122- Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar
arasında yürürken yararlandığı bir
ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde
bocalayıp oradan bir türlü dışarı çıkamayan
kimse gibi midir? İşte böylece kâfirlere yaptıkları
kötülükler çekici göründü.
123- Tıpkı bunun gibi her kentin kimi ileri
gelenlerini o kentin hakka karşı komplo düzenleyen azılı
günahkârları yaptık. Aslındà onlar kendilerine
karşı komplo düzenlerler, ama bunun farkında
değildirler.
124- Onlara bir ayet gelince, "Allah'ın
peygamberlerine verilen vahiy aynen bize de verilmedikçe asla
inanmayız" derler. Oysa Allah peygamberlik görevini
kime vereceğini herkesten iyi bilir. Bu azılı günahkârlar
düzenledikleri komplolardan ötürü Allah katında
aşağılanmaya ve ağır azaba çarpılacaklardır.
125- Allah kimi doğru yola iletmek isterse göğsünü
İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü,
sanki göğe çıkıyormuş gibi, dar ve
tıkanık yapar. Bunun yanısıra Allah,
inanmayanları iğrençliğe mahkum eder.
Hidayet ve imanın tabiatını tasvir eden bu
ayetler realist bir gerçeği realist ve gerçekçi bir
yöntemle ifade etmektedirler. Kuşkusuz ifadede beliren
benzetme ve mecazlar bu gerçeği canlı ve etkileyici bir
şekilde somutlaştırma amacına yöneliktir. Ne
var ki, ifadenin kendisi de bir gerçektir.
Bu ayetlerin ifade ettiği gerçek türü, başvurulan
bu tasvir etkenlerini zorunlu kılmaktadır. Evet bu bir
gerçektir, ancak ruhsal ve düşünsel bir gerçektir. Sadece
deneyimli tadılabilecek bir gerçek. İfade, sadece bu
deneyimin zevkini gözler önüne serebilmektedir. O da, bu zevki
fiilen tadanlar için elbette.
Bu inanç, ölmüş kalplere yeniden canlılık
verir. Karanlıktan sonra kalbe bir ışık
bahşeder. Bu hayatla birlikte daha önce hiç bilmediği
bir şekilde her şeyden bambaşka bir duyguyla tad
alır, her şeyi değişik tasvir eder,
farklı değerlendirir. Bu ışığın
aydınlığı altında ve etki alanında,
imanın aydınlattığı bu kalbin daha önce
göremediği bir şekilde her şey yepyeni bir görünüm
kazanır.
Bu deneyimi sözcüklerle ifade etmenin imkânı yoktur.
Sadece tadanlar bilebilir. Bu deneyimin gerçek mahiyetinin en
güçlü taşıyıcısı kuşkusuz Kur'an
ifadesidir. Çünkü Kur'an, bu deneyimi aynı cinsten ve
aynı özelliklere sahip renklerle tasvir etmektedir.
Küfür; yok olmayan, bitmeyen, kaybolmayan, öncesiz ve sonrasız
gerçek hayattan kopmadır. Ölümdür küfür. Varlık bütününde
faaliyet gösteren etkin güçten yoksun olmadır. O halde küfür
ölümdür. Fıtratın alıcı ve verici
hızlarının işlemez hale gelmesidir, körelmesidir.
Demek ki ölümdür küfür.
İman ise bağlılıktır, istemektir,
vermektir, kısacası hayattır...
Küfür ruhun açılmasını ve
doğmasını engelleyen bir perdedir. O,
karanlıktır... O, organlara ve duygulara vurulan bir
kilittir. O halde karanlıktır o.
Şaşkınlık içinde
şaşkınlıktır, sapıklıktır
küfür. Kısacası karanlıktır.
İman ise; derin anlayış ve görüştür.
Kavrayış ve dengedir. Bütün anlamlarıyla nurdur
iman...
Küfür büzülüp, taşlaşmaktır. Çünkü, o, sıkıntıdır.
Fıtratın kolay yolundan ayrılmaktır. Çünkü
zorluktur. Güvenilir bir himayenin verdiği huzurdan yoksun
olmadır. Kısacası bunalımdır, küfür.
İman ise; genişlik, kolaylık, huzur ve
yayılmış bir gölgedir.
O halde kâfir nedir? Şu varlık toprağında
bir kökten, bir damardan yoksun zavallı bir bitkidir.
Varlığın yaratıcısıyla
bağları kopmuş bir fertten başka birşey
değildir. Bu yüzden varlık bütünüyle de bağları
kopmuş durumdadır. Bireysel
varlığının sınırlı
bağlarının dışında bir bağla
ilgi kuramamaktadır. O da en dar sınırlar içinde
gerçekleşebilmektedir. Hayvanların
yaşadığı sınırlar içinde...
Duygulardan ayrıca, duyguların varlığın
dış görünümünden algıladığı
şeylerden oluşan sınırlar..
Kuşkusuz Allah'a bağlanmak ve Allah için kenetlenmek
ölümlü, fani bireyi öncesiz ezele ve sonrasız ebede
bağlar. Sonra onu sonradan meydana gelmiş evrene, görülen
hayata bağlar. Ardından iman kafilesine, çağlar
boyu ardarda gelen ve zamanın derinliklerine kök salmış
biricik ümmete bağlar. Kendini birçok kökün, sonsuz bağların
ve varlıkların içinde bulur. Coşkun, uzayıp
giden, sürekli ve sınırlı ömrünün bitmesiyle
tükenmeyen bir varoluştur.
İnsan bu nuru kalbinde bulunca, bu dinin gerçeklerini,
davranış ve hareket metodunu olağanüstü bir
şekilde karşısında bulur. Bu nuru kalbinde
bulduğunda karşılaştığı bu
sahne göz kamaştırıcı, olağanüstü bir
sahnedir. Bu dinin tabiatında ve gerçeklerinde yer alan
harikulâde ve kapsamlı uyum sahnesidir. Bu dinin hareket
metodundaki ve yayılış yöntemindeki son derece
güzel ve ince evrim sahnesidir. Bu din, artık birtakım
inanç ilkeleri, ibadet şekilleri, yasalar ve direktifler
yığını olarak belirmez. Aksine birbirine
girmiş, birbirine dayanmış, uyum içinde ve
birbirine karışmış bir plan olarak belirir. Bu
din canlı, fıtratın ihtiyaçlarına cevap veren,
derin bir yakınlık, güvenilir bir doğruluk, sevgi
ve şefkat içinde fıtratla uyuşur bir konumda
belirir.
İnsan bu nuru kalbinde bulduğu zaman varlık bütününe,
hayata ve gerek evrende, gerekse insanlık aleminde meydana
gelen olaylara ilişkin gerçekleri açık seçik görür.
Yine olağanüstü ve göz kamaştırıcı bir
sahnede görür tüm bunları. Önü ve sonu sağlam bir düzen
içinde belirlenmiş titiz, ancak fıtrata uygun ve kolay
evrensel yasaların sahnesi... Bu evrensel yasaların arka
planında yer alan ve onları işlemek için
sürükleyen her şeyi kuşatıcı, serbest ve her
şeye gücü yeten ilâhî iradenin sahnesi... Bu evrensel
yasaların çerçevesinde yer alan insanların ve
olayların oluşturduğu sahne...
İnsan bu nuru kalbinde bulduğu zaman her işte,
her hususta ve her olayda bir netlik görür. Kendi içinde,
amaçlarında, düşüncelerinde, planlarında ve
hareketlerinde bir açıklık görür. İster yürürlükteki
evrensel ilâhî kanunlarda olsun, ister insanların
hareketlerinde, amaçlarında, gizli-açık
planlarında olsun, çevresinde olup biten şeylerde bir açıklık
görür. Gerek kendi içinde ve aklında, gerekse
çevresindeki olgularla bir kitabı okur gibi olayların
ve tarihin yorumunu bulur.
İnsan bu nuru kalbinde bulduğu zaman, düşüncelerinde,
duygularında ve düşlerinde bir aydınlık,
aklında, durumunda ve eğiliminde bir rahatlık görür.
İşlerin olmasında ve meydana gelmesinde,
olayların öncesinde ve sonrasında yumuşaklık
ve kolaylık bulur. Her durumda ve her anda huzur, güven ve
kesin inancın rahatlığı içinde bulur kendini.
İşte Kur'an'ın eşsiz ifade tarzı,
ilham yüklü etkenleriyle bu gerçeği bu şekilde tasvir
etmektedir:
"Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar
arasında yürürken yararlandığı bir
ışık verdiğimiz kimse karanlıklar içinde
bocalayıp aradan bir türlü dışarı çıkamayan
kimse gibi midir?"
Bu din gelmeden önce bu durumdaydı müslümanlar. Ruhlarına
iman üflenip diriltilmeden önce, yani canlılık,
hareket, doğmak ve ortaya çıkmaktan oluşan bu
olağanüstü enerji bahşedilmeden önce böyleydiler.
Kalpleri ölüydü. Ruhları karanlıklar içindeydi.
Sonra kalplerine birden iman serpildi ve kendilerine geldiler.
Ruhlarında bir nur doğdu, birden
aydınlanıverdiler. Ruhlarından nur
fışkırmaya başlamıştı.
İnsanlar arasında bu nurla yürüyor, sapıklara
onunla yol göstericilik yapıyorlardı. Yoldan
ayrılan kaçkınları topluyor, ürkeklere güvence
veriyorlardı. Köleleştirilen insanlara özgürlük bahşediyorlardı.
İnsanlık için yolun işaretleri belirmiş ve
yeryüzünde yeni bir insanın doğuşu
duyurulmuştu. Özgür ve aydın insanın... Sadece
Allah'a kul olmak suretiyle kullara kul olmaktan kurtulmuş
insanın...
Allah'ın, ruhuna hayat üflediği, kalbine
aydınlık bahşettiği bir kimse,
karanlıklar içinde bocalayıp bir türlü oradan çıkamama
durumunda olan birisi gibi midir?
Bunlar birbirinden çok uzak iki ayrı alemdir. O halde
çevresinde her tarafı aydınlatan nura rağmen
karanlıklar içinde bocalayanı engelleyen nedir?
"İşte böylece kâfirlere yaptıkları kötülükler
çekici geldi."
İşte sır buradadır... Küfrün, karanlığın,
ölümün çekiciliği ve süslenmişliği söz
konusudur. En başta bu çekiciliği doğuran
Allah'ın iradesidir. İnsan fıtratını hem
aydınlığı, hem de karanlığı
sevmek gibi çift yetenekli kılan O'dur. Böylece karanlığı;
ya da aydınlığı seçmekle insanı
sınamaktadır. Karanlığı tercih
ettiği zaman, Allah'ın iradesi bunu kendisine hoş gösterir,
çekici kılar. O da sapıklıkta inat eder, giderek
karanlıktan çıkamaz ve geri dönemez olur. Sonra
birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler fısıldayan
ve kâfirlere yapa geldiklerini süslü gösteren ve çekici kılan
insanlardan ve cinlerden şeytanlar vardır. Hayattan, imândan
ve ışıktan-kopmuş durumdaki bir kalp,
karanlıklar içinde ancak vesveselere kulak verir. Hiçbir
şey göremez, duyumsayamaz, bu koyu karanlıkta
doğru yolu sapıklıktan ayırdedemez.
İşte böylece kâfirlere yaptıkları kötülükler
çekici göründü...
İşte aynı yolla, aynı nedenlerden ötürü
ve bu kurallara dayanarak yüce Allah her şehrin büyüklük
taslayan suçlularının komplolar düzenlemelerini diledi
ki; imtihan tamamlansın, kader uygulansın, hikmet gerçekleşsin,
herkes kendisi için kolaylaştırılan yolda yürüsün
ve yolculuğun sonunda herkes yaptığının
karşılığını görsün...
"Tıpkı bunun gibi her kentin kimi ileri
gelenlerini o kentin hakka karşı komplo düzenleyen azılı
günahkârları yaptık. Aslında onlar kendilerine
karşı komplo düzenlerler, ama bunun farkında
değildirler."
Her kentte -büyük kent ve başkentte- büyüklük
taslayan suçlulardan bir grubun Allah'ın dinine
karşı düşmanca bir tavır takınmaya
yatkın olmaları her zaman için geçerli olan bir kuraldır.
Çünkü Allah'ın dini ise, bu büyüklük taslayanların
insanlara haksızlık aracı yaptıkları
iktidardan, insanları kendilerine kul konumuna getirdikleri
Rabblıktan ve insanları köleleştirmek için
kullandıkları hakimiyetten soyutlanmaları
noktasında başlamaktadır. Tüm bu nitelikleri
Allah'ın dini, tek başına insanların
Rabbı, insanların sahibi ve insanların ilahı
olan Allah'a vermektedir.
Yüce Allah'ın peygamberlerini gerçekle birlikte
göndermesi fıtratın özünde yer eden bir kuraldır.
Bu gerçek sayesinde ilâhlık taslayanlar ilâhlıktan,
Rabblıktan ve egemenlikten soyutlanırlar. Bu yüzden
Allah'ın dinine ve O'nun peygamberlerine düşmanlıklarını
açığa vururlar. Sonra da kentlerde çeşitli
komplolar kurarlar. Aldatmak için birbirlerine yaldızlı
sözler fısıldarlar. Hak ve doğruluğa
karşı başlattıkları savaşta
batıl ve sapıklığın
yayılmasında ve görünüşte korkutucu olan
komplolarla insanları değersiz hale getirmekte,
cinlerden şeytanlarla yardımlaşırlar.
Bu, her zaman için geçerli bir kuraldır... Ve çarpışma
kaçınılmazdır. Çünkü bu savaş,
Allah'ın dininin başta gelen ilke -yani egemenliği
bütünüyle Allah'a özgü kılmak- ile kentlerdeki suçluların
ihtirasları, hatta bizzat varlıkları
arasındaki eksiksiz çelişkiye dayanmaktadır.
Bir peygamberin girişmekten başka seçeneği
yoktur bu savaşa. Peygambere inananların da savaşa
girişmekten ve sonuna kadar bu savaşı sürdürmekten
başka yapacakları bir şey yok. Bu arada yüce Allah
dostlarına güvence veriyor: Büyüklük taslayan suçluların
komploları ne kadar büyük ve sürekli olursa olsun,
sonuçta kendilerinden başka kimseye bir şey
dokunduramayacaklardır. Kuşkusuz müminler bu savaşa
tek başlarına girişmiyorlar, bu savaşta
yardımcıları ve dostları Allah'tır. O
kendilerine yeter. Ve O komplocuların komplolarını
başlarına geçirir.
"Aslında onlar kendilerine komplo düzenlerler, ama
bunun farkında değildirler."
O halde müminler kendilerinden emin olsunlar.
Sonra Kur'an'ın akışı Allah'ın
peygamberlerine ve O'nun dinine düşman olanların içlerinde
yer eden kibirin mahiyetini gözler önüne seriyor. Bu kibir
onları İslâm'a girmekten alıkoyuyor. Çünkü
onlar, herkes gibi Allah'a kul olmaktan korkuyorlar. Bu yüzden
avam içinde özelliklerini koruyacak kişisel
ayrıcalıklar istiyorlar Peygambere inanmak, ona teslim
olmak ağır geliyor onlara. Yurttaşlara
karşı Rabblık makamında bulunmaya, onlar için
kanunlar koyup bunların kabul edilmesini görmeye, emirler yağdırıp
buna karşılık itaat ve boyun eğmelerini
istemeye alışmışlar. Bu yüzden Allah'ın
peygamberlerine verilenler bize de verilmediği sürece
kesinlikle inanmayacağız türünden iğrenç olduğu
kadar aptalca da olan lâflar edip duruyorlar:
"Onlara bir ayet gelince, "Allah'ın
peygamberlerine verilen vahiy aynen bize de verilmedikçe asla
inanmayız" derler."
Velid b. Muğire şöyle demişti: "Şayet
peygamberlik bir hak olsaydı, ben senden daha çok bunu hak
ederdim. Çünkü ben yaşça senden daha büyüğüm. Malım
da seninkinden çoktur." Ebu Cehil de; "Ona geldiği
gibi bize de vahiy gelmediği sürece hiçbir zaman ondan hoşnut
olmayacağız, ona uymayacağız"
demişti.
Nefislerdeki bu büyüklenmenin, büyüklük taslayan bu
adamların yurttaşlar arasında özellikli olmayı
istemenin... Bu özelliğin belirtisi de kendilerinin emir
vermeleri, yurttaşların da uyup itaat etmeleridir...
Evet bunun nedeninin içlerindeki küfrün ve peygamberlere ve
dine düşmanca tavır takınmalarının
kendilerine hoş görünmesi olduğu gayet açıktır.
Yüce Allah bu iğrenç ve aptalca sözlerine karşın,
önce mesajını iletecek, peygamberi seçme işini ve
bu evrensel ve önemli görevi yerine getirmeye kimin lâyık
olduğunu belirlemenin kuşatıcı bilgisine
bırakıldığını belirtmekle, ikinci
olarak da tehditle, küçümsemekle ve kötü sonlarını
hatırlatmakla karşılık vermektedir onlara:
" ..Oysa Allah peygamberlik görevini kime vereceğini
herkesten iyi bilir. Bu azılı günahkârlar
düzenledikleri komplolardan ötürü Allah katında
aşağılanmaya ve ağır azaba çarpılacaklardır."
Kuşkusuz peygamberlik son derece ürpertici ve önemli bir
iştir. Öncesiz ve sonrasız ifadenin kullardan bir kulun
hareketine bağlandığı evrensel bir görevdir.
Burada, yüceler alemi insanın sınırlı dünyasıyla,
gök yerle, dünya ahiretle birleşiyor. Peygamberliğin
temsil ettiği gerçek, bütün insan kalbinde, insanlığın
pratik hayatında ve tarihin sürecinde somutlaşıyor.
Burada insan bünyesi tamamen Allah'a özgü olmak için kişisel
payından soyutlanır. Bu soyutlanmanın, sadece niyet
ve davranışta olması yeterli değildir. Bu
önemli fonksiyonun doldurduğu yerin de bütünüyle arınmış
olması gerekir. Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun)
kişiliği, bu gerçekle kaynağının
doğrudan ve eksiksiz bir bağ kurduğu bir
buluşma noktası konumundadır. Peygamberin
kişiliği, sadece bireysel bir unsur olarak doğrudan
ve eksiksiz bir buluşmanın hiçbir engel ve kayıtla
karşılaşmaksızın meydana gelmesine uygun
olmasından dolayı bu bağı kurabilmektedir.
Mesajını nereye bildireceğini, milyonlarca insan
arasında, "Sen bu ürpertici ve önemli görev için
seçilmişsin" denecek kişiyi seçmeyi sadece yüce
Allah bilir.
Peygamberlik makamına ulaşmak isteyenler ya da
peygambere gelen vahyin kendilerine de gelmesini isteyenler...
Esasen bu iş için uygun olmayan özelliklere sahip
kimselerdir. Bir kere bunlar kişiliklerini evrensel
varlığın ekseni konumuna getiriyorlar. Peygamberler
ise daha başka bir tabiata sahiptirler. Gelen mesajı
teslimiyetle karşılayan, kendini feda eden ve
kişiliğini unutan bir tabiattır bu. İstemeden
ve beklenti içinde olmadan verilir peygamberlik. Nitekim, Kur'an-ı
Kerim'de, "Sen bu kitabın sana verileceğini
ummazdın. O, ancak Rabbinin bir rahmetidir." (Kasas
Suresi: 86) denmektedir. Bütün bunlardan sonra, bu adamlar
bu korkunç görevin önemini kavrayamayan bilgisiz kimselerdir.
Sadece yüce Allah'ın bu işe uygun birini seçebileceğini
bilmiyorlar.
Bu nedenle onlara oldukça kesin bir cevap veriliyor:
"Allah peygamberlik görevini kime vereceğini
herkesten iyi bilir."
Allah mesajını bildiği kişiye
vermiştir. Yarattıklarının içinde en üstün
ve en içten olanını seçmiştir. Allah'ın
yarattıklarının en iyisi ve peygamberlerin
sonuncusu Hz. Muhammed'e kadar peygamberlerini ulu bir kafile
kılmıştır. (Allah'ın salât ve selâmı
üzerlerine olsun.)
Ardından Allah katında aşağılanmaya,
alçalmaya ve onur kırıcı şiddetli azabla
ilgili tehdit yer alıyor:
"Bu azılı günahkârlar düzenledikleri
komplolardan ötürü Allah katında
aşağılanmaya ve ağır azaba çarpılacaklardır."
Allah katında aşağılanma; yurttaşlara
karşı ululanmanın, gerçeğe karşı büyüklenmenin
ve peygamberlik makamına göz dikmenin karşılığıdır.
Ağır azab ise; zorlu komplolar kurmaya, peygamberlere düşman
olmaya ve müminleri işkence etmeye
karşılıktır.
En sonunda sözünü ettiğimiz bu gezinti, gönüllerde ve
ruhların derinliklerinde hidayet ve imanın durumunu
tasvir etmekle bitiyor:
"Allah kimi doğru yola iletmek isterse, göğsünü
İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü
sanki göğe çıkıyormuş gibi, dar ve
tıkanık yapar. Bunun yanısıra Allah,
inanmayanları iğrençliğe mahkûm eder."
Allah kime doğru yolu takdir ederse -doğru yola
ulaşmayı isteyen ve deneme amacıyla kendisine
verilen seçme özgürlüğü arasında O'na yönelen kişiye
ilişkin geçerli kural uyarınca- "göğsünü
İslâm'a açar" ufkunu genişletir,
kolaylıkla ve istekle İslâm'ı kabul etmesini
sağlar. Onun hareketlerini yönlendirir, ona güven verir.
Böylece İslâm'la huzur ve rahata kavuşur.
Kimin içinde sapıklık dilerse -doğru yoldan kaçan
ve fıtratını ona kapatan kimsenin sapmasına
ilişkin geçerli kural uyarınca- "göğsünü
sanki göğe çıkıyormuş gibi, dar ve
tıkanık yapar." O doğru yola
kapalıdır, duyu organları körelmiştir, bu yüzden
İslâm'ı kabul etmekte zorlanır,
sıkılır; "Sanki göğe çıkıyormuş
gibi." Bu göğe yükselirken meydana gelen nefesin
daralması, göğsün sıkılması ve
baygınlık geçirilmesi gibi somut bir şekilde ifade
edilen psikolojik bir durumdur. Hafs okuma tarzında
olduğu gibi " "çıkıyor" kelimesinin
yapısı da bu zorluğu, tıkanmayı ve çabayı
ifade etmektedir. Vurgusu da tüm bunları akla getirdiği
gibi gözler önüne serilen sahne pratik durum ve bir tek
melodideki bu sözlü ifadesiyle de uyum oluşturmaktadır.
Sahne yerinde bir değerlendirmeyle son buluyor
"Bunun yanısıra Allah inanmayanları
iğrençliğe mahkûm eder."
İşte böyle... Yüce Allah'ın kaderinin
doğru yola ulaşmasını istediğinin göğsünü
açmak ve sapıtmasını istediğini zora sokmak,
çabalatmak ve eziyet etmek şeklinde cereyan etmesi gibi...
Allah inanmayanları bu şekilde azaba mahkûm eder.
Ayette geçen "Rics" kelimesinin bir anlamı, azap
olduğu gibi biri de iğrençliktir. Her ikisi de sahnede
yer alan azaba renk katmaktadır. Bu sahne giderek azaba
bulaşmakta, ona dönüşmekte, en sonunda, ondan
ayrılmaz bir duruma gelmektedir. İfadede verilmek
istenen mesaj da budur zaten.
Bununla beraber,
"Allah
kimi doğru yola iletmek isterse, göğsünü İslâm'a
açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü, sanki göğe
çıkıyormuş gibi, dar ve tıkanık yapar.
Bunun yanısıra Allah, inanmayanları iğrençliğe
mahkûm eder." Ayeti
üzerinde biraz daha açıklamada bulunmak gereğini
duyuyorum. Gerek bu ayetin, gerekse yüce Allah'ın iradesi
ile insanların yönelişleri arasındaki
karşılıklı iletişim ve ilgiye,
insanların payına düşen hidayet ve
sapıklığa, bunun ardından
karşılaştıkları ceza, cevap ve
sorgulanmaya ilişkin Kur'an'da yer alan benzeri ayetlerin
dile getirdikleri bu gerçeği iyice algılayabilmek için,
zihinsel mantığın alanının
dışında, beşeri kavrama
mantığından tamamen farklı diğer bir
mantığı devreye sokma gereği
doğmaktadır. Bu konu etrafında gerek İslâm
düşünce tarihinde (özellikle mu'tezile, ehl-i sünnet ve
mürcie arasında) gerekse teoloji ve felsefe tarihinde
meydana gelen tüm tartışmalar ileri sürülen tüm
önermeler ve bunlar etrafında geliştirilen tüm
yorumlar zihinsel mantığın mührüyle damgalanmıştır.
Kuşkusuz bu gerçeği algılayabilmek için beşeri
kavrama mantıklarından farklı, zihinsel
mantığın alanının dışında
diğer bir mantığı kullanma zorunluluğu
vardır. Aynı zamanda "yaşayan realite"
ile karşılıklı iletişim kurmak gerekir,
zihinsel önermelerle değil. Çünkü Kur'an, her insan
bünyesinde, hem de varlık olgusunda yer alan pratik bir gerçeği
tasvir etmektedir. Bu gerçekte, hiçbir zihinsel mantığın
kavrayamayacağı kapsayıcılıkta
Allah'ın iradesi ve kaderi ile, insanın iradesi ve
hareketleri arasında bir birliktelik göze çarpmaktadır.
İnsanı hidayete ya da doğru yola zorlayan
Allah'ın iradesidir denecek olursa, bu realiteyi ifade
etmeyecektir. Aynı şekilde her konuda sonucu belirleyen
insanın iradesidir denecek olursa, bu da realiteyi dile
getirmeyecektir. Kuşkusuz bu pratik gerçek, ilâhî iradenin
özgürlüğü ve etkin otoritesi ile kulun seçme özgürlüğü
ve isteğe bağlı yönelişi arasındaki ince
ve aynı zamanda gaybi bir orandan oluşmaktadır.
Bunlar arasında bir çelişki bir çatışma söz
konusu değildir.
Ancak bu "pratik" gerçeği, zihinsel
mantığın sınırları içinde kalarak,
zihinsel önermeler ve insanların bu önermelere ilişkin
yorumları şeklinde kavramak mümkün değildir.
Çünkü konuyu ele alış metodunu ve yönelme yöntemini
belirleyen gerçeğin türüdür. Bu nedenle zihinsel mantık
yürütme metodu ve diyalektik önermeler bu konuda hiçbir yarar
sağlayamazlar.
Aynı şekilde bu gerçeği realist bir olgu olarak
kavrayabilmek için eksiksiz ruhsal ve aklî deneyimi tatmak
gerekmektedir. Kuşkusuz fıtratını İslâm'a
yönelten kişi göğsünde ona karşı bir açılma
bulacaktır. Tabii ki bu, kesinlikle Allah'ın eseridir. Göğüsteki
açıklık sonradan meydana gelen bir olaydır ve bu
da ancak Allah'ın takdiriyle olabilir. Bunu yaratan ve ortaya
çıkaran O'dur. Fıtratını
sapıklığa yönelten de, göğsünde bir
daralma, tıkanma ve zorluk bulacaktır. Bu da kesinlikle
Allah'ın eseridir. Bu olay da sonradan meydana
gelmiştir. Fiilen var olması, Allah'ın
yarattığı ve yürürlüğe koyduğu takdir
sonucudur. Her ikisi de kula yönelik Allah'ın iradesinin
ürünüdürler. Ancak bu irade zorlayıcı değildir.
Bu sadece, insan denen yaratığın bu kadarlık
bir iradeyle denenmesine ve bu kadarlık iradeyi hidayet ya da
sapıklığa yönelişte kullanması sonucu
meydana gelmesi gerekeni oluşturması için Allah'ın
kaderinin cereyan etmesine ilişkin yürürlüktedir ve etkin
kanunu belirleyen iradedir.
Zihinsel bir önermenin' karışına yine zihinsel
bir önerme konduğu, bu iki önerme arasındaki
iletişim gerçeğin gizli yönlerine yönelik dokunuşların
ve realist bir iletişimin varlığı
olmaksızın beraberliği gerçekleştiği
zaman, bu gerçeğin eksiksiz ve doğru bir şekilde
kavranması hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. İslâmî
tartışmalarda ve diğer konularda uygulanan yöntem
hep bu olmuştur.
O halde başka bir metoda başvurmak ve bu büyük
gerçekle doğrudan doğruya iletişim kurmanın
tadına varmak kaçınılmazdır.
Ardından yine Kur'an'ın akışına dönüyoruz.
Bu ayetler grubu bir bütün olarak, sanki daha önce açıklanan
kesilmiş hayvanlar konusu üzerine yapılmış
bir değerlendirme olarak yer alıyor ve bunu da
diğerine bağlıyor. Böylece bu, akışta,
bilinçte ve bu dinin yapısında tek bir demet
oluşturuyor. Çünkü kesilmiş hayvanlar sorunu kanun
koyma sorunudur. Kanun koyma sorunu ise, hakimiyet sorunuyla
ilgilidir. Hakimiyet konusu da imana ilişkindir. Bu yüzden
de burada bu şekilde imandan söz edilmesi konunun gereğidir
ve yerindedir.
Sonra bu bölümde yer alan en son değerlendirme
yapılıyor. Bu değerlendirme, bu bölümü ve
ötekini son noktaya bağlıyor. Bu da, o da Allah'ın
doğru yoludur. Bunlardan birinin dışına çıkmak,
bu doğru yolun dışına çıkmak demektir.
Her ikisine birlikte uymak, inanç ve şeriat olarak,
insanı esenlik yurduna ve yüce Allah'ın öğüt
alan kullarına yönelik dostluğuna götüren yolu takip
etmektir.