrenin
yaratıcısı ve ilâhı olarak görmediklerini,
bilenin ibadet amaçlı davranışları kendisine
sunmadıklarını biliyordu. Yalnız imparatorun
yasa koyma yetkisin. onaylıyorlar, bu anlamda ona
tapıyorlardı ki. bu tutum İslâm'a aykırı
idi, hatta onunla çelişiyordu. Bu yüzden Rüstem'e bildirdi
ki, yüce Allah kendilerini insanları kulun kula kulluk
ettiği, rejimlerin ve sosyal düzenlerin pençesinden kurtarıp
ortaksız Allah'a kul olma düzeyine ve İslâm adaletinin
dirliğine çıkarmaya göndermişti. Bu rejimlerin ve
düzenlerin savunucuları ilâhlığın
belli-başlı özelliklerini oluşturan
egemenliği, yasa koymayı, söz konusu ayrıcalıklı
kullara yakıştırıyor ve halktan bu
egemenliğe boyun eğmesini ve bu yasalara
uymasını istiyorlardı ki, bunlar çarpık
dinlerin sözcüleri idiler.
Zaman döndü, dolaştı ve bu dinin
insanlığa "lailâhe illellah" ilkesini getirdiği
günkü noktaya geldi. İnsanlık tekrar kulun kula kul
olduğu döneme geri döndü, tekrar çarpık dinlerin
baskısı altına düştü, "lailâhe
illellah" (Allah'dan başka ilâh yoktur)" ilkesini
çiğnedi. Gerçi bazı kimseler minarelerden "lailâhe
illellah" cümlelerini seslendirmekte devam ediyorlar. Fakat
bu seslendirmeyi söz konusu cümlenin anlamını
kavramadan ve ağızlarından dökülen bu kelimelerin
bilincinde olmadan ve birtakım ayrıcalıklı
kulların kendilerine yakıştırdıkları
"egemenliğin" meşruluğunu reddetmeden
yapıyorlar. Oysa egemenlik, ilâhlıkla
eş-anlamlıdır. Buna göre gerek bazı
ayrıcalıklı fertlerin gerek yasa koymakla görevlendirilmiş
kurumların ve gerekse hakların bu yetkiyi kendilerine
yakıştırmaları gayri meşrudur. Çünkü
ne bu imtiyazlı fertler ne yasama kurumları ve ne de
halklar ilâh değildirler ve buna göre egemenlik yetkisini
kullanma hakları yoktur.
Ne var ki, insanlık tekrar cahiliye dönemine döndü,
"lailâhe illellah" ilkesine sırt çevirdi ve bunun
sonucu olarak sözü geçen kimselere ilâhlık özelliklerini
yakıştırdı, artık yüce Allah'ın
birliğini unutuverdi, sırf O'nu dost edinme, sırf
O'na dayanma ilkesinden uzaklaşıverdi.
İnsanlık tümü ile böyle oldu. Bu hüküm,
yeryüzünün doğusunun ve batısının
minarelerine çıkıp oralarda "lailâhe
illellah" cümlelerini haykıranlar için, bu kelimeleri
anlamsız ve pratik uygulamasız olarak seslendirmekle
yetinenler için de geçerlidir. Aslında bunların günahı
daha büyüktür ve Kıyamet günü çarpılacakları
azap daha ağırdır. Çünkü onlar doğru yolu
tanıdıktan ve uzun bir süre müslüman olarak yaşadıktan
sonra kula kul olma sapıklığına geri döndüler.
İşte bu yüzden günümüzün müslüman topluluğu
bu açık anlamlı ayetler üzerinde uzun uzun durmaya ne
kadar çok muhtaçtır!
Meselâ bu kitle, bağlılık ve dost edinme
ilkesini belirten şu ayet üzerinde durmaya ne kadar çok
muhtaçtır!:
"De ki; `Allah'dan başkasını mı dost
edineyim ki, o göklerin ve yerin yoktan var edicisidir, yedirir,
fakat yedireni yoktur." De ki; `Müslümanların ilki
olmam emredildi, bana `sakın Allah'a ortak koşanlardan
olma' denildi."
Günümüzün müslümanları bu ayet üzerinde uzun uzun
durup düşünmelidirler ki, şu gerçekler kafalarına
iyice yerleşebilsin: İster boyun eğme ve itaat
etme, ister yardım isteme ve medet umma anlamında olsun,
yüce Allah'dan başkasını dost ve dayanak edinmek
İslâm'a taban tabana zıddır. Çünkü bu tutum
İslâm'ın insanları pençesinden kurtarmaya geldiği
müşrikliğin ta kendisidir. Yüce Allah'dan başkasını
dost edinmenin ilk somut uygulaması, ilk açık belirtisi
gerek vicdanda ve gerekse pratik hayatta yüce Allah'dan başkasının
egemenliğini kabul etmektir. Oysa günümüzün insanlığı
istisnasız olarak tümü ile bu tutumu benimsemiştir. Günümüzde
müslümanın ana amacı tüm insanlığı
kula kulluk boyunduruğundan kurtarıp yüce Allah'a kul
olma özgürlüğüne kavuşturmaktır. Günümüzün
müslümanı bu uğurda mücadele ederken tıpkı
Peygamberimizin ve bu ayetlere muhatap olan ilk müslüman cemaatın
karşı karşıya bulunduğu cahiliye
zihniyetinin aynısı ile karşı
karşıyadır.
Günümüzün müslümanları cahiliye zihniyetine
karşı mücadele verirken aşağıdaki
ayetlerin mümin kalblere kazandıracakları gerçeklere
ve duygulara sahip olmaya ne kadar çok muhtaçtırlar!
"De ki; `Eğer Rabbimin buyruklarına
karşı gelirsem büyük günün azabından
korkarım.'
`O gün kim azaptan uzak tutulursa Allah onu kayırmış
olur. İşte kesin kurtuluş budur.
Eğer Allah başına bir musibet verirse onu O'ndan
başka hiç kimse gideremez. Eğer sana bir iyilik
verirse, kuşkusuz O'nun gücü her şeye yeter.
O kulları üzerinde kesin egemendir. O'nun yaptığı
her şey yerindedir ve O her şeyden
haberdardır."
Günümüzün müslümanı cahiliyeye karşı
vereceği savaşta bu zihniyetin
acımasızlığını,
zorbalığını, baskısını,
sırt çevirmesini, inatçılığını,
bozulmuşluğunu, kokuşmuşluğunu tümü ile
karşısında bulur. Müslüman bütün bu iğrençliklere
karşı dururken bu gerçeklerin ve bu duyguların
kalbinde yerleşmiş bulunmasına ne kadar çok
muhtaçtır! Bu gerçekleri ve bu duyguları bir kere daha
hatırlayalım: Yüce Allah'ın buyruklarını
çiğnemekten ve O'ndan başkasını dost-dayanak
edinmekten korkmak. Yüce Allah'ın buyruklarını çiğneyenleri
bekleyen korkunç azaptan çekinmek. Zarar ve fayda dokunduranın
sadece Allah olduğuna kesinlikle inanmak. Yüce Allah'ın
kulları üzerinde kesinkes egemen olduğunun, O'nun hükmünü
hiç kimsenin geriye atamayacağının,
kararını hiç kimsenin önleyemeyeceğinin her zaman
bilincinde olmak.
Bu duyguları ve bu gerçekleri içinde barındırmayan
kalb, şu azgın cahiliye zihniyeti
karşısında İslâmı yeniden
"kurma"nın gerektireceği yükümlülükleri
omuzlarında taşıyamaz. Bu yükümlülükler dağların
bile taşıyamayacağı kadar
ağırdır!
Bu günün müslümanı önce yeryüzündeki görevini
gerçek anlamı ile ve kesin olarak bilecek, insanlara
benimsetmeye çalıştığı inanç sisteminin
mahiyetini kavrayacak, yüce Allah'ı -dostluğun her
anlamı ile- yalnız başına dost edinmeyi
inancının gereği bilecek ve bu zor görevi sırasında
hangi gerçekleri ve duyguları kalbinde
taşıması gerektiğinin bilincinde
olacaktır. Bütün bunlardan sonra şiddetle muhtaç olduğu
bir tutum vardır ki, o da şudur. Eski zamanların
cahiliye zihniyeti gibi günümüzün cahiliye zihniyetinin de
pençesinde kıvrandığı müşriklik
hastalığı ile aradaki bütün bağları
koparacak, bütün ipleri kesecek, onunla hiçbir anlamda ilişiği
kalmayacak, ona karşı yüce Allah'ın
şahidliğine sığınacaktır.
Bunların yanısıra Peygamberimizin söylemekle
emredildiği sözün aynısını söyleyecek, bu
sözü tıpkı Peygamberimizin yaptığı gibi
cahiliye zihniyetinin suratına çarpacak ve böylece
Peygamberimizi izleyerek yüce Allah'ın bu konudaki
buyruğunu yerine getirecektir. Tekrarlıyoruz:
"De ki; `En büyük şahidlik kiminkidir?' De ki;
`Benimle sizin aranızda Allah şahiddir, bu Kur'an gerek
sizi ve gerekse ulaştığı herkesi uyarayım
diye bana vahyedildi, sizler Allah ile birlikte başka ilâhlar
olduğuna mı şahidlik ediyorsunuz?' De ki; `Ben buna
şahidlik etmem' De k
Günümüzün müslüman camiası yeryüzünü çepeçevre
saran cahiliye zihniyetine karşı bu tutumu takınmak
zorundadır. Bu gerçek sözleri bu zihniyetin yüzüne karşı
mertçe, erkekçe, dobra dobra, kesin, hiçbir pazarlık
beklentisine yer bırakmayan, yüksek frekanslı,
titretici ve ürkütücü bir ses tonu ile haykırmalıdır.
Sonra yüce Allah'a sığınmalıdırlar.
O'nun her şeye gücünün yettiğini, kulları
üzerinde kesinkes egemen olduğunu, zorba ve diktatör
taslakları da dahil olmak üzere şu insanların
sineklerden bile güçsüz olduklarını, sinek
üzerlerinden bir parça koparacak olsa o parçayı ondan geri
alamayacaklarını, onların yüce Allah'ın izni
olmadıkça hiç kimseye zarar veremeyeceklerini ve Allah'dan
izinsiz olarak hiç kimseye fayda sağlayamayacaklarını,
yüce Allah'ın dilediğini üstün iradesi ile
önünde-sonunda yürüteceğini, fakat çoğu kimsenin
bunun farkında olmadığını bilmenin
rahatlığında huzur bulmalıdırlar.
Yine günümüzün müslümanları kesinlikle bilmelidirler
ki, bu yol ayrımı noktasında cahiliye zihniyetinden
tamamen ayrılıp hakka sarılmadıkça; doğru
sözü tağutların, zorbaların yüzüne karşı
açıkça haykırmadıkça, cahiliye zihniyetine karşı
yukardaki ayetin öğrettiği gibi yüce Allah'ı
şahit tutmadıkça, cahiliye savunucularına burada
dile gelen uyarıyı yöneltmedikçe, onlara bu
gerçekleri açık açık söylemedikçe, onlarla bu
derece kesin bir biçimde ilişkiyi kesmedikçe ve bu oranda
onların tutumundan uzaklaşmadıkça müslümanların
zafere ulaşmaları, yeryüzünde egemen olacaklarına
ilişkin ilâhi vaadin ellerinde gerçekleşmesi mümkün
değildir.
Bu Kur'an, tarihe karışmış belirli bir
durumun şartlarına cevap olsun diye gelmedi. Tersine o
zaman ve yer kayıtlarından bağımsız, sürekli
geçerliğe sahip bir sistem olarak geldi. Herhangi bir dönemin
müslüman toplumu Kur'an'ın indiği şartların
benzeri olan şartlarla karşılaşınca bu
sisteme başvuracak, bu yöntemi kullanacaktır. Günümüzde
tamamen Kur'an'ın indiği günlerin şartları
ile karşı karşıyayız. Zaman döndü, dolaştı
ve şu Kur'an'ın yepyeni bir İslâm toplumu kurmak
için indiği günlerdeki noktaya döndü. O halde bu dinin
gerçek olduğuna ilişkin kesin inanç, yüce Allah'ın
takdirinin ve üstün iradesinin geçerliğine' ilişkin
derin bilinç, eğri yol ve eğri yol tarafları ile
araya konmuş kesin mesafe bu savaşta müslüman cemaatin
cephane birikimi olmalıdır. Hiç kuşkusuz yüce
Allah en etkili koruyucudur ve merhametlilerin en merhametlisidir.
Aşağıda okuyacağımız ayetler
grubu -ya bu surede kullanmayı uygun gördüğümüz
deyimle ayetler dalgası- Kur'an-ı Kerim'i yalan sayan,
öldükten sonraki dirilişi ve Ahireti inkâr eden müşriklerle
yeni bir karşılaşmaya girişiyor. Fakat bu defa
daha önceki ayetler grubunda olduğu gibi onların
şımarıklıkları, kör inatçılıkları
tasvir edilmiyor, eski yoldaşları olan
yalanlayıcıların başlarına gelen toplu
kırım sahneleri gündeme getirilmiyor.
Bu karşılaşmada müşrikler
yalanladıkları yeniden diriliş günü kendilerini
bekleyen akıbetle, inkâr ettikleri Ahirette çarpılacakları
ceza ile yüzyüze getiriliyorlar. Bu akıbet ve bu ceza elle
tutulur, canlı sahneler halinde karşılarına
getiriliyor. Bu sahnelerde kendilerini hep biraraya
toplanmış; susturucu, azarlayıcı, teşhir
edici ve hayrete düşürücü sorular karşısında
ter dökerlerken görülüyor:
"Hani nerede Allah'ın ortakları
olduklarını sandıklarınız?"
Müşrikler büyük bir korku, dehşet, eziklik ve
yaltaklanma içinde yüce Allah'a yemin ederek ortaksız ilâhlığını
itiraf ediyorlar:
"Vallahi, ey Rabbimiz, biz müşrik
değildik."
Yine bu sahnelerde onları cehennem ateşi
başında durdurulmuş, başka tarafa doğru
adım atamamanın çaresizliği içinde korku, dehşet,
pişmanlık ve hayıflanma dolu bir ifade ile şöyle
dediklerini izliyoruz:
"Ah, ne olaydı, dünyaya geri gönderilsek de bir
daha Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve mümi