sunuş yöntemi
bu soruna neden bu kadar önem veriyor?
Önem veriyor, çünkü ilke açısından İslâm'da
"inanç sistemi" sorununu özetlemektedir, "Din"
sorununu özetlediği gibi, İslâm'da "inanç
sistemi" `Allah'dan başka ilâh olmadığına
tanıklık etme" temeline dayanmaktadır. Bu
tanıklıkla birlikte müslüman, kullardan herbirinin
ilâhlık iddiasını kalbinden söküp atar ve ilâhlığı
Allah'a özgü kılar. Dolayısıyla herbirinin
hakimiyetini reddedip, hakimiyeti tümden Allah'a verir. Küçük
bir konuda hüküm belirlemek, büyük bir konuda hüküm vermek
gibi hakimiyet hakkını iddia etmektir.
Dolayısıyla ilâhlık hakkını iddia
etmektir. Müslüman Allah'ın dışında herkesin
bu iddiasını red eder. İslâm'a göre din,
-kalpteki inanç konusunda olduğu gibi- kulların pratik
hayatlarında tek bir ilâhlığa, yani Allah'ın
ilâhlığına boyun eğmeleri ve pratik
hayatlarında Allah'dan başka ilânlık taslayan
kullara uymaktan kaçınmalarıdır. Herhangi bir
konuda hüküm verme, ilâhlık iddiasında
bulunmaktır. Bu hükme boyun eğmek de ilâhlık
iddiasını benimsemektir Bu nedenle müslüman, bu konuda
ilâhlığı tek başına Allah'a özgü kılar.
Allah'ın dışında ilâhlık taslayan
kulların dinine boyun eğmeyi reddeder, bundan kaçınır.
Kur'an-ı Kerim'in tümünde bu inanç temellerinin
belirlenmesine bu kadar önem verilmesi ve Mekke'de nazil olan bu
surenin akışında gördüğümüz şekilde
konuya bu denli ağırlık verilmesi bu yüzdendir.
Yedinci cüzde bu surenin tanıtım kısmında da
değindiğimiz gibi, Kur'an'ın Mekke'de indirilen
kısmı, müslüman kitlenin hayatındaki düzen ve
yasalar sorununa değinmiyordu. Sadece inanç ve düşünce
sorununu ele alıyordu. Bununla beraber hakimiyet konusundaki
inanç temellerinin belirlenmesine surenin bu kadar önem
vermesinin derin ve büyük bir anlamı vardır.
Önceki bölüm ve onun üzerine yapılan
değerlendirmelerle birlikte Kur'an'ın Mekke'de indirilen
kısmında yeralan bu Mekki surenin
akışında sunulan önümüzdeki bu uzun bölümün
tümü... (Bilindiği gibi Kur'an'ın Mekke'de inen
kısımının konusu inançtı. İnançla
ilgili temellerini yerleştirmenin dışında,
şeriatla ilgili herhangi bir şey sunmuyordu. Çünkü o
zaman İslâm şeriatını uygulayacak bir devlet
henüz yoktu. Böylece yüce Allah, bütünüyle İslâm'a
girmiş, kendilerini tamamen Allah'a teslim etmiş,
şeriatına uymak suretiyle Allah'a kullukta bulunan bir
toplum oluşmadan, bir toplumun insanlar arasında pratik
olarak şu şeriatla hükmeden, bu dinin tabiatında
ve hareket metodunda olduğu gibi hükmü bilmeyi uygulamayla
eş anlamlı kılan, bu şekilde İslâm'a
ciddiyet, canlılık ve vakar kazandıran egemen bir
devlet kurulmadan bu şeriatı konuşma malzemesi ve
etüd konusu olmaktan korumuştu...
Biz diyoruz ki, Mekke'de indirilen bu surede yeralan bu uzun bölümün
tümü kanun koyma ve hakimiyet konusunu ele almaktadır, bu
konunun mahiyetine işaret etmektedir. Çünkü bu bir inanç
sorunudur. Bu sorunun dindeki önemini göstermektedir, çünkü
bu, en başta gelen sorundur.
Ayetleri ayrıntılı biçimde karşılamaya
girişmeden önce, konunun içeriğini, anlam ve
işaretlerini özet bir şekilde görebilmemiz için genel
anlamda Kur'an'ın gölgesinde yaşayalım istiyoruz.
Konu meyveler, hayvanlar ve çocuklar konusunda -yani ekonomik
ve toplumsal konularda- ileri sürdükleri cahiliye düşünce
ve iddialarını sunmakla başlıyor. Bu düşünce
ve iddiaların şu şekilde örneklendiğini görebiliriz:
1- Allah'ın kendilerine verdiği
rızıkları, kendileri için yarattığı
ekin ve hayvanları iki kısma ayırmaları: Bir
kısmını Allah'a ayırıyorlardı. -Üstelik
Allah'ın bu şekilde hükmettiğini iddia
ediyorlardı.- Diğer kısımını da
Allah'a ortak koştukları tanrılarına
ayırıyorlardı. -Bunlar, Allah'ın
dışında canlarına, mallarına ve çocuklarına
ortak ettikleri sahte tanrılardı.
"Onlar Allah'a, O'nun yarattığı ekinlerden
ve hayvanlardan sınırlı bir pay ayırdılar.
Asılsız saplantıları uyarınca "Bu
Allah'ın, bu da O'na koştuğumuz ortakların
payıdır" dediler."
2- Bundan sonra onlar Allah için ayırdıkları
paya tecavüz ederek bir kısmını alıp ortak
koştukları tanrıların payına
katıyorlardı, tanrılarına
ayırdıkları kısım üzerinde böyle bir
şeye asla girişmezlerdi:
"Fakat koştukları ortakların payı
Allah'a geçmezken, Allah'ın payı ortaklara geçebiliyor."
3- Ortak koştukları tanrıların çekici
göstermeleri sonucu çocuklarını öldürüyorlardı.
Bunu yapanlar, kâhinler ve kendi aralarında hükümler koyan
fertler, bir taraftan toplumsal baskı diğer taraftan
dinsel hurafelerin etkisiyle boyun eğerlerdi. Bu, çocukları
öldürme olayı, fakirlik korkusu ve namus nedeniyle kız
çocuklarını ilgilendirirken kimi zaman da adak
amacıyla erkek çocuklarını da ilgilendiriyordu.
Nitekim Abdulmuttalip şayet Allah, kendisini koruyacak on
erkek çocuk verirse, birini kesmek üzere tanrılara
adamıştı.
"Tıpkı bunun gibi, bu düzmece ortaklar çoğu
müşriklere öz evlatlarını öldürmeyi çekici
göstermişlerdir ki, böylece hem fıtratlarını
yozlaştırsınlar ve hem de dinlerini
bozsunlar."
4- Bazı hayvanları ve ekinleri
yasaklamışlardı. Allah'dan özel bir izin olmadan
bunların yenilmeyeceğini iddia ediyorlardı. -Evet
aynen böyle iddia ediyorlardı.- Nitekim bazı hayvanlara
binmeyi de yasaklamışlardı. Keserken ya da binerken
bazılarının üzerinde Allah'ın adını
anmayı yasaklamışlardı. Hac'da Allah'ın
adı anılıyor gerekçesiyle o sırada bu
hayvanlara binmezlerdi. Üstelik tüm bunların Allah
tarafından emredildiğini ileri sürüyorlardı:
"Onlar saçma inançları uyarınca "Bu
hayvanlar ve ekinler dokunulmazdır, bizim istediklerimizden
başka hiç kimse onları yiyemez, bunlar da
sırtlarına yük vurulması ve binilmesi yasak
hayvanlardır" dediler. O'na iftira ederek..."
5- Ana karnındayken bazı hayvanları erkekleri için
ayırıyorlardı ve bunları kadınlarına
haram kılıyorlardı. Ancak yavru ölü doğacak
olursa, kadınları ve erkekleri ortak kabul
ediyorlardı. Bu arada böylesine gülünç bir hükmü
Allah'a dayandırmaktan da geri kalmıyorlardı:
"Yine onlar, "Bu hayvanların
karınlarındaki yavrular sadece erkeklerimize aittir,
kadınlarımıza ise yasaktır. Eğer
hayvanın yavrusu ölü doğarsa, her ikisi de O'na ortak
olur, dediler. Allah bu yakıştırmalarının
cezasını verecektir. Hiç kuşkusuz, O hikmet
sahibidir ve her şeyi bilir."
İşte cahiliye döneminde Arap toplumunu kaplayan ve
bu konudaki hükmü vermek, ruhları ve gönülleri onlardan
arındırmak, aynı şekilde toplumsal hayatta geçersiz
kılmak için Mekke'de inmiş bir surede Kur'an'ın
uzun akışında ele aldığı düşünceler,
iddialar ve geleneklerden bir demet...
Kur'an-ı Kerim ağır, uzun ve titiz
adımlarını atarken, şu metodu takip
etmiştir.
a) Önce bilgisizcé ve ahmakça çocuklarını
öldürenlerin ve Allah'a iftira ederek kendilerine verdiği
rızıkları haram kabul edenlerin büsbütün
kaybettiklerini belirtmiş ve hiçbir bilgiye dayanmaksızın
Allah'a dayandırdıkları bu düşünce ve
iddialarıyla kesin sapıklıkta olduklarını
duyurmuştur.
b) Sonra üzerinde bu tür bir tasarrufta bulundukları
malları yüce Allah'ın kendileri için varettiğine
dikkatleri çekmiştir. Çardaklı ve çardaksız bahçeleri
var eden, onlar için bu hayvanları yaratan O'dur.
Rızıkları veren, tek başına verdiklerinin
sahibidir de. Aynı zamanda insanları
rızıklandırdığı bu mallara
ilişik hükmü de sadece O verebilir. Bu aşamada
ekinlerin, meyvelerin, çardaklı ve çardaksız bahçelerin
sahnelerinden, kimisine bindikleri, yüklerini vurdukları,
etlerini yedikleri, derisinden, yününden ve kılından
yararlandıkları hayvanlar
aracılığıyla verdiği nimetlerden
oluşan son derece duygulandırıcı, etkileyici
mesajlar kullanılmıştır. Nitekim,
Ademoğulları'yla şeytan arasındaki köklü düşmanlığın
hatırlatılması da bir etken olarak
kullanılmıştır. O halde nasıl
şeytanın adımlarını takip ederler? Açıktan
açığa düşman olduğu halde vesveselerini
dinlerler?
c) Bundan sonra, özellikle hayvanlara ilişkin düşüncelerinin
saçmalığı ve tümden mantık
dışılığı ayrıntılı biçimde
sunulmuştur. Olanca tutarsızlıkları, saçmalıkları
ve tuhaflıklarıyla ortaya çıkarmak için düşüncelerindeki
karanlıklar üzerine ışık tutulmuştur.
Bu. sahnenin sonunda da, her türlü kanıttan ve
mantıktan yoksun bu hükümleri verirken neye dayandıklarına
ilişkin bir soru yöneltilmektedir: "Yoksa Allah'ın
size bu direktifi verdiğinin somut tanıkları
mısınız?" Bu sadece sizin bildiğiniz
bir sır mıdır? Sırf söze yönelik bir
direktif midir? Bu arada Allah'a iftira etmek suçu ve insanları
bilgisizce saptırma girişimi son derece çirkin bir
davranış olarak belirmektedir. Ayrıca bu olay konu
içinde kullanılan değişik etkileyici mesajlardan
biri haline dönüştürülmektedir.
d) Burada kanun koyma hakkına sahip otorite
belirtilmektedir. Bu arada bu otoritenin müslümanlara,
özellikle de yahudilere haram kıldığı ve müslümanlara
helal kıldığı yiyecekler açıklanmaktadır.
e) Sonra, her ikisi de anlam ve yasama niteliğiyle Allah
katında diğerinin düzeyinde olan Allah'a ortak koşma
ve Allah'ın helal kıldığını haram
sayma eylemlerinde somutlaşan cahiliyeye dayalı
hayatlarını Allah'ın iradesine
bağlamaları ile "Eğer Allah dileseydi ne
biz ve atalarımız O'na ortak koşar ve ne de bir
şey yasaklardık" demeleri
tartışılıyor. Ayrıca bu söylenenlerin
daha önce gelmiş geçmiş tüm kâfir yalancılar
tarafından söylendiği de belirtilmektedir.
Yalancılar böyle söylemişlerdi, Allah'ın
azabı gelene kadar. "Onlardan öncekiler de bu
şekilde peygamberlerini yalanladılar da
azabımızın acısını
tattılar." Allah'a ortak koşmak, O'nun
şeriatına dayanmaksızın bir şeyi haram
kılmak gibidir. Her ikisi de Allah'ın ayetlerini
yalanlayanların ayırıcı özellikleridir. Bu
arada belirlediğiniz bu prensipleri neye
dayandırıyorsunuz? şeklinde
ayıplayıcı bir soru yeralıyor:
f) Bu konuda onlarla girişilen tartışma,
onları şahit getirmeye ve kesin ayrılığa
çağırmakla son buluyor. -Tıpkı surenin
başlarında inancın temeline ilişkin konuda
yapıldığı gibi- Sorunun aynı sorun
olduğunu vurgulamak için aynı ifadeler, aynı
nitelemeler, hatta aynı sözcükler kullanılıyor:
"De ki; Allah'ın bu yasakları koyduğuna
şahitlik edecek tanıklarınızı getiriniz
bakalım. Eğer onlar bu yolda şahitlik ederlerse
sakın şahitliklerini onaylama. Ayetlerimizi
yalanlayanların, ahirete inanmayanların ve rabblerine
eş koşanların keyfi arzularına uyma." Ayeti
kerimede sahne, ifade ve sözcük birliğinin yanında bu
hükümleri koyanların keyfi arzularına
uyduklarını, Allah'ın ayetlerini
yalanladıklarını, ahiret gününe inanmadıklarını
görüyoruz. Çünkü şayet, Allah'ın ayetlerini
onaylamış, ahiret gününe inanmış ve
Allah'ın yol göstericiliğine uymuş olsalardı,
Allah'ın hükümleri dışında hem kendileri,
hem de insanlar için hüküm koymaya kalkışmazlardı.
Allah'ın izni olmadan haramlar ve helaller belirlemeye
yeltenmezlerdi.
g) Bölümün sonunda Allah'ın gerçekten neleri haram kıldığını
açıklamak için onlara bir çağrı
yapılmaktadır. Burada toplumsal hayatın temel
ilkelerinden bir kısmını görüyoruz. En başta
da tevhit yer alıyor. Gerisi da birtakım emirler ve yükümlülükler.
Ancak haramlar çoğunlukta ve tüm saydıklarımızın
başlığı durumunda...
Allah, kendisine ortak koşulmasını
yasaklamıştır. Anne ve babaya iyilikle
davranılmasını emretmiştir. Fakirlik
korkusuyla çocukların öldürülmesini yasaklamış,
bunun yanında rızıklarının
verileceği güvencesini vermiştir. Kötülüğün
gizlisine-açığına yaklaşmasını
yasaklamıştır. Haksız yere, Allah'ın
haram kıldığı cana kıymayı
yasaklamıştır. Erginlik çağma erişmeden,
iyilikle almanın dışında yetimlerin
mallarına dokunmayı yasaklamıştır.
Tartı ve ölçüyü adaletle yerine getirmeyi emretmiş,
konuşmada -tanıklık ve hüküm vermede- yakınları
hakkında da olsa, adil davranmayı emretmiştir.
Allah için verilen tüm sözleri. yerine getirmeyi emretmiştir.
Surenin akışı bunların tümünü, emir ve
yasakla ilgili her cümlenin sonunda tekrarlanan Allah'ın
direktifi haline getiriyor.
Ayetlerin akışında bu şekilde biraraya
gelen, adeta birbirleriyle kaynaşan ve tek bir cümlede
sunulan inanç temeli ile şeriat ilkelerini kapsayan bu emir
ve yasaklar yığını bir kütle konumundadır.
Açıkladığımız metod uyarınca
Kur'an'a inceleyenlerin gözünden kaçmaz bu anlam. Uzun
bölümün sonunda bu emir ve yasaklar bütününe ilişkin
olarak şöyle denmektedir:
"İşte benim dosdoğru yolum budur, bu yola
uyunuz. Sakın sizi Allah'ın yolundan ayrı düşürecek
yollara girmeyiniz. İşte Allah, kötülüklerden sakınasınız
diye size bu direktifi veriyor."
Bunun nedeni, bu bölümün tüm akışında gözetilen
anlamı iyice açığa kavuşturmak; tek, açık
ve kesin bir ifadede şekillendirmektir.
Şirk ya da İslâm sıfatının
belirginleşmesi noktasında bu din nazarında
şeriat da inanç gibidir. Hatta bu anlamda bu dinin
şeriatı inançtan bir parçadır. Hatta ve hatta
bizzat şeriat inançtır. Çünkü şeriat
inancın realitedeki tercümanıdır. Nitekim bu temel
gerçek Kur'an metodu uyarınca sunulan Kur'an ayetlerinde
gayet net bir şekilde belirginleşmektedir.
İğrenç, cehennemi yöntemlere başvurularak
asırlardan beri süregelen bir şekilde bu dine mensup
kişilerin gönlünde dinin anlamından çekip koparılmak
istenen gerçek budur işte. Öyle ki-dinlerine gereken özeni
göstermeyen laubaliler ve düşmanları bir yana- bu dine
sağlam sarılanların çoğunluğu dahi
hakimiyet sorununu inanç sorunundan ayırır
olmuşlardır. İnanç konusunda olduğu gibi, bu
konuda galeyana gelmiyorlar. İnanç veya ibadette olduğu
gibi hakimiyet konusunda Allah'ın buyruklarını çiğneyenleri,
dinden çıkmış saymıyorlar. Oysa bu din inanç,
ibadet ve şeriatı birbirinden ayrı kabul etmez.
Fakat bu, uzun asırlardır bilinen araçlara başvurularak
meydana getirilen bir ayırımdır. Öyle ki, bu dinin
en hareketli savunucularının düşüncesinde bile
hakimiyet sorunu böylesine şaşılacak bir duruma
gelmiştir. İşte -konusu düzen, şeriat
olmadığı, yalnızca inanç konusuyla ilgilendiği
halde- Mekke'de inmiş bu surenin bunca üzerinde yoğunlaştığı,
bu kadar etkenleri devreye soktuğu ve bütün bu açıklamaları
yaptığı sorun budur. Oysa konusu, toplumsal
hayatın uygulamalı basit, bir
alışkanlığı ortadan kaldırmaya yönelikti.
Çünkü bu sorun en büyük temelle ilgilidir. Hakimiyet
temeli... Çünkü bu büyük temel bu dinin temeli ve gerçek
varlığıyla ilgilidir.
Puta tapan hakkında şirk hükmünü verip de tağutun
hükmünü benimseyenlere bu hükmü vermeyenler, birinciden
tiksindikleri halde ikinciden tiksinmeyenler... Bunlar Kur'an-ı
okumuyorlar. Bu dinin tabiatını bilmiyorlar. O halde
Allah'ın indirdiği şekliyle Kur'an-ı
okumalı ve Allah'ın şu sözünü ciddiye almalıdırlar:
"Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de
müşrik olursunuz."
Bu dini koruma çabasında olan kimi insanlar da hem kendi
kafalarım, hem de insanların kafalarını
uygulanan şu kanunların, ya da uygulamaların veya söylenenlerin
İslâm şeriatına uyup
uymadığını ortaya çıkarmakla
uğraştırıyorlar. Orada burada göze çarpan
kimi aykırılıklara karşı amansız bir
saldırıya geçiyorlar. Sanki İslâm bütünüyle
ayaktaymış da, bu varlığını ve
egemenliğini gölgeleyen birtakım
aykırılıkları ortadan kaldırmaktan
başka yapılacak iş yokmuş gibi.
Bu dinin şu gayretkeş koruyucuları, aslında
bilmeden bu dini incitiyorlar. Bu gülünç ve yararsız
özenleri sonucu insanların içinde yer eden inanç
enerjisinin kalıntılarını yok ediyorlar. Onlar
bu halleriyle cahiliye sistemleri lehine tanıklık
etmiş oluyorlar. Cahiliye toplumunda İslâm'ın
ayakta olduğunu ve birtakım
aykırılıkların düzeltilmesinden başka bütünlüğü
bozucu bir durumun söz konusu olmadığına
tanıklık etmiş oluyorlar. Oysa din bütünüyle
hayattan koparılmış demektir. Kulların
dışında hakimiyeti tek başına Allah'a
veren düzen ve sistemde temsil edilmediği sürece...
Kuşkusuz bu dinin varlığı Allah'ın
hakimiyetinin varlığına bağlıdır. Bu
temel ortadan kalkınca bu din de kendiliğinden ortadan
kalkar. Bu dinin günümüzde yeryüzünde karşılaştığı
problem, Allah'ın ilâhlığına tecavüz eden,
O'nun otoritesini ele geçiren, can, mal ve çocuklar hakkında
serbestler ve yasaklar koymak suretiyle kendilerinde kanun koyma
hakkını gören tağutların ortaya çıkmasıdır.
İşte bu, Kur'an-ı Kerim'in bunca etken, prensip ve
açıklama yığınıyla ele
aldığı, sonra ilâhlık ve kulluk sorununa
bağladığı, iman veya küfrün belirtisi,
cahiliye ya da İslâm'ın ölçüsü kabul ettiği
problemin aynısıdır.
İslâm'ın varlığını duyurmak, gerçekleştirmek
için giriştiği savaş, dinsizlikle girişilen
savaş değildir. Ta ki, bu dini koruyanların
çabaladığı gibi salı `dine girmek"ten
ibaret olsun. Toplumsal veya ahlâki bozulmalara karşı
başlatılan savaş da değildir. Bunlar bu dinin
varlığı açısından sonradan gelen
savaşlardır. İslâm'ın
varlığını gerçekleştirmek için giriştiği
ilk savaş "hakimiyet" ve hakimiyetin kime ait
olacağı savaşıdır. Mekke'de bunun için
böyle bir savaşa girişmişti. Daha inancın
temellerini atarken ve henüz düzen ve şeriata
değinmezken bu savaşı
başlatmıştı. Hakimiyetin Allah'a ait
olduğunu vicdanlara yerleştirmek için girişmişti
bu savaşa. Müslüman hakimiyeti kendisi için iddia etmez.
Böyle bir iddiada bulunanın müslümanlık
iddiasını da kabul etmez. Mekke'deki müslüman topluluğun
gönüllerinde bu inanç iyice yerleşince yüce Allah
Medine'de pratik uygulamasının yollarını açtı.
O halde bu dini korumaya çalışanlar bir kendi
durumlarına bir de olmaları gereken duruma
baksınlar. Tabii bu dinin gerçek anlamını
kavradıktan sonra...