Cebir (zorunluluk) ve ihtiyar (serbestlik) problemi
etrafında ehl-i sünnet, Mu'tezile, Cebriye ve Murciye
mezhepleri arasında, İslâm düşünce tarihinde
uzun tartışmalar, olmuştur. Bu
tartışmalara bir de Yunan felsefe ve
mantığı ve hristiyanlık teolojisi
karışmıştır. Böylece sorun, net ve
realist İslâm mantığının kabul
edemeyeceği bir karmaşıklığa bürünmüştür.
Oysa eğer Kur'an'ın dolaysız, kolay ve kararlı
yöntemiyle sorun ele alınmış olsaydı, bu
tartışmalar şiddetlenmez şu anda
bulunduğu konumda olmazdı.
Biz müşriklerin bu sözlerine ve Kur'an'ın
cevabına baktığımızda problemin gayet açık,
basit ve belirgin olduğunu görüyoruz:
"Müşrikler diyecekler ki; "Eğer Allàh
dileseydi, ne biz ve atalarımız O'na ortak koşar ve
ne de bir şeyi yasaklardık."
Bunlar hem kendilerinin hem de atalarının
şirklerini, Allah'ın haram kılmadığı
şeyleri haram kılmalarını ve hiçbir bilgiye
ve kanıta dayanmaksızın bunların Allah'ın
hükmü olduğunu ileri sürmelerini... Evet bütün bunları
Allah'ın iradesine bağlıyorlar. Yani şayet
Allah dilememiş olsaydı, ortak koşmayacakları
gibi, herhangi bir şeyi haram kılmayacaklardı. Bunu
iddia ediyorlardı.
Bakalım Kur'an-ı Kerim bu sözlerini nasıl
karşılıyor?
Onların tıpkı öncekiler gibi yalan
söylediklerini, onlardan önceki yalancıların
Allah'ın azabını tattıklarını ve
Allah'ın azabının yeni yalancıları
beklediğini belirterek karşılıyor:
"Onlardan öncekiler de bu şekilde yalan söylediler
de azabımızın acısını tattılar."
İşte bu, duyguları harekete geçiren, gafletten
uyandıran ve ibret almaya yönelten bir sarsmadır.
İkinci mesaj, düşünce ve bakış yöntemini
doğrultma amacına yöneliktir. Allah emirlerini ve
yasaklarını onlara bildirmiştir. Kesin bir
şekilde öğrenme imkânına sahiptirler.
Allah'ın iradesine gelince, bu gaybın
kapsamındadır. Buna ulaşma imkânları yoktur.
O halde nasıl bilebilirler? Kesin bir şekilde
bilemeyeceklerine göre, davranışlarını
nasıl ona bağlayabilirler?
"De ki; önümüze koyacağınız bir
bildiğiniz var mı? Siz sadece sanının,
yakıştırmaların peşinden gidiyorsunuz,
sırf tahminlere dayanıyorsunuz."
Allah'ın emirleri ve yasakları kesin bir şekilde
bilinmektedir. O halde yakıştırmaların
peşinden gitmek uğruna bu kesin bilgileri neden bir
kenara bırakıyorlar?
İşte problemin çözüm noktası... Yüce Allah,
insanlara, kendilerini uydurmaları için gaybın
kapsamındaki iradesini ve takdirini bilme zorunluluğunu
getirmemiştir. Kendilerini ayarlamaları için emir ve
yasaklarını bilmeyi zorunlu
kılmıştır. Ne zaman buna yeltenirlerse, yüce
Allah onlara yol göstericilik yapmayı ve göğüslerini
İslâm'a açmayı garantilemiştir. Pratik bir olgu
olarak, bu tür tartışma ve yargıların
karmaşasından uzak, gayet kolay ve net bir şekilde
beliren soruna ilişkin bu kadarını bilmek
yeterlidir.
Şayet isteseydi yüce Allah, daha baştan
Ademoğulları'nı doğru yoldan başka bir
şey tanımayan bir özelliğe sahip olarak
yaratabildi. Ya da onları doğru yola zorlayabilirdi.
Ya da kalplerine hidayet duygusunu serpip
zorlamaksızın doğru yola girmelerini
sağlayabilirdi. Ancak, yüce Allah, bundan başka bir
şey dilemiştir. İnsanları doğru yola veya
sapıklığa yönelebilme yeteneğine sahip
kılmakla denemeyi dilemiştir. Böylece onlardan doğru
yola yönelene yol göstericilik yapmayı,
sapıklığa yöneleni de körü-körüne karanlıkta
bırakmayı dilemiştir. Bu konuda insanlar için
koyduğu kural iradesi uyarınca cereyan etmiştir.
"De ki; yetkin delil Allah'ın tekelindedir. Eğer
o dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi."
Sorun gayet açıktır. İnsanın kavrama
yeteneğinin algılayabileceği şekilde en basit
bir yöntemle ifade edilmiştir. Bu konuda koparılan tüm
gürültüler, girişilen tüm tartışmalar İslâm
duygusuna, İslâm düşünce metoduna oldukça yabancı
şeylerdir. Hiçbir felsefe ya da teolojik görüşte bu
tartışmalar doyurucu bir çözüme ulaştırılmamıştır.
Çünkü bu tartışma soruna, tabiatına uygun
olmayan bir yöntemle yaklaşmaktadır.
Çünkü herhangi bir gerçeğin tabiatı, o gerçeğe
yaklaşım metodunu ve o gerçeği ifade yöntemini
belirler. Maddi bir gerçeğe laboratuar deneyleriyle
yaklaşılabilir. Matematiksel gerçeklerse, zihinsel
varsayımlarla elde edilebilir. Bu boyutları aşan
gerçeklere gelince, bunlar değişik bir yöntemle algılanabilirler.
Bu