Yüce Allah'ı dost (veli) edinmek şu anlamları
ifade eder: Yüce Allah'ı Rabb, efendi ve ibadet sunma
makamı edinmek; O'nun ortaksız egemenliği
altına girip sırf O'na boyun eğmek; ibadet amaçlı
davranışları sırf O'na yöneltmek; yardım
istenecek ve güvenilecek dayanak olarak sırf O'nu
tanımak; zor anlarda sırf O'na başvurmak.
İşte kelimenin tüm bu anlamları ile yüce Allah'ı
veli edinme, dost bilme meselesi özünde inanç meselesinin ta
kendisidir. Yani ya sırf yüce Allah, kelimenin bütün
anlamları ile veli edinilecek, dost bilinecek ki, bu İslâm'dır..
ya da bu anlamların herhangi birinde yüce Allah'a bir başkası
eş tutulacak ki, bu da aynı kalbde müslümanlıkla
bir arada barınması mümkün olmayan müşrikliktir!
İşte bu gerçek okuduğumuz ayetlerde en güçlü
ifade, en etkili imajlarla belirtiliyor. Tekrarlıyoruz:
"De ki; `Allah'dan başkasını mı dost
edineyim ki, o göklerin ve yerin yoktan var edicisidir, yedirir,
fakat yedireni yoktur.' De ki; `Müslümanların ilki olmam
emredildi, bana `sakın Allah'a ortak koşanlardan olma'
denildi."
Fıtratın güçlü ve köklü mantığıdır
bu. Dostluk kime sunulacak, kime bağlanılacak? Göklerin
ve yerin yoktan var edicisine değil de kime? Göklerde ve
yerde yaşayan bütün canlıların
rızkını verene, herkesi yedirdiği halde
yedireni olmayana değil de kime? Evet;
"De ki; `Allah'dan başkasını mı dost
edineyim?"
Saydığımız sıfatları
taşıyan yüce Allah varken böyle bir şey düşünülebilir
mi? Yüce Allah'dan başka birini dost edinmek, -eğer bu
dost edinmenin amacı yardım görmek ve destek sağlamak
ise- hangi mantığa sığar! Çünkü göklerin
ve yerin yaratıcısı yüce Allah'dır, göklerin
ve yerin egemenliği O'nun tekelindedir. Eğer bu dost
edinmenin amacı rızka kavuşmak, besin
kaynakları elde etmek ise göklerde ve yerde yaşayan
canlıların tümüne rızık veren, yiyecek
sağlayan yüce Allah'tır. O halde rızık verme
yetkisini tekelinde bulunduran mutlak egemenin
dışındaki birini dost edinmenin ne gibi bir gerekçesi
olabilir? Okumaya devam ediyoruz:
"De ki; `Müslümanların ilki olmam emredildi', bana
`sakın Allah'a ortak koşanlardan olma' denildi."
Müslüman olmamın, müşrik olmamamın kesin ve
somut anlamı yüce Allah'dan başkasını dost (veli)
edinmememdir. Yüce Allah'dan başkasını hangi
anlamda olursa olsun dost edinmek müşrikliktir ve müşriklik
asla müslümanlıkla bağdaşmaz, müslümanlığın
yerine geçemez.
Tek ve kesin bir mesele karşısındayız.
Yumuşamayı ve kaypaklığı kabul etmeyen
son derece kesin bir mesele. Ya yönelişte, mesaj almada,
boyun eğmede, ibadette, yardım istemekte yüce Allah tek
ve ortaksız bilinecek, bütün bu konularda mutlak egemenliği
onaylanarak başka birinin bu alanların herhangi birinde
O'na ortak olabileceği iddiası kökten reddedilecek, hem
duygusal hem de ameli bağlılık gelenekte ve
şeriatte O'nun rakipsiz otoritesine dayandırılacak,
ya bütün bunlar olacak ki, bu İslâm'dır; ya da bu
konuların herhangi birinde yüce Allah'a, bir başkası
ortak sayılacak ki, bu da müşrikliktir ve asla müşriklik
ile İslâm ayni kalbde biraraya gelemez.
O günün müşrikleri Peygamberimizi bu konuda
yumuşak ve kaypak davranmaya çağırıyorlardı.
Düzmece ilâhlarına yer verdiği takdirde O'nunla
birlikte bu dine gireceklerini söylüyorlardı. İlâhlığın
bazı karakteristik özelliklerini sosyal. konumlarını,
nüfuzlarını ve yararlarını sürdürebilmeleri
için keyiflerine göre kullanmalarına göz yummasını
istiyorlardı. Bu özelliklerin başında nelerin helâl
ve nelerin haram olduğunu belirleme yetkisi geliyordu. Onlar
bu ödünler karşılığında Peygamberimize
muhalefetten vazgeçmeyi, hatta O'nu başlarına getirmeyi,
kendisini servete boğmayı ve kızlarının
en güzelleri ile evlendirilmesini öneriyorlardı. Fakat
Peygamberimiz, bu sert reddiyeyi onların yüzlerine karşı
açık açık haykırmakla emr olundu.
Müşrikler, Peygamberimize bir yandan işkence,
savaş ve tepeleme eli kaldırırken öte yandan
ayartma, barış ve yumuşama eli
uzatıyorlardı.
Bu iki yüzlü girişime karşı Peygamberimize bu
sert reddiyeyi, bu açık tutum
kararlılığını ve hiçbir kaypaklığa,
hiçbir yavşaklığa yer bırakmayan bu kesin yol
belirlemeyi ortaya koyması emrediliyordu.
Bunun yanısıra O'na müşriklerin kalblerine
korku ve ürküntü salması da emrediliyordu;
aldığı emrin ve yükümlülüğün şakaya
gelir tarafının olmadığını, müslüman
olmaya ve yüce Allah'ın birliğini onaylamaya
ilişkin ilâhi emri yerine getirmediği takdirde Rabbinin
azabına çarpılmaktan korktuğunu açıkça
belirtmesi telkin ediliyordu. Okuyoruz:
"De ki; `Eğer Rabbimin buyruklarına
karşı gelirsem büyük günün azabından
korkarım.'
O gün kim azaptan uzak tutulursa Allah onu kayırmış
olur ki, işte kesin kurtuluş budur."
Bu ifadeler Peygamberimizin, Rabbinin emri
karşısındaki gerçek duygularını tasvir
ediyor, O'nun ilâhi azabtan korktuğunu elle tutulur biçimde
ortaya koyuyor. Nasıl korkmasın ki, herhangi bir kulun
bu azaptan uzak tutulması yüce Allah'ın bir rahmet göstergesi
ve kesin kurtuluşu sayılıyor.
Bunun yanısıra bu ifadeler, gerek o zamanın ve
gerekse bütün zamanların müşriklerinin kalblerine
ürperti salacak bir hamle niteliği taşırlar. O
"büyük gün"ün, yani Kıyamet gününün azabını
tasvir eden titretici bir hamle karşısındayız.
Bu hamle yırtıcı bir kuş gibi avını
kovalıyor, başı üzerinde daireler çizerek alçalıyor
ve birden yakalamak üzere üzerine çullanıyor. Onu
avını pençesine geçirmekten sadece Allah'ın yüce
gücü alabilir, sadece bu güç onu burnundan tutarak başka
tarafa yöneltebilir! Bu tasvir karşısında
okuyucunun nefesi gırtlağında düğümleniyor,
bu somut sahneyi seyrederken yırtıcı kuşun
avına pençe salacağı son anı içi titreyerek
kolluyor.
Ayrıca Peygamberimiz neden yüce Allah'dan başkasının
dost (veli) edinsin ki? Niçin kendisine yasaklanmış
olan müşrikliğe bulaşarak, benimsemekle
emredildiği İslâm'a ters düşmeyi göze alsın
ki? Niçin bu günahın arkasından gelecek olan korkunç,
dehşetli azabın kucağına atılsın ki?
Ola ki, şu dünya hayatında bir yarar sağlar ya da
bir zararı başından savar diye mi?
Sıkıntı anında insanlardan yardım
alabilir ve rahatlık anında insanlardan yarar görebilir
beklentisi gerekçesi ile mi? Oysa bu beklentilerinin hepsi yüce
Allah'ın elindedir. Sebepler dünyasına ilişkin
mutlak güç O'ndadır, kullarının
davranışlarını yönlendirecek karşı
durulmaz irade O'nun iradesidir, sonra O'nun hem verirken ve hem
de kısarken mutlaka bir hikmeti, bir bildiği vardır.
Okuyoruz:
"Eğer Allah başına bir musibet verirse onu
O'ndan başka hiç kimse gideremez. Eğer sana bir iyilik
verirse kuşkusuz O'nun gücü her şeye yeter.
O kulları üzerinde kesin egemendir. O'nun yaptığı
her şey yerindedir, O her şeyden haberdardır."
Bu ayetlerde vicdanın fısıltıları, gönlün
vesveseleri, kuruntuları, arzuların ve fobilerin
kuytulukları, kuşkuların ve beklentilerin
sızma yolları izleniyor. Arkasından bunların tümü
inanç nuru ile, iman belirginliği ile, düşünce
berraklığı ile ve ilâhlığın özüne
ilişkin doğru bilgi ile cilâlanıyor,
aydınlatılıyor. Çünkü Kur'an'ın burada ve
bu bölümde ele alıp çözüme kavuşturduğu mesele
son derece hayatî bir meseledir.
ŞAHİTLERİN TUTUMU
Son olarak bu dalganın en yüksek noktasını
oluşturan bölüm geliyor. Yüksek frekanslı ve derin
etkili mesaj geliyor. Uyarma, şahit tutma, karşı
tarafla ilişki kesme ve müşriklik cürmüne katılmama
sahnesi karşısındayız. Bütün bunlar yüksek
bir ses tonu ile ve ürpertici bir kararlılıkla ifade
ediliyor. Okuyoruz: