GÖKLER VE YER
12- De ki; "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" De
ki; "Allah'ındır. O merhametliliği üzerine
görev yazdı. Sizleri geleceği kuşkusuz olan
Kıyamet günü kesinlikle biraraya getirecektir. Kendilerine
kıyanlar var ya, buna sadece onlar inanmazlar.
13- Gecenin ve gündüzün barındırdığı
her şey O'nundur. O her şeyi işiten ve bilendir.
Bu ayette önce gerçek anlatılıyor, açıklanıyor
ve arkasından yolların ayrıldığı,
karşıt tarafla ilişkilerin kesildiği
belirtiliyor. Bundan dolayı Peygamberimiz müşriklere bu
şekilde karşı koymaya yöneltiliyor. Bilindiği
gibi bu ayetin muhatap aldığı müşrikler her
şeyin yaratıcısının yüce Allah olduğuna
inanıyorlardı, fakat bu inançlarının
arkasından O'na yaratma gücü olmayan putları denk
tutarak hayatlarına yön verme konusunda bunları yüce
Allah'a ortak koşuyorlardı. İşte Peygamberimiz
bu inanç kargaşası içindeki müşriklere göklerde
ve yerdeki tüm varlıkların mülkiyetinin kime ait olduğunu,
bu varlıkların yaratıcısı olduktan sonra
onların maliki olanın kim olduğunu soruyor. Soruda
"göklerdeki ve yerdeki tüm varlıklar" denmek
sureti ile söz konusu mülkiyetin yaygınlığı
vurgulanmış oluyor. Üstelik bu soruda dile getirilen
gerçeğe müşriklerin kendileri de karşı çıkmıyorlardı.
Kur'an onların bu gerçeği tartışmasız biçimde
onayladıklarını birçok yerinde açıklamıştır.
Evet;
"De ki; `Göklerde ve yerde olanlar kimindir?' De ki; `Allah'ındır."
Gerçi eski Araplar cahiliye döneminde sapık düşüncelere
sahiptiler ve bu sapık düşünceler bozuk bir hayat tarzı
ortaya çıkarıyordu. Fakat onlar bu bakımdan günümüzün
sözde "bilimsel" cahiliye uygarlığından
daha ileri düzeyde idiler. Onları günümüzdeki yoldaşlarından
daha ileri düzeye çıkaran nokta "Göklerin ve yerlerin
yüce Allah'a ait olduğunu" bilmeleri ve
onaylamaları idi. Oysa onların günümüzdeki yoldaşları
fıtratlarını, gözeneklerini bu gerçeğe
karşı sımsıkı kapatıyorlar, onu bu
alandaki fonksiyonunu yerine getirmekten alıkoyuyorlar.
Gerçi cahiliye dönemi Arapları bu gerçeği kabul
ediyorlardı, ama bu gerçeğin doğal sonuçlarını
onaylamıyorlardı. Yani yüce Allah'ın, mülkiyeti
altındaki bu varlıkların ortaksız egemeni
olduğunu, bu varlıklara ilişkin her türlü
tasarruf girişiminin mutlaka O'nun iznine ve şeriatine
bağlı olması gerektiğini
benimsemiyorlardı. Onlar işte bu yüzden müşrik
sayılıyor ve yine bu yüzden hayat tarzlarına
"cahiliye hayatı" adı veriliyordu.
Peki hayatları ile ilgili her konuyu yüce Allah'ın
egemenliği dışına çıkararak bu
egemenliği kendilerine yakıştırmaya
yeltenenlere ne demeli? Gerek kendilerine ve gerekse hayat
tarzlarına hangi adı takmalı, hangi
sıfatı vermeliyiz? Onlara mutlaka müşriklikten
başka bir sıfat vermek gerekiyor. Bu sıfat bizzat yüce
Allah'ın ifadesi ile kâfirliktir, zalimliktir, fasıklıktır.
Bu tür kimseler istedikleri kadar müslüman olduklarını
iddia etsinler, kimlik belgelerinin kendilerine
yakıştırdığı sıfat
istediği kadar bu olsun, bu gerçeği
değiştiremezler!
Tekrar ayete dönelim. Görüyoruz ki, burada "göklerdeki
ve yerdeki tüm varlıkların, mülkiyetinin yüce Allah'a
ait olduğu" gerçeği yanında bir de şu
gerçeğe dikkatler çekiliyor:
"Allah merhametliliği üzerine görev yazdı."
Yüce Allah, bu mülkün kesin malikidir. Bu konuda
hiçbir rakibi, hiçbir ortağı yoktur. Fakat O kendi
bağışlayıcılığının,
kendi kereminin sonucu olarak merhameti üzerine görev yazdı.
Bu kararı kendi iradesi ile, kendi dileği ile verdi.
Bunu ona hiç kimse zorla benimsetmedi, hiç kimse önermedi ve
hiçbir zorunluluk dikte etmedi. Bu karar, bu görev yazma eylemi
sadece O'nun özgür iradesinin ve yüce ilâhlığının
eseridir.
Öte yandan O'nun kendi üzerine görev olarak yazdığı
bu rahmet, O'nun yaratıklarına ilişkin takdirinin,
dünyada ve Ahirette onlara karşı
takındığı tavrın temel
kuralıdır. Buna göre bu kurala inanmak, İslâm düşüncesinin
temel ilkeleri arasında yer alır.
Yüce Allah'ın kullarına yönelik merhameti her
konuda ve her olayda geçerli bir prensiptir. Hatta bu prensip
kulların zaman zaman sıkıntılarla, zorluklarla
sınavdan geçirildikleri durumlarda da yürürlüktedir.
Çünkü yüce Allah kullarının bir bölümünü,
emanetini taşımaya elverişli düzeye çıkarmak
için onları böyle sınavlardan geçirmektedir. Bu tür
sınavlar aracılığı ile o kulların içtenliğini,
bağlılığını, kendini
tanımasını, bilincini,
hazırlığını ve
yatkınlığını geliştirmek
istemektedir; özleri itibarı ile kimlerin temiz, kimlerin
kirli olduklarını ortaya çıkarmayı
dilemektedir; Peygamberlerin peşinden gidenler ile onlara
sırt çeviren döneklerin ayırd edilmesini murad
etmektedir; mahvolanların da hayat bulanların da hak
ettikleri sonuçlarla bile bile karşılaşmasını
uygun görmektedir. Bunların hepsinin ayrı birer rahmet
türü oldukları açıktır.
Aslında ilâhi rahmetin sonuçları ve göstergeleri
ömürleri ve kuşakları kapsayacak oranda
yaygındır. Kulların her anı yüce Allah'ın
rahmetinin kapsamı, şemsiyesi altındadır. Biz
az önce sadece yüce Allah'ın zorluklarla sınavdan geçirme
kuralına ilişkin rahmetine değindik. Çünkü bu
nokta kalblerin kayabildiği ve gözlerin yanlış gördükleri
tehlike noktalarından birini oluşturur!
Biz burada ilâhi rahmetin sonuçlarını ve göstergelerini
ayrıntılı biçimde saymaya kalkışacak
değiliz. Sadece bu sonuçların ve göstergelerin birkaç
tanesine kısaca değineceğiz. Yalnız daha önce
bu ayetin hayrete sürükleyici ifade tarzı üzerinde birazcık
durmak istiyoruz:
"O merhametliliği üzerine görev yazdı.
Bu surenin ilerisinde bu ifadenin şöyle bir benzeri ile
yeniden karşılaşacağız:
"Rabbiniz
merhametliliği üzerine görev yazdı." (Ën'am
Suresi: 54)
Bu ifadede dikkati çeken nokta az yukarda değindiğimiz
bağışlayıcılık gerçeğidir;
yaratıcı, mülk sahibi, kulları üzerinde kesin ve
tartışmasız egemenliğin elde bulundurucusu
olan Allah'ın
bağışlayıcılığıdır;
kullarına yönelik merhametini bu şekle büründüren,
onu kendi üzerine yazılmış, kullarına
karşı taahhüd edilmiş, sırf özgür iradesi
ve serbest dileği ile üstlenilmiş bir görev konumuna
oturtan tek taraflı
bağışlayıcılığıdır.
Bu dehşetli bir gerçektir. İnsan onu bu boyutları
içinde düşünmeye, zihninde canlandırmaya durduğu
zaman onu düşünmeye, kavramaya, etkisini algılamaya
dayanamaz, zelzeleye tutulmuş gibi sarsılır.
Bu ifadede somutlaşan bir başka ilâhi bağış
daha dikkatimizi çeker. Bir öncekinden daha az önemli olmayan
bu ikinci bağış, yüce Allah'ın merhametli
olma görevini üzerine yazdığını
kullarına bildirmesidir. Kullar kim oluyorlar ki, ilâhi
iradenin yücelikler aleminde cereyan eden bir işlemi
hakkında kendilerine bilgi verilsin? Kullar kim oluyorlar ki,
peygamberler aracılığı ile bizzat yüce Allah'ın
sözlerine yüklenen bu konudaki bilgi kendilerine ulaştırılsın?
Onlar bu denli ilgiye lâyık mıdırlar ki?
Değil. O halde bilgiyi vermeyi sağlayan tek faktör,
kerem sahibi yüce Allah'ın kullarına yönelik yaygın
bağışı ve taşkın faziletidir.
Eğer bu gerçeği bu şekilde düşünüp
kavrayabilirsek kalblerimiz bir yandan hayrete ve dehşete
kapılırken bir yandan da çapını ve
ayrıntılarını kelimelerin dar
kalıplarına
sığdıramayacağımız bir huzura ve güvene
kavuşur.
Bu tür gerçekleri ve bu gerçeklerin kalblerde uyandıracağı
duyguları insan dili ve insan kalemi ifade etmeye
elverişli değildir. İnsan kalbi onların sadece
hazzını duyabilecek nitelikte
yaratılmıştır, o kadar. Yoksa onları
bilecek yeteneğe sahip değildir.
Bu gerçeğin İslâm düşüncesinde somut bir
ifadeye kavuşması ilâhlık gerçeğine ve
kullar ile bu yüce gerçek arasındaki ilişkiye
ilişkin düşüncenin önemli bir boyutunu oluşturur.
Bu düşünce hoştur, güzeldir, güven vericidir,
sevecen ve zariftir; aynı zamanda bu konuda İslâm düşüncesi
ile bağdaşmaz görüşler ileri süren bazı dar
görüşlü kulların zorlamalı saçmalıkları
karşısında insanı hayrete sürükleyecek bir
nitelik taşır. Sebebine gelince bu düşünce Hıristiyan
kilisesinin sapık görüşlerinde ileri sürüldüğü
üzere hiçbir kulun yüce Allah'ın oğlu-evlâdı
olduğunu söylemiyor. İslâm düşüncesi bir yandan
bu tür çocukça düşüncelerin üzerine yükselirken aynı
zamanda yüce Allah ile kulları arasındaki ilişkiyi
böylesine insanın kelimelerin kalıplarına
sığdıramayacağı, kalbleri hazzı ile
doldurup taşıran ve heybeti ile ürperten yüksek bir
ifade düzeyine çıkarıyor.
Yüce Allah'ın rahmet yağmuru tüm kulların
üzerine yağar, onları tümü ile etki alanı içine
alır. Onların varoluşları ve hayatları bu
engin kaynaktan beslenir. Bu rahmet, varoluşun her
anında ya da varlıkların hayatlarının her
saniyesinde somut biçimde belirir. Özellikle insanoğlunun
hayatını ele alırsak
karşılaşacağımız ilâhi rahmet
sonuçlarını ve göstergelerini saymaya nefes ve ömür
yetiştiremeyiz. Burada yapabileceğimiz şey, bu sonuçların
bazı karakteristik nitelikte olanlarını kısaca
hatırlamaktır.
Yüce Allah'ın rahmeti, her şeyden önce insan
soyunun varoluşu olayında somutlaşır,
insanların hiç bilmedikleri bir kaynaktan meydana
gelmelerinde tecelli eder. Yüce Allah'ın insanlara bu onurlu
varoluşu sunması, onları diğer birçok canlılar
karşısında üstün kılan karakteristik
niteliklerle donanmış olarak yaratması, ilâhi
rahmetin insan soyuna yönelik en önemli göstergesidir.
İlâhi rahmetin diğer bir tecelli alanı, insan
soyunun emrine ve yararına sunulmuş bunca evrensel gücün
ve enerji kaynağının
yaratılışıdır. Bu evrensel güçlerin ve
enerji kaynaklarının insan yararına sunulması,
geniş anlamı ile "rızk" teriminin
kapsamını oluşturur. İnsanlar
hayatlarının her anında bu rahmet türünün
uçsuz-bucaksız bolluğu içinde yüzerler.
İlâhi rahmetin diğer bir somut yansıma
alanı yüce Allah'ın insana verdiği "bilgi"
alanıdır. Yüce Allah -(c.c)- insana bu alanda her
şeyden önce "bil i edinme" yeteneğini ve bu
bilgiye yönelik yetenekleri ile evrenin mesajları ve
verileri arasındaki uyumunu kavrama sezgisi sunmuştur.
Tuhaftır ki, insanoğlu bu bilgiyi kullanarak yüce
Allah'a karşı birtakım zorlamalı küstahlıklar
seslendirmektedir. Oysa O'na bu bilgiyi öğreten, ona bu
bildiklerini -terimin geniş anlamı ile- "rızık"
olarak sunan O'dur.
İlâhi rahmetin bir başka tecelli biçimi yüce
Allah'ın insanları yeryüzü halifesi sıfatı
ile dünyaya yerleştirmesinden sonra kendini gösterir. Bu da
insanoğlunun her doğru yolu unutup eğri yollara
sapışında onu doğru yola iletecek bir
peygamber göndermesi ile; ısrarlı
sapıklıklarına, uyarılarına kulak
asmazlığına, doğru yol çağrılarını
dinlemezliğine karşı yumuşak ve
toleranslı davranması ile ortaya çıkar. Oysa bu
durumlarda insana hak ettiği cezayı vermek yüce Allah
için son derece basittir. Fakat sırf rahmeti sayesinde bu tür
sapık kullarına mühlet tanır, sadece yüce hoşgörüsünün
eseri olarak onlara meydan verir.
İlâhi rahmetin bir başka tecelli biçimi bilmeyerek
kötülük işleyip de arkasından tevbe eden günahkâr
kulların affında somutlaşır. Yüce Allah bu
durumlarda işledikleri kötülüklerden vazgeçen kullarına
merhameti ile karşılık vereceğini üzerine
görev olarak yazmıştır.
İlâhi rahmetin bir başka tecelli biçimi insanların
davranışlarına, karşılık biçerken
gözettiği ilkede somutlaşır. Yüce Allah kötülüğe
sadece hak ettiği cezayı verirken iyiliğe,
karşılığının on katı kadar,
hatta dilediğinde daha yüksek katlarda ödül veriyor, bunun
yanısıra kötülükleri iyilikler aracılığı
ile siliyor, hesaptan düşürüyor. Bütün bunlar yüce
Allah'ın ayrı birer bağışıdır.
Yoksa hiç kimse sırf kendi iyi amelinin
karşılığında cennete girmeyi hak edemez.
Ancak yüce Allah'ın rahmetinin kapsamı altına
aldığı bahtiyar kullar cennete girebilirler. Bu
kural Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- için
bile geçerlidir. Nitekim Peygamberimiz, insanın
yetersizliğinin ve yüce Allah'ın faziletinin tam
anlamı ile bilincinde olan bir kul sıfatı ile bu
gerçeği bizzat kendisi dile getirmiştir.
İlâhi rahmetin sonuçlarını ve göstergelerini
izlemeyi bu kadarlıkla noktalayarak bu işi yapmaya gücümüzün
yetmeyeceğini, takatimizin böyle bir çabaya yetişemeyeceğini
açıkça söylememiz en doğru ve en yerinde
davranış olacaktır. Yoksa bu konuda bir yere
varamayız, bir başarı elde edemeyiz. Yüce Allah
her an, mümin kulunun kalbine rahmetinin çeşitli
kapılarını açıyor, insan da bu rahmet
esintilerinin bağışlayıcısı ile
ilişki kuruyor, O'nu tanıyor, O'nun
varlığında huzura eriyor, himayesinde güven
buluyor, gölgesinde dirliğe kavuşuyor.
İnsanın gücü bu alanlardan bir tekini bile kavrayamaz,
mahiyetini seçemez. Nerede kaldı ki, o anı anlatabilsin,
dile getirebilsin.
Şimdi Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bu
ilâhi rahmeti kalblere mümkün olduğu oranda tanıtacak
bir somutlukla nasıl dile getirdiğini görelim:
Sahabilerden Hz. Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre
Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- buyuruyor ki:
"Yüce Allah yaratma eylemini sona erdirince- Müslim'de
yeralan rivayete göre `Yüce Allah varlıkları
yaratınca- Arşın üzerinde, yanında bulunan
bir kitabta' Benim rahmetim, gazabımı geride
bırakmıştır! Buhari'de yeralan başka bir
rivayete göre "Benim rahmetim, gazabıma üstün gelmiştir"-
diye yazdı. (Buhari, Müslim)
Yine Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsan- şöyle buyuruyor:
"Yüce Allah rahmetini yüz bölüme ayırmış,
bunun doksan dokuzunu yanında alıkoyarak sadece bir
tanesini yeryüzüne indirmiştir. İşte yavrusuna
basmamak için ayağını yukarı kaldıran
ana hayvana varıncaya kadar bütün canlılar bu bir tek
rahmetten aldıkları pay sayesinde birbirlerine
karşı merhamet gösterirler." (Buhari, Müslim)
Sahabilerden Selman-ı Farisi'nin bildirdiğine göre
Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- buyuruyor ki:
"Yüce Allah'ın yüz tane rahmeti vardır.
Bunlardan biri sayesinde tüm canlılar birbirlerine
karşı merhametli davranıyorlar. Bu yüz rahmetin
doksan dokuz bölümü Kıyamet günü için ayrılmıştır."
(Müslim)
Yine Müslim'de yeralan bir başka rivayete göre Peygamber
Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:
"Yüce Allah gökleri ve yeri yarattığı gün
yüz rahmet yarattı. Bu rahmetlerden her biri gökle yer arası
büyüklüğündedir. Bu rahmetlerden sadece bir tanesini
yeryüzüne ayırdı. Bu tek rahmetten aldıkları
pay sayesinde analar yavrularına, vahşi hayvanlar ve
kuşlar birbirlerine karşı şefkâtli ve sevecen
davranmaktadırlar. Kıyamet günü gelince yüce Allah bu
yüz bölümlü rahmetini tamama erdirir."
Peygamberimizin bu somutlaştırıcı ve
duyguları harekete geçirici ifadesi yüce Allah'ın
rahmetinin tasarımını insan idrakine
yaklaştırıyor. Sebebine gelince, insan gündelik
hayatında bütün canlıların analarının
yavrularına yönelik şefkatini görür, seyreder ve bu
manzaralar karşısında duygulanır. Aynı
şekilde insan kalblerinin küçüklere, yaşlılara,
güçsüzlere, hastalara, akrabalara, arkadaşlara ve dostlara
yönelik merhametini ve cana yakınlığını
izler. Bu arada çevresindeki kuşların,
yırtıcı hayvanların birbirlerine
karşı gösterdikleri ve zaman zaman kendisini hayrete ve
dehşete sürükleyen gösterilere dönüşen merhameti,
sevecenliği gözler. Sonra da bütün bu merhamet
gösterilerinin, yüce Allah'ın rahmet bütününün bir tek
parçası sayesinde ortaya çıktığını
düşünür. İşte o zaman yüce Allah'ın
ölçüler-üstü büyüklükteki rahmet tasarımının
idrakine bir dereceye kadar yaklaşmış olur.
Peygamberimiz bu ölçüler-üstü büyüklükteki ilâhi
rahmeti arkadaşlarına anlatmak için hiçbir fırsatı
kaçırmıyordu.
Nitekim Hz. Ömer, bize bu sürekli çabanın şöyle
bir kanıtını sunuyor:
"Bir keresinde Peygamberimizin huzuruna bir grup
savaş tutsağı getirilmişli. O sırada
memelerini ovalaya ovalaya bir yere doğru koşan bir esir
kadın dikkatimizi çekti. Kadın esirler arasındaki
bir çocuğu buldu, onu tutup bağrına bastı ve
emzirmeye başladı. Bunu gören Peygamberimiz bize 'Bu
kadının çocuğunu ateşe
atacağını düşünebiliyor musunuz?' diye sordu.
Kendisine `Hayır, Allah'a yemin ederiz ki, onu ateşe
atmamak elindeyken böyle bir şey yapmaz' diye cevap verdik.
Bunun üzerine bize şöyle buyurdu; Yüce Allah'ın
kullarına yönelik merhameti bu kadının yavrusuna
karşı beslediği şefkatten daha güçlüdür."
(Buhari, Müslim)
Nasıl öyle olmasın ki, söz konusu kadının
yavrusuna karşı beslediği analık şefkati,
yüce Allah'ın engin rahmetinin tek bir parçasından
payına düşen rahmetin tezahüründen ibarettir.
Peygamberimizin bu Kur'an kaynaklı gerçeği bu
duygulandırıcı üslupla `arkadaşlarına öğretmesinin
sonucunda sahabiler, yüce Allah'ın merhamet ahlâkı ile
ahlâklanmak yolunda her gün yeni bir adım atıyorlar,
hem kendi aralarında ve hem de tüm canlılara
karşı merhametliliği benimsiyorlar, nasıl ki
daha önce yüce Allah'ın kendilerine yönelik merhametinden
haz duymuşlar ise kalbleri bu uygulamanın sonucunda
merhametli davranışlarının hazzı ile
besleniyordu. Nitekim Abdullah b. Amr İbn-il As'ın
bildirildiğine göre Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- şöyle buyuruyor.
"Merhametlilere yüce Allah da merhamet eder. Siz
yeryüzündekilere karşı merhametli olunuz ki, gökte
bulunan da size merhamet etsin." (Tirmizi, Ebu Davud)
Sahabilerden Cerir'in bildirdiğine göre Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:
"İnsanlara karşı merhametli davranmayanlara
Allah da merhamet etmez." (Buhari, Müslim, Tirmizi)
Sahabilerden Hz. Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre
Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"Merhamet duygusu sadece kötülerin kalbinden çıkarılır."
(Tirmizi, Ebu Davud)
Yine Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamberimiz bir
gün Akra b. Habis'in yanında torunu Hz. Hasan'ı öptü.
Bunu gören Akra "Benim on çocuğum var, şimdiye
kadar hiçbirini öpmüş değilim" dedi. Bunun
üzerine Peygamberimiz bakışlarını Akra'ya
çevirerek
"Merhamet
etmeyene merhamet edilmez" buyurdu.
(Buhari, Müslim)
Peygamberimizin sahabelere yönelik merhamet dersleri sadece
insanlara merhamet etme telkinleri ile sınırlı
kalınıyordu. Tersine onlara yüce Allah'ın
merhametinin her şeyi kapsamı altına
aldığını ve müminlerin de ilâhi ahlâkı
ahlâk edinmekle görevli olduklarını, buna göre ilâhi
ahlâkı ahlâk edinmiş olabilmek için insanın tüm
canlılara karşı merhametli davranması
gerektiğini, ancak böyle yapınca tam anlamı ile
insan olabileceğini öğretiyordu. O'nun bu konuda
izlediği öğretim-eğitim yöntemi hep bildiğimiz
duyguları harekete geçirici yöntemdi.
Nitekim Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamber
Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- buyuruyor ki:
"Adamın biri yolda yürürken oldukça susamıştı,
karşısına bir kuyu çıktı, hemen
aşağı inerek su içti ve yukarı çıktı.
O sırada birden gözüne aşırı susuzluktan
dilini sarkıtıp soluyan ve toprak yiyen bir köpek ilişti.
Bunun üzerine içinden `Anlaşılan bu köpek de benim az
önce susadığım kadar susadı' diyerek az önce
suyundan içtiği kuyuya indi, ayağındaki mestin
tekine su doldurdu, dolu mesti dişleri arasında
sıkıştırarak yukarı çıktı ve köpeğe
su verdi, bunun üzerine yüce Allah adamı, bu hoşnut
edici davranışı
karşılığında affetti."
Peygamberimizin bu sözlerini dinleyen sahabiler "Ya
Resulallah, hayvanlar yüzünden sevap kazanabilir miyïz?"
diye sordular. Peygamberimiz bu soruya
"Her
yaş ciğer
(canlı) sizin için bir sevap kazanma sebebidir." buyurdu.
(Buhari, Müslim)
Başka bir rivayete göre Peygamberimiz bu olayı
şöyle anlatmıştı:
"Günahkâr bir kadın bir defasında bir kuyu
etrafından dönüp duran bir köpeğe rastladı. Hava
sıcaktı. Köpek susuzluktan dilini sarkıtmıştı.
Bunu gören kadın ayağından mestini çıkardı
ve içine kuyudan su doldurarak köpeğe içirdi, bunun
üzerine Allah o kadını affetti."
Oğlu Abdurrahman'ın bildirdiğine göre
sahabilerden Abdullah şöyle diyor:
"Peygamberimiz ile birlikte bir seferdeydik. Bir yerde bir
kuş gördük, iki yumurtası vardı, kuş uçunca
yumurtalarını aldık. Az sonra kuş geldi,
tepemiz üzerinde uçuyordu, nerede ise kanatlarının
üzerimize değdirecekti. O sırada çıkagelen
Peygamberimiz bize `Kim bu kuşu yavrusundan
ayırdı, yavrusunu ona geriveriniz' buyurdu. Bu arada
tarafımızdan yakılmış bir karınca
yuvası görünce bize `Bunu kim yaktı?' diye sordu.
Kendisine `Biz yaktık' diye cevap vermemiz üzerine
şunları söyledi; `Ateşin Rabbinden başka
hiç kimse ateş ile azap etmemelidir." (Ebu Davud)
Öte yandan Hz. Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre
Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle
buyuruyor:
"Vaktiyle karıncanın biri bir peygamberi
ısırmıştı. Bunun üzerine o peygamberin
emri ile karıncanın yuvası yakılıverdi.
Hemen arkasından yüce Allah o peygambere vahiy yolu ile
şöyle buyurdu; `Bir karınca seni ısırdı
diye tesbih eden bir canlılar topluluğunu
yakıverdin." (Buhari. Müslim)
İşte Peygamberimiz sahabilere Kur'an'ın
eğitim metodunu böyle öğretti. Onları merhametli
davranmaya alıştırırken yüce Allah'ın
rahmetinin tadına vardırdı. Öyle ya, onların
birbirlerine karşı gösterdikleri bu merhamet yüce
Allah'ın çok sayıdaki rahmet dilimlerinden birinin
eseri değil miydi?
Bu gerçek müslümanın zihnine iyice yerleşince
mutlaka onun duygu dünyasında, hayatında ve ahlâkında
derin etkiler meydana getirir. Bu etkileri de
ayrıntılı biçimde belirlemek zordur. Biz
şimdi bu etkilere kısaca değinmekle yetinmek
durumundayız. Yoksa bu tefsir kitabının dengeli
olması gereken çerçevesini aşarak
bağımsız bir konuya dalmış oluruz.
Bu gerçeğin bu düzeyde bilincinde olmak, müminin
kalbine Rabbine ilişkin güven aşılar. Bu güven
kalbleri kaydıran ve gözleri şaşırtan
sıkıntılı sınav dönemleri için de
geçerlidir. Çünkü mümin, emindir ki; her gelişmenin, her
durumun ve oldu-bittinin ardında yüce Allah'ın rahmeti
vardır; mümin kesinlikle biliyor ki; Rabbi kendisini
yüzüstü bıraktı diye ya da onu rahmetinden kovdu diye
sıkıntıya düşürmüyor. Sebebine gelince
yüce Allah, rahmetini dileyen hiç kimseyi rahmetinden kovmaz.
İnsanları Allah'ın rahmetinden kovanlar, yoksun
bırakanlar yine insanların kendileridirler. Onlar yüce
Allah'ı inkâr ederek, O'nun rahmetini reddederek, bu
rahmetten uzaklaşarak ondan kendilerini yoksun
bırakırlar.
Bu güven duygusu müminin kalbini dayanma gücü ve sabırla,
umut ve iyimserlikle, rahatlık ve huzurla doldurur. Çünkü
kalbi bu duygular ile dolu olan mümin sevecen bir koruyucunun
himayesindedir, bu himayeden uzaklaşıp
başıboşluğa düşmedikçe sürekli olarak
onun gölgesinde huzur içinde yaşar.
Bu gerçeğin bu düzeyde bilincinde olmak müminin duygu
dünyasında Allah'dan utanma (haya) hissini kamçılar.
Çünkü yüce Allah'ın
bağışlayıcılığına ve
rahmetine bağlanan umut, bazılarının
sandığı gibi, insana günah işleme cüreti aşılamaz,
tersine bağışlayıcı ve merhametli olan yüce
Allah'dan utanma duygusunu güçlendirir. İlâhi merhametin
günah işlemeye cüretlendirdiği kalb, gerçek anlamda
imanın hazzına varamamış olan bir kalb
olabilir. Bundan dolayı bazı sözde tasavvufçuların
yüce Allah'ın hoşgörüsünün veya bağışlayıcılığının
ya da rahmetinin hazzını tadabilmek için bile bile
günah işledikleri biçimindeki saçmalıklarına
anlam veremiyorum, bunların aslı olabileceğine
inanamıyorum. Çünkü ilâhi rahmet karşısında
sağlıklı fıtratın mantığı
bu değildir!
Yine bu gerçeğin bu düzeyde bilincinde olmak, müminin
ahlâk anlayışını güçlü bir biçimde
etkiler. Çünkü mümin, yüce Allah'ın ahlâkını
kendi ahlâkı haline getirmekle, Allah'ın
huylarını huy edinmekle görevlidir. Bunun yanısıra
bütün kusurlarına, günahlarına ve
yanılgılarına rağmen ilâhi rahmet tarafından
çepeçevre kuşatılmış olduğunu görüp
duruyor. Bütün bunlar kendisine nasıl merhametli
olacağını, nasıl hoşgörü göstereceğini,
nasıl başkalarının kusurlarını
bağışlayacağını somut örnekler
halinde öğretiyor. Biz yöntemini bu büyük gerçeğe
dayandıran Peygamberimizin, sahabilere yönelik eğitiminde
bu ilâhi örneklerden nasıl
yararlandığını az yukarda görmüştük.
Okuduğumuz ayetin belirlemesine göre yüce Allah'ın
insanları Kıyamet günü biraraya getirecek olması
O'nun rahmetinin göstergelerinden, sonuçlarından biridir.
Tekrarlıyoruz:
"De ki; 'Göklerde ve yerde olanlar kimindir?' De ki;
Allah'ındır.' O merhametliliği üzerine görev yazdı;
sizleri geleceği kuşkusuz olan Kıyamet günü
kesinlikle biraraya getirecektir. Kendilerine kıyanlar var ya,
buna sadece onlar inanmazlar."
Gerçekleşeceği kuşkusuz olan o büyük toplantı,
yüce Allah'ın üzerine görev yazdığı bu
rahmetin bir parçasıdır. Bu toplantı
olayının arkasında yüce Allah'ın
kullarına yönelik bir ilgisi bulunduğu bellidir.
Çünkü yüce Allah, insanları belli bir iş için
yarattı, onları belli bir amaçla yeryüzünde halifeliğe
getirdi, onları boşu boşuna yaratmadı, amaçsız
ve başıboş bırakmadı. Tersine onları
Kıyamet günü biraraya getirecektir. Bu gün insanların
ulaşacakları son aşamadır. Tıpkı
yolcuların varmak istedikleri son durak gibi. Yüce Allah o
gün insanlara kendisine yönelik çabalarının,
rızasına dönük emeklerinin karşılığını
verecektir, dünyadaki çalışmalarının titiz
değerlendirmesi sunulacaktır. Onların hiçbir emeğini
boşa çıkarmayacak, hiçbir ücretlerini kesmeyecektir.
Tersine Kıyamet günü insanlara ücretleri, ödülleri
tastamam verilecektir. Bu uygulama başlı
başına ilâhi rahmetin göstergelerinden biridir. Ayrıca
yüce Allah, kötülüğe sadece
karşılığı olan cezayı verirken
iyiliğe on katı kadar ve dilediklerine daha yüksek
katlarda ödül veriyor, bunun yanısıra dilediği
kimselerin dilediği günahlarını siliyor ki, bütün
bu uygulamalar söz konusu büyük toplantıda tecelli edecek
olan birer ilâhi rahmet göstergesidir.
Cahiliye döneminin Arapları müslüman olma şerefine
erip bu dinin yüce düzeyine yükselmeden önce Kıyamet günü
olgusunu inkâr ediyorlardı. Bu konudaki tutumları
tıpkı günümüzdeki yoldaşları olan sözde
modern cahiliye bağlılarının tutumları
gibi idi. İşte bu gerekçe ile ayetin bu kısmında
çeşitli pekiştirme yöntemleri ile donatılmış
bir anlatıma yer verildiğini görürüz. Bundan maksat,
müşrik Arapların ısrarlı yalanlamalarına
karşı koymaktır. Tekrar okuyoruz:
"Sizleri geleceği kuşkusuz olan Kıyamet günü
kesinlikle biraraya getirecektir."
O gün kayba uğrayacak olanlar, zarara sürüklenecek
olanlar sadece dünyada iman etmemiş olanlar olacaktır.
Bunlar bir yandan zarar ederken öbür yandan kâr edecek değildirler,
her şeylerini tümü ile yitirecekler, kesinlikle zarara
batacaklardır. Çünkü kendi özlerini yitirecekler, kendi
benliklerine kıymış olacaklardır. Bu yüzden
herhangi bir şeyi kazanma imkânını tamamı ile
yitireceklerdir. İnsan kazandığı şeyi
özü için, benliği hesabına kazanır, öyle değil
mi? Eğer benliğini kaybederse, özüne kıyarsa
artık neyi, kimin hesabına kazanabilir'? Okuyoruz:
"Kendilerine kıyanlar var ya, buna sadece onlar
inanmazlar."
Bu kimseler kendi özlerine kıymışlar, onu
yitirmişlerdir. Artık ellerinde iman edecek bir öz
kalmamıştır. Bu ifade pratik bir durumu anlatan gerçekçi
bir deyimdir. Bu din insan fıtratına yönelik derin ve
etkili mesajlar, inandırıcı kanıtlar içerir.
Böyle olduğu halde ona inanmayanlar, mutlaka daha önce fıtri
özlerini yitirmiş olmalıdırlar. Mutlaka bünyelerindeki
fıtri karşılık verme ve benimseme
cihazları dumura uğramış, işlemez
olmuş ya da perdelenmiş, maskelenmiş
olmalıdır. Onlar bu durumda öz benliklerini kaybetmişlerdir.
Çünkü öz benliklerinin yapısında saklı duran
canlı fıtratlarının reaksiyon gösterme ve
kabul etme cihazlarından yoksun kalmışlardır.
Bundan dolayı onlar inanmıyorlar. Sebebine gelince
inanacak bir öz benlikleri kalmamıştır artık.
Çevrelerinde inanmaya çağırıcı
kanıtların ve mesajların bol olmasına
rağmen bu kimselerin iman etmemiş olmalarının
anlamlı açıklaması budur. İşte
Kıyamet günü onların akıbetlerini bu çarpıklıkları
belirleyecektir. Bu akıbet, daha önceki öz benlikleri ile
ilgili kayıplarının doğal sonucu olarak ortaya
çıkacak olan büyük kayıp ve onarılmaz
yıkımdır.
Daha sonraki ayette varlıklar zaman boyutu içinde
inceleniyor. Oysa deminki ayette varlıklar mekân boyutu
içinde ele alınmıştı. Böylece yüce Allah'ın
varlıklar üzerindeki rakipsiz mülkiyeti, onları
bilgisinin ve işiticiliğinin kapsamı altında
tutuşu vurgulanıyor. Okuyoruz:
"Gecenin ve gündüzün barındırdığı
her şey O'nundur. O her şeyi işiten ve bilendir."
Ünlü tefsir bilgini Zımahşerî'nin "Keşşaf"
adlı tefsir kitabında belirttiği gibi buradaki "barındırdığı"
kelimesi "barınmak" kökünden gelir. Buna
göre ayetin ilk cümlesinin en akla yakın yorumu "geceyi
ve gündüzü barınak edinen her şey"
şeklindedir ki, bu da "varlıkların tümü"
anlamına gelir. Böylece ayet, tüm varlıkların mülkiyetinin
Allah'ın tekelinde olduğunu belirtmiş oluyor. Bir
önceki ayette de O'nun bütün varlıkları içeren
ortaksız mülkiyeti dile getirilmişti. Fakat bu iki
ayetin anlatımları arasında şu kadarcık
bir fark vardır. "De ki; `Göklerde ve yerde olanlar
kimindir?' De ki; `Allah'ındır." ayeti
varlıkları mekân boyutu açısından ele
alırken şimdi incelemekte olduğumuz "Gecenin
ve gündüzün barındırdığı her şey
O'nundur." ayeti varlıkları zaman boyutunda gündeme
getirmektedir. Kur'an belirli bir meseleyi ayrıntılı
biçimde irdelerken bu tür ifade çeşitlemelerine sık
sık başvurur. Bu iki ayete ilişkin birçok farklı
yorumlar içinde beni en çok tatmin eden yorum bu olmuştur.
Ayetin sonundaki Allah'ın her şeyi bildiğini ve
her şeyi işittiğini vurgulayan yorum cümlesi bir
yandan O'nun tüm varlıkları kapsamı altında
tuttuğunu ve bir yandan da bu ayetin muhatabı olan müşriklerin
bu varlıklara ilişkin çeşitli saçma sözlerinden
haberdar olduğunu ifade eder. Bilindiği gibi o günün
müşrikleri yaratıcı ve mülkün sahibi Allah'ın
birliğini kabul ettikleri halde bu surenin sonlarında göreceğimiz
üzere bir kısım meyvaları, hayvanları ve
insan yavrularını düzmece tanrılarına
ayırıyorlardı. İşte bu yüzden burada bu
müşrikler her şeyin yüce Allah'ın mülkiyet
tekelinde olduğu gerçeği ile yüzyüze getiriliyor, bu
gerçek -yeri geldiğinde- yüce Allah'ın izni
olmaksızın O'na koştukları ortaklara
ayırdıkları varlıklar konusunda kendilerini
hesaba çekme gerekçesi olarak kullanılacaktır. Bu
rakipsiz mülkiyet ilkesinin belirtilmesi, bunun yanısıra,
az sonra incelediğimiz ayetlerde dile gelen yüce Allah'ın
ortaksız dostluğunu onaylama ilkesine zihinleri
hazırlayan bir bağlantı oluşturup, o ilkeye
gerekçe sağlıyor. Sebebine gelince madem ki, yüce
Allah tüm varlıkların ortaksız malikidir; her
şey her zaman ve her yerde O'nun mülkiyeti altındadır;
madem ki, O'nun bilgisi ve işiticiliği her şeyi ve
her şey hakkında söylenen sözlerin tümünü
kapsamaktadır; o halde O'nun ortaksız biçimde dost ve
veli edinilmesi kesin bir gerekliliktir.
ALLAH DOSTLARI
Yüce Allah'ın rakipsiz yaratıcı ve
ortaksız mülk sahibi olduğu belirtildikten sonra
şimdi de Allah'dan başkasından yardım isteme,
O'ndan başkasına kulluk sunma ve O'nun
dışında dost edinme girişimlerine yönelik
sert bir azarlama ile karşılaşıyoruz. Böyle
bir tutumun yüce Allah'a teslim olmakla çelişeceği ve
müslüman olmakla bir arada barınamayacak bir şirk
oluşturacağı vurgulanıyor. Bu
arada yüce
Allah'ın "göklerin ve yerin yoktan var ediciliği",
"yediriciliği, fakat bir yediricisinin
bulunmadığı", "yarar ve zarar
dokunduruculuğu", "güçlü ve karşı
konulmaz iradeli"liği gibi sıfatları gündeme
getiriliyor. Arkasından korkunç ve tüyler ürpertici azabı
hatırlatılıyor. Böylece sahneye tümü ile yüksek
frekanslı ve derin ürpertili yücelik ve dehşet
imajları hakim oluyor. Okuyalım: