Size uyan, kışkırtmalarınızı
dinleyen, vesveselerinize itaat eden ve
adımlarınızı takip eden birçok insan buldunuz.
Bununla sadece haber verme amacı güdülmüyor. Çünkü
cinler, birçok insanı ayarttıklarını
biliyorlar. Burada suçun tescili amaçlanıyor; nerdeyse
sahnede göreceğimiz büyük topluluğu saptırma suçu...
Bu kalabalık içinde belirtileri biraraya getirilen suçtan
dolayı azarlama amacı güdülüyor. Bu yüzden cinler,
bu söze karşılık herhangi bir şey söylemiyorlar.
Fakat şeytanların vesvesesine kapılmış
gururlu ve cahil insanlar cevap veriyor!
"İnsanlardan yardakçılar; "Ey Rabbimiz
birbirimizi kullanarak bizim için belirlemiş olduğun süreyi
doldurduk! derler."
Bu cevap, şeytanları takip edenlerin gerçeklerden
habersiz oluşlarını ve hafifliklerini ortaya çıkarmaktadır.
Aldatma yurdundayken şeytanların ruhlarına etki
ettikleri noktayı da gözler önüne sermektedir. Cinlerin
aldatması ve süslü göstermesi sonucu kendilerine hoş
gösterdikleri fikir ve düşüncelerden, pohpohlama ve eğlencelerden,
gizli-açık günahlardan yararlanıyorlardı.
İşte bu yararlanma gediğinden, şeytan içlerine
girdi. Bu kibirli aptallardan yararlandılar. İblisin
insanlık alemindeki amacını gerçekleştirmek için
onları eğlendiriyor, aşağılıyor ve
alaya alıyorlardı. Bu aptal ve basit kimseler de bunun
karşılıklı yararlanma olduğunu, hem
kendilerinin, hem de onların
yararlandığını sanıyorlardı. Bu yüzden
şöyle diyorlardı:
"Ey Rabbimiz birbirimizi kullandık."
Bu oyalanma hayat boyu sürdü. Ta ki, süre doldu. Bugün
kendilerine süre tanıyanın sadece yüce Allah olduğunu,
oyalanırken bile O'nun kontrolü altında
olduklarını biliyorlar:
"Bizim için belirlemiş olduğun süreyi
doldurduk."
Bu noktada kesin hüküm geliyor ve adil cezayı bildiriyor:
"Barınağınız, orada sürekli kalmak
üzere cehennem ateşidir. Yalnız Allah'ın affetmeyi
diledikleri müstesnadır."
Ateş bir sığınaktır, bir
barınaktır. Kalınacak bir yurttur, hem de sürekli
kalmak için. "Yalnız Allah'ın affetmeyi
diledikleri müstesna." Amaç, itikadî düşünce
üzerinde egemen olan serbest ilahî irade olduğu gibi
kalsın... İlahî iradenin serbestliği bu düşüncenin
temel kurallarından biridir. Bu irade tutsak edilemez,
bağlanamaz. Sonuçlarında bile...
"Hiç kuşkusuz Rabbin hikmet sahibidir ve her
şeyi bilir."
İnsanlara ilişkin kaderi, bir hikmete ve bilgiye göre
gerçekleşir. Hikmet ve bilgi noktasında hikmet sahibi
ve her şeyi bilen Allah tektir. Sahnenin tamamlanması için
karşılıklı konuşmalara yeniden
başlamadan önce, sahnenin son kısmı üzerine bir
değerlendirme yapmaya başlıyor ayetlerin
akışı.
"İşte böylece biz, işledikleri kötülüklerden
ötürü kimi zalimleri diğerlerinin peşine takarız."
Cinlerle insanlar arasında oluşan bu dostluk ve bu
dostluğun gelip dayandığı son gibi. Evet
tıpkı bunun gibi ve aynı kuraldan ötürü işledikleri
kötülükler nedeniyle zalimlerden kimisini kimisinin peşine
takarız. Tabiat ve gerçeklik noktasındaki benzerlikleri,
yöneliş ve hedefteki birliktelikleri ve kendilerini bekleyen
sonucun bir oluşu gerekçesiyle, bazısını
bazısına dost kılarız. Bu genel bir
kuraldır. O günkü gerekçenin sınırlarını
aşan uzun boyutlar vardır. Genel anlamda insanlardan ve
cinlerden şeytanların arasındaki dostluğun
mahiyetini ele almaktadır. Çünkü zalimler -bunlar herhangi
bir şekilde Allah'a ortak koşan kimselerdir- hak ve
doğruluğa karşı biraraya gelir, her peygambere
ve onlara inananlara karşı düşmanlıkta
birbirlerine yardım ederler. Farklı görünümlerine karşın
aynı karaktere sahip olmalarının yanında,
insanlar üzerindeki Rabblık hakkını gasbetmekte ve
aynı şekilde Allah'ın hakimiyetinden kaynaklanan
bir sınırlama olmaksızın azgın
ihtiraslarına dayanan aynı çıkarı
paylaşmaktadırlar.
Çıkarları bakımından didişmelerine,
ihtilafa düşmelerine rağmen bunları, her zaman
birbirleriyle dayanışma içinde olan bir kitle olarak
görürüz. Özellikle Allah'ın dinine ve O'nun
dostlarına karşı savaşmada...
Aralarındaki karakter ve hedef birliğine
dayanmaktadır bu dostluk. İşledikleri kötülük ve
günahdan dolayı ahiretteki sonları da aynı
olacaktır. Tıpkı canlandırılan sahnede gördüğümüz
gibi!
Günümüzde -ayrıca birçok asırdan beri- haçlılar,
siyonistler, putçular ve komünistler gibi insanlardan
şeytanların arasında önemli birleşmelere
şahit oluyoruz. Aralarındaki çeşitli ihtilaflara
rağmen bu paktlar, İslâm'a saldırmada ve tüm
yeryüzündeki İslâmî diriliş hareketlerinin
doğuşunu bastırmada biraraya gelmektedir.
Bu dehşet verici bir birleşmedir. İslâm'a savaş
açmak için, maddi ve kültürel güçlerin, bu birleşmenin
ve şeytanî komplonun amaçlarına uygun olarak hareket
etmesi amacıyla bizzat bir zaman İslâm'ın hakim
olduğu bölgede kullanıma hazır araçların
yanında, onlarca asrın tecrübesinin devreye sokulduğu
bir birliktir bu. Bu birleşmede yüce Allah'ın şu sözünün
işareti belirginleşiyor: "İşte böylece
biz, işledikleri kötülüklerden ötürü kimi zalimleri diğerlerinin
peşine takarız." Ayrıca yüce Allah'ın
peygamberine verdiği güvence de bu işarete
uymaktadır: "Eğer Allah dileseydi, bunu
yapamazlardı. Onları asılsız
uydurmalarıyla başbaşa bırak." Ancak
bu güvence, peygamberin adımlarını takip eden, bu
dine ve müminlere karşı girişilen savaşta
O'nun fonksiyonunu devam ettirdiğini bilen mümin bir topluluğun
var olmasını gerektirmektedir.
Ayetlerin akışıyla birlikte sahnenin son bölümüne
dönüyoruz:
"Ey insanlar ve cinler, size ayetlerimi anlatan ve
bugünle karşılaşacağınıza
ilişkin sizi uyaran içinizden peygamberler gelmedi mi? Onlar
da, "Kendi aleyhimize şahitlik ederiz" derler. Dünya
hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına
kendi aleyhlerine şahitlik ettiler."
Bu, olayı açıklığa kavuşturmak ve
tescil etmek amacına yönelik bir sorudur. Yoksa yüce Allah,
dünya hayatındaki durumlarını biliyordu. Bu soruya
karşılık verdikleri cevapta, ahiretteki bu
cezayı hak ettiklerini belirtiyorlar.
Hïtap insanlara yönelik olduğu gibi cinlere de yöneliktir.
Acaba yüce Allah, insanlara peygamberler gönderdiği gibi,
cinlere de kendilerinden peygamberler göndermiş midir?
İnsanlara görünmeyen bu yaratıkların durumunu
ancak yüce Allah bilir. Ancak ayet, cinlerin, peygamberlere
indirilenleri dinledikleri ve kavimlerine gidip onları
uyardıkları şeklinde yorumlanabilir.
Tıpkı Ahkâf suresinde cinler hakkında Kur'an'da
anlatılanlar gibi.
"Kur'an'ı dinleyecek cinlerden
birtakımını sana yöneltmiştik. Onlar
Kur'an-ı dinlemeye hazır olunca birbirlérine;
"susun" dediler. Kur'an'ın okunması bitince,
herbiri birer uyarıcı olarak kavimlerine döndüler."
"Şöyle dediler: Ey kavmimiz, doğrusu biz, Mûsâ'dan
sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan, gerçeği
ve doğru yolu gösteren bir kitap dinledik."
"Ey kavmimiz, Allah'a çağırana uyun ve O'na
inanın, Allah da sizin günahlarınızı
bağışlasın ve sizi can yakıcı
azabdan korusun."
"Allah'a çağıran kişiye uymayan kimse
bilsin ki, Allah'ı yeryüzünde aciz bırakamaz;
onların O'ndan başka dostları da bulunmaz.
İşte onlar apaçık
sapıklıktadırlar." (Ahkaf Su
Bu temelden hareketle, soru ve cevabın insanlarla birlikte
cinler için de geçeri olması mümkün oluyor. Bununla
beraber konu yüce Allah'ın kendine özgü kıldığı
bilginin kapsamındadır. Bundan ötesini kurcalamanın
hiçbir yararı söz konusu değildir.
Her neyse... Cinlerden ve insanlardan sorgulananlar, sorunun bu
kadarla bitmediğini, olayı belirleme ve tescil etme,
aynı zamanda azarlama ve tehdit etme amacına yönelik
olduğunu kavrıyorlar. Bunun üzerine her şeyi
itiraf edip bundan dolayı hak ettikleri cezayı kendi
aleyhlerine tescil ediyorlar:
"Kendi aleyhimize şahitlik ederiz, derler."
Bu noktada sorgulayan, sahneye müdahale ediyor ve şöyle
diyor:
"Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir
olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler."
Bu yorum, dünyadaki durumlarının gerçek mahiyetini
açıklama amacına yöneliktir. Gerçekten bu hayat onları
aldatmış, gurur onları küfre sürüklemiştir.
Sonra bakın, işte onlar kendi aleyhlerine şahitlik
ediyorlar. Çünkü büyüklenmenin, inkârın yararı
yoktur. İnsanın kendisini böylesine sıkıntılı
bir yerde bulmasından daha kötü bir sonuç olabilir mi?
Kendi kendini savunamaması, söylenenleri inkâr edememesi,
savunma amacıyla tek söz söylememesi...
Sahneyi canlandırırken, beklenen geleceği
seyredilen olguya dönüştürürken ve yaşanàn anı
uzak mazi gibi gösterirken Kur'an'ın başvurduğu
eşsiz ifade tarzının önünde biraz duralım.
Kur'an şu anda yaşadıkları dünyada ve alıştıkları
yeryüzünde insanlara okunmaktadır. Ancak Kur'an,
kıyamet sahnesini hazır ve yakın bir olgu olarak
sunuyor, dünya sahnesini ise uzak bir geçmiş olarak gözler
önüne seriyor. Öyle ki, biz bu sahnenin kıyamet günü
gerçekleşeceğini unutup olduğu gibi
karşımızda bulunduğunu sanıyoruz. Kur'an
uzak tarihten söz eder gibi dünyadan söz ediyor.
"Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir
olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler."
Bu da olağanüstü düşündürme yöntemlerinden
biridir.
Sahnenin bitmesi üzerine, insanlardan ve cinlerden
şeytanlara verilen cezaya, bu yığınların
ateşe sürüklenişlerine, ayrıca kendilerine
peygamberlerin geldiklerini, Allah'ın ayetlerini kendilerine
anlattıklarını ve bugünkü karşılaşma
konusunda uyarıda bulunduklarını kabullenmelerine
ilişkin verilen hükmü değerlendirmek için ayetlerin
akışı hitabı peygambere -salât ve selâm
üzerine olsun O'nun ötesinde müminlere ve tüm insanlara
yöneltmektedir. Bir de sahne ve içinde olup bitenler üzerine,
uyarmadan Allah'ın azabının hiç kimseye
dokunmayacağı, ayrıca gafletlerinden
uyandırılmadan, kendilerine Allah'ın ayetleri
okunmadan ve uyarıcılar tarafından uyarılmadan
yüce Allah'ın kullarını zulümlerinden (yani ortak
koşmalarından) dolayı sorgulamayacağı
değerlendirmesi yapılmak istenmektedir.
"Bu, şunu kanıtlar ki, Rabbin gerçeklerden
habersiz olan bir kentin halkını haksız yere asla
helâk etmez."
Yüce Allah'ın insanlara yönelik rahmeti, peygamberler
göndermeksizin ortak koşmalarından ve kâfir olmalarından
dolayı onları sorumlu tutmamayı
gerektirmiştir. Fıtratlarına bahşettiği
gerçek Rabbine yöneliş yeteneğine -gerçi bu fıtratlar
sapıtabilir- ve kendilerine bahşettiği akıl ve
kavrama gücüne-gerçi arzuların baskısı
altında akıl yoldan çıkabilir- ve apaçık
evren kitabında yeralan işaretlere rağmen. Gerçi
insan bünyesindeki tüm alıcı cihazlar gün gelir işlevini
göremez hale gelebilir. Fıtratı üzerine bulaşmış
tozlardan silkelemek, insan aklını sapmaktan kurtarmak,
bakışları ve duyguları körelmekten uzaklaştırma
görevi peygamberlere ve peygamberlik kurumuna verilmiştir.
Azaplandırma da duyuru ve uyarıdan sonra meydana gelen
yalanlama ve kâfir olmaya bağlı
kılınmıştır.
Bu gerçek, yüce Allah'ın insana yönelik rahmetini ve
lütfunu tasvir ettiği gibi, fıtrat ve akıldan
oluşan insanın algılama organlarının
değerini de ortaya koymaktadır. Aynı zamanda inanca
dayanmadıkları ve dine bağlı
olmadıkları sürece bu organların kendi
başlarına sapıklıktan
korunamayacaklarını, kesin bir bilgiye
ulaşamayacaklarını ve arzuların
baskısına dayanamayacaklarını belirtmektedir.
(Daha geniş bilgi için "Nisa Suresi, 165. ayetin
tefsirine bakının.)
Daha sonra ayetlerin akışı hem müminlere hem de
şeytanlara verilecek ceza ve mükâfat konusunda diğer
bir gerçeğe değinmektedir!
"Herkesin yaptığı işlere göre
birbirinden farklı derecesi vardır. Rabbin onların
yaptıklarından habersiz değildir."
Müminlerin dereceleri vardır; birbirinden yukarı
dereceler... Şeytanların da dereceleri var; birbirinden
aşağı dereceler... Tümü de yaptıklarının
karşılığıdır. Yapılan her
şey saklı tutulmaktadır, hiçbir şey
kaybolmaz:
"Rabbin onların yaptıklarından habersiz
değildir."
Yüce Allah, kullarına yönelik rahmetinden dolayı
onlara peygamberleri gönderiyorsa da, aslında onlara
ihtiyacı yoktur. İmanlarına ve ibadetlerine ihtiyaç
duymaz. Kullar iyilik yaptıklarında, hem dünyada hem de
ahirette kendileri için yapmaktadırlar. Aynı
şekilde, isyancı, zalim ve müşrik nesilleri yok
edebildiği ve yerlerine başka bir nesil
getirebildiği halde, onları oldukları gibi
bırakması da yüce Allah'ın rahmetinin
belirtisidir.