109- Onlar kesin bir dille Allah adına yemin ederek,
eğer kendilerine bir mucize gelirse O'na mutlaka
inanacaklarını söylediler. De ki; "Mucizeler sırf
Allah'ın tekelindedir. " Hem bilmiyor musunuz ki,
eğer o mucize gelse, onlar yine inanmazlar.
110- Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek
kendilerini iman etmekten kaçındıkları ilk
durumlarına döndürür ve azgınlıkları içinde
debelenmeye bırakırız.
111- Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler kendileri
ile konuşsa ve her şeyi biraraya getirip
karşılarına koysaydık, Allah dilemedikçe yine
inanmazlardı. Fakat çoğu bunu bilmez.
Şu olağanüstü kitabın harikulâde bir tarzda
sunduğu varlıklar alemine serpiştirilmiş ilâhî
kanıtlarına inanmayan bir kalp... İnsanın içinde
ve dış dünyasında yer alan bunca mucizenin,
Allah'a koşma, O'na sığınma duygusunu
uyandıramadığı bir gönül... Evet böyle bir
kalp ters yüz olmuş bir kalptir. Öncelikle onları
inanmaktan alıkoyan şey, isteklerine
karşılık vermeyi öneren müslümanların
aldandığı durum değildir. Mucizenin gösterilmesinden
sonra da iman etmeyeceklerdi. Bu
kalplerin gerçek
özelliğini yüce Allah bilmektedir. O, gerçekleri
yalanlayanları azgınlıkları içinde yüzüstü
bırakmaktadır. Çünkü O, bu kalplerin yalanlamanın
cezasını hak ettiklerini bilmektedir. Yine O, bu
kalplerin gerçeği kabul etmeyeceklerini de bilmektedir.
Önerdikleri gibi, üzerlerine melekler indirilse bile kabul
etmeyeceklerdir. Aynı şekilde -istedikleri gibi-
ölüler diriltilip onlarla konuşsalar, bu varlık bütününde
yer alan her şey toplanıp karşılarına
dikilse, onları inanmaya çağırsa bile... Onlar
inanmayacaklardır. -Allah'ın dilemesi hariç- Fakat
yüce Allah, inanmalarını dilemiyor. Çünkü onlar,
yüce Allah'ın kendilerini doğru yola iletmesi için,
Allah uğrunda çaba sarfetmiyorlar. İşte bu, birçok
insanın habersiz olduğu kalplerin tabiatlarına
ilişkin bir gerçektir.
Sapıklığa dalıp gidenlerin bu duruma düşmelerinin
nedeni karşılarına kanıtların, belgelerin
çıkmaması değildir kuşkusuz. Onların bu
duruma düşmelerinin nedeni kalbin harap olması,
fıtratın fonksiyonunu yerine getiremez olması ve
vicdanın körelmesidir.
Kuşkusuz hidayeti; ancak O'na yönelenler ve O'nun için
çaba sarfedenler hakederler.
8. CÜZ'ÜN BAŞLANGICI
Şu sekizinci cüz iki bölümden oluşmaktadır.
Birinci bölüm -ilk kısmı yedinci cüzde geçen -En'am
suresinin geri kalanını kapsamaktadır. İkinci
bölüm ise, A'raf suresinin bir kısmını içine
almaktadır.
En'am suresinin tanıtımı yedinci cüzde yer almıştı.
Okuyucunun yedinci cüzde yer alan tanıtımla
bağlantı kurmasını sağlayacağız.
A'raf suresin ilişkin açıklamaları da
-Allah'ın izniyle- sureyi ele aldığımızda
yapacağız.
En'am suresinin geri kalanı da surenin yedinci cüzdeki
tanıtımında ayrıntılarıyla açıkladığımız
akış metoduna uygun bir şekilde devam etmektedir.
Surenin tanıtımına ilişkin olarak şu
paragraflar yer almıştı:
Bu sure, bütünü ile, "ilâhlık gerçeği"ni
anlatıyor. Bu gerçeği insanın iç dünyası ve
duygu alemi alanında anlattığı gibi, evren ve
canlılar aleminde de anlatıyor; onu gayb aleminin
algılarımıza kapalı bilinmezliklerinde
anlattığı gibi görünen evrenin bilinmezliklerinde
de anlatıyor; onu ortadan kaldırılan eski
milletlerin, toplu ölüm sahneleri ile yerlerini yeni milletlerin
alması realitesinde anlattığı gibi, evrenin,
canlı varlıkların ve insanın ilk
oluşumuna ilişkin sahnelerde anlatıyor; onu insan
hayatını etkileyen ilâhî gücün, ilâhî egemenliğin
görünür görünmez belirtilerinde, insanların
başına gelmiş ve gelecek olaylarda
anlattığı gibi evrenle, olaylarla, nimetlerle ve
sıkıntılarla yüzyüze gelen insan fıtratının
tablolarında da anlatıyor. Nihayet onu kıyamet gününün
ve tüm canlıların Allah'ın huzurunda
buluşacağı mahşer toplantısının
sahnelerinde anlatıyor.
İşte bu sure, insan kalbini bu engin ufuklarda, bu
kuytu derinliklerde böylesine bir gezintiye çıkarıyor.
Fakat sure, bu gezinti sırasında gerek daha önce anlattığımız
Mekke inişli ayetlerin ve gerekse tüm Kur'an'ın
anlatım yöntemine sıkı sıkıya
bağlı kalıyor. Yani bir inanç teorisi oluşturmak
ya da zihinleri ve kafaları yoran bir teolojik
tartışmaya dalmayı amaçlamıyor. Onun amaçladığı
şey, insanlara gerçek ilâhlarını
tanıtmaktır. Bu tanıtmanın sonunda
insanların gerçek ilâhlarına kulluk
sunmalarını sağlamayı amaçlıyor;
insanların gönüllerine, ruhlarına, emeklerine,
çabalarına, hareketlerine, geleneklerine,
tapınmalarına ve bütün pratik davranışlarına
bu ortaksız otorite önünde, yerde ve gökte bir başkası
bulunmayan ilâhî otoritenin önünde boyun eğdirmek istiyor.
Surenin hemen hemen tümü, başından sonuna kadar, bu
belirli hedefe yöneliktir. Bu ana hedefin ayrıntılı
açıklamalarına göre yüce Allah, tüm varlıkların
yaratıcısıdır, bütün canlıları
doyurup besleyendir, mülk ve egemenlik O'nun tekelindedir; güç,
üstün irade ve otorite O'na aittir; insanların bilgisine
kapalı olan bilinmezlikleri ve sırları bilen O'dur;
geceyi gündüze ve gündüzü geceye dönüştüren O olduğu
gibi, kalblere ve bakışlara yön değiştirten
de O'dur. O halde kulların hayatında da tek egemen güç
O olmalı; O'nun dışında hiç kimse emir
vermeye, yasaklamaya, yasa ve hüküm koymaya, bazı
şeyleri helal ve bazı şeyleri de haram ilân etmeye
yetkili sayılmamalıdır. Bunların hepsi ilâhlığın
karakteristik yetkileri arasındadır; bu yüzden insanların
hayatında bu yetkileri hiç kimse kullanmamalıdır;
yaratamayan, rızık veremeyen, diriltemeyen,
yaşatamayan, öldüremeyen, yarar ve zarar dokunduramayan,
veremeyen ve verilenin akışını durduramayan,
ne kendisi ve ne de başkaları için dünyada ve ahirette
hiçbir şey yapamayan kimseler bu imtiyazlara el koymaya
kalkışmamalıdırlar.
Surenin akışı içinde bu meseleyi kanıtlayan
deliller ile yüzyüze geliriz. Bu deliller o sözünü ettiğimiz
"çarpıcı orijinallik" düzeyine ulaşmış,
kalbleri her kanaldan ve her gözenekten yoğun bir uyarı
bombardımanı altında ablukaya alan tasvir
tablolarında, kesitlerde, enstantanelerde ve mesajlarda
karşımıza çıkar.
Gerçi bu surenin sürekli olarak gündemde tuttuğu büyük
mesele göklerde, yerde, bu ikisinin çevrelerinde ve engin
alanlarında beliren ilâhlık-kulluk meselesidir. Fakat
bu meseleyi gündeme getirmenin o günün müslüman toplumdaki
pratik gerekçesi, bu büyük ve kapsamlı ilkenin o günkü
uygulamaya yönelik vesilesi, o zamanki cahiliye otoritesinin kimi
hayvan etleri ve yiyecek maddeleri hakkında
kullandığı helâl kılma ve yasaklama
yetkisidir; bazı odaklara, kurbanlara, meyvelere ve insan
yavrularına ilişkin olarak belirlediği tapınma
amaçlı kurallardır. Surenin sonlarında yeralan
aşağıdaki ayetler işte bu günden belirleyici
gerekçeden, bu münasebetten söz ediyor. Okuyoruz:
-Eğer Allah'ın ayetlerine inanıyorsanız,
O'nun adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden
yiyiniz.
-Niçin Allah'ın adı anılarak kesilen
hayvanların etlerinden yemiyorsunuz? Oysa Allah, çaresizlik
sonucu yemek zorunda kaldıklarınız
dışında, size haram kıldığı
etleri ayrıntılı biçimde açıkladı. Birçokları
bilmeden keyfi arzularına uyarak insanları yoldan çıkarırlar.
Hiç kuşkusuz Rabbin sınırı aşanları
herkesten iyi bilir.
-Günahın açığından da gizlisinden de
sakınınız. Günah işleyenler
yaptıkları günahın cezasını
çekeceklerdir.
-Allah'ın adı anılarak kesilmeyen
hayvanların etlerinden yemeyiniz. Çünkü bu, Allah'ın
yolundan sapmaktır. Şeytanlar dostlarına sizinle
tartışmalarını telkin ederler. Eğer
onlara uyarsanız, şüphesiz siz de müşrik
olursunuz. (En'am 118-121)
-Onlar Allah'a, O'nun yarattığı ekinlerden ve
hayvanlardan sınırlı bir pay ayırdılar.
Asılsız saplantıları uyarınca "Bu
Allah'ın; bu da O'na koştuğumuz ortakların
payıdır" dediler. Fakat koştukları
ortakların payı Allah'a geçmezken, Allah'ın
payı bu ortaklara geçebiliyor. Ne kötü hüküm veriyorlar!
-Tıpkı bunun gibi, bu düzmece ortaklar çoğu müşriklere
öz evlâtlarını öldürmeyi çekici göstermişlerdir
ki, böylece hem fıtratlarını
yozlaştırsınlar ve hem de dinlerini bozsunlar.
Eğer Allah dileseydi, bunu yapamazlardı. O halde
onları asılsız uydurmaları ile
başbaşa bırak.
-Onlar saçma inançları uyarınca "Bu hayvanlar
ve ekinler dokunulmazdır, bizim istediklerimizden başka
hiç kimse onları yiyemez, bunlar da sırtlarına yük
vurulması ve binilmesi yasak hayvanlardır" dediler.
Bazı hayvanları keserken de Allah'ın
adını anmazlar, bunu yaparken "Allah'ın emri böyledir"
diye O'na iftira ederler. Allah onları yaptıkları
bu iftiralardan ötürü cezalandıracaktır.
-Yine onlar "Bu hayvanların karınlarındaki
yavrular sadece erkeklerimize aittir, kadınlarımıza
ise yasaktır. Eğer hayvanın yavrusu ölü doğarsa
her ikisi de ona ortak olur" dediler. Allah bu
yakıştırmalarının cezasını
verecektir. Hiç kuşkusuz O hikmet sahibidir ve her şeyi
bilir.
-Hiçbir bilgiye dayanmaksızın, aptalca evlâtlarını
öldürenler ve Allah'a iftira atarak O'nun verdiği
rızıkları kendilerine yasaklayanlar, gerçekten
hüsrana uğramışlardır. Onlar kesinlikle
sapıtmışlardır, doğru yola gelecekleri
yoktur (En'am 136-140)
İşte o günkü müslüman toplumun -ve çevresini kuşatan
cahiliye toplumunun hayatında bu hayati meseleye, kanun koyma
meselesine somutluk kazandıran aktüel gerekçe bu idi. Bu
hayati meselenin arkasında asıl büyük mesele, yani
ilâhlık-kulluk meselesi yatıyordu ki, hem bu sure ve
hem Kur'an'ın Mekke'de inen bölümü bu meseleyi sürekli
biçimde işlediği gibi, Kur'an'ın Medine bölümü
de sosyal düzen ve kanun koyma konularını her söz
konusu edişinde bu meseleye değinmeden geçmiyordu.
Surenin akışı boyunca cahiliye toplumunun söz
konusu hayvanlara, kurbanlara ve adaklara ilişkin tutumuna
karşı konurken, yoğun ve coşkun açıklama
ve mesaj dalgaları ile yüzyüze geliriz. Cahiliye toplumunun
bu alandaki tutumu, kanun koyma yetkisine somutluk kazandıran
aktüel bir gerekçe oluşturur. Ayetler bu konuyu tümü ile
inanç sistemi meselesine, ilâhlık-kulluk problemine
bağlayarak onu iman ya da kâfirlik, İslâm ya da
cahiliye ikilemine dönüştürür. Bu yoğun
bombardıman kampanyasına az aşağıda,
surenin kısa tanıtımı sırasında
bazı örnekler vereceğiz. Fakat kampanyanın üstün
düzeyli yoğunluğu asıl daha ilerdeki ayetlerin
ayrıntılı incelenmesi sırasında tam
olarak ortaya çıkacaktır. Bu yoğun
bombardıman kampanyası insanın vicdanına, bu
dinin karakterine ilişkin şu köklü gerçeği
yerleştirmeyi amaçlar: İnsan hayatının küçük-büyük
her olayı, her gelişmesi, her ayrıntısı yüce
Allah'ın şeriatinde somutlaşan ilâhi egemenliğe
dolaysız biçimde boyun eğmelidir. Bunun tersi tümü
ile bu dinden çıkmak anlamına gelir. Çünkü, söz
konusu ayrıntı vesilesi ile yüce Allah'ın mutlak
egemenliğine baş kaldırılmış olur.
Bunun yanısıra bu yoğun kampanya şu gerçeği
de kanıtlar: Bu din küçük büyük herhangi bir olaya,
herhangi bir gelişmeye ilişkin insan egemenliğini
hayat realitesinden silmeye, arındırmaya son derece büyük
bir önem verir; bu gelişmelerin ve olayların her birini
bu dinin somut ifadesi olan büyük ilkeye bağlar. Bu büyük
ilke O'nun yeryüzü üzerindeki ilâhlığını
somutlaştıran kayıtsız egemenliğidir.
Nasıl ki, O'nun tüm evren üzerinde ilâhlığını,
bu evrenin kaderini ortaksız olarak çekip çevirmesi
realitesi somut biçimde kanıtlıyorsa...
Yaptığımız alıntılarda
işaret edildiği şekliyle surenin
akışında ele alınan çevresindeki dahiliyeyle
birlikte- müslüman ümmetin hayatında
karşılaşılan sorunlar, bu cüzde ele alacağımız
surenin geri kalan kısmının da konusunu
oluşturmaktadır. Surenin birinci bölümü, ilâhlık
ve kulluk sorunlarını evrensel boyutlarıyla ele
almakla sürmüştü. Ayetlerin akışı da bu
realist münasebetle son bulmuştu. Böylece bu uygunlukla, bu
büyük sorun arasında şu doğrudan ve güçlü bağ
kurulmuştu:
Kur'an'ın akışı, -bazı yiyecekleri
yasaklamak, bazılarını serbest kılmak; meyve,
hayvan ve çocuklardan adaklar adamak gibi cahiliye geleneklerini
ortadan kaldırmak amacına yönelik- son derece güçlü
birtakım etkenler ve yaptırımlar içermektedir.
Bunları da birtakım gerçeklere ve kurallara bağlamaktadır.
Bunlar İslâm'ın gerçekleri ve dayandığı
temel kurallarıdır. Bunların öncesinde ve sonrasında
da önemli girişler ve korkunç değerlendirmeler yer
almaktadır. Bunlar da, hayatı bütünüyle İslâm'ın
gölgesinde yerleştirmeye, yani tek başına
Allah'ın egemenliğine vermeye dair bu dinin önem verdiği
konuyu işaret etmektedir.
Ayetlerin akışı bu sorunu ele alırken, yüce
Allah'ın ciniyle insanıyla tüm kulları
kuşatan iradesini, bütün alemlerde olup biten olayların
O'nun dilemesi ve gücü ile meydana geldiğini, insan ve cin
şeytanlarından oluşan düşmanların
peygamberlere yapacakları kötülükleri yapabilmeleri için,
yüce Allah'ın onları ağır ağır
sonlarına yaklaştırdığını,
onlara süre tanıdığını belirtmekle
başlıyor. Kuşkusuz yüce Allah dileseydi, onları
hidayete zorlardı. Zorlama sonucu sapıklıktan
alıkoyardı ya da gerçeği onlara gösterir,
kalplerini gerçeğe açardı. Veya peygamberlere ve müminlere
işkence etmekten alıkoyar, onlara ilişmemelerini
sağlardı. Çünkü onlar, peygamberlere haksızlık
yaparken, kötülükleri işlerken, Allah'ın gücünün
ve iradesinin sınırlarını aşamazlar.
Allah'ın gücünün ve iradesinin dışına çıkma
gücünden yoksundur onlar. Onlara serbestlik tanıyan,
hidayet veya sapıklık üzere bulunmalarını
fırsat veren Allah'ın iradesidir. Her halukârda O'nun
kontrolündedirler.
-Böylece biz insandan ve cinden şeytanları her
peygambere düşman kıldık. Bunlar birbirlerini
aldatmak için yaldızlı sözler söylerler. Eğer
Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları
asılsız uydurmaları ile başbaşa
bırak.
-Ahirete inanmayanların kalbleri bu yaldızlı
uydurmalara kansı", onlardan hoşlansın ve
işledikleri kötülükleri işlemeye devam etsinler diye.
İnsan ve cin şeytanlarının peygamberlere düşman
olmalarının, Allah'ın kaderi uyarınca yürürlükte
olan bir kanun olduğu ve bu şeytanların yapa
geldikleri tüm kötülüklerle birlikte Allah'ın kontrolünde
oldukları belirlendiğinden, peygamberler, Allah'ın
dışında herhangi bir hükme başvurmaktan kaçınmışlardır.
Aslında her meselede, her işte durum kesinlikle bundan
ibarettir. Çünkü şu yiyecekler hakkında Allah'ın
dışında bir hüküm mercii belirlemek, herhangi bir
konuda Allah'ın dışında mercii belirlemek
gibidir
Bu da Allah'ın Rabblığının
dışında yeni bir Rabblık ortaya
atmaktadır. Peygamberin karşı çıktığı
budur işte. Bu açıklamadan sonra, bu kitapla ve bu
şeriatla artık Allah'ın sözlerinin tamamlandığı,
bundan sonra herhangi birinin bir söz söylemesine, bir insanın
hüküm vermesine imkân kalmadığına ilişkin
peygambere yönelik bir değerlendirme yer almaktadır.
Aynı zamanda Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun)
Allah'ın dini konusunda insanlara uymaktan
sakındırılmaktadır. Çünkü onların çoğu,
sadece zanna uymaktadırlar, kesin bir bilgiye sahip
değildirler. Onlara uyan sapıtacaktır. Sadece yüce
Allah, kullarından sapıtanları ve doğru yolda
olanları bilir. Bütün bu açıklamalar, şayet müslüman
ve müminseler, üzerine Allah'ın adı anılanı
yemeye ilişkin emir ve anılmayanı yememeye
ilişkin yasağa bir hazırlık amacıyla yer
almaktadır. Bu arada helâl (serbest bırakma) ve harama
(yasaklama) ilişkin herhangi bir şeyde,
şeytanın dostlarına uymamaları konusunda da
bir uyarı yer almaktadır. Aksi takdirde onlar gibi müşrik
olacaklardır. Bölüm, küfür ve imanın tabiatına,
ayrıca kâfirleri bu tür kötülükleri işlemeye iten
etkenlere ilişkin bir açıklamayla son buluyor:
-Allah size ayrıntılı açıklamalar içeren
kitabı indirmişken, ben O'nun dışında bir
hakeme mi başvurayım? Kendilerine kitap verdiklerimiz,
Kur'an'ın gerçeğe dayalı olarak Allah
tarafından indirildiğini bilirler. O halde sakın
kuşkuya kapılanlardan olma.
-Rabbinin sözü doğruluğun ve adaletin doruğuna
erdi. O'nun sözlerini hiçbir güç değiştiremez. O her
şeyi işitir ve bilir.
-Eğer sen yeryüzünde yaşayan insanların çoğuna
uyacak olursan, bunlar seni Allah'ın yolundan
saptırırlar. Onlar sadece zanların,
sanıların peşinden giderler, sırf tahmin yürütürler.
-Hiç kuşkusuz Rabbin kimin kendi yolundan
saptığını ve kimin doğru yolda
olduğunu herkesten iyi bilir.
-Eğer Allah'ın ayetlerine inanıyorsanız,
O'nun adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden
yiyiniz.
-Niçin Allah'ın adı anılarak kesilen
hayvanların etlerinden yemiyorsunuz? Oysa Allah, çaresizlik
sonucu yemek zorunda kaldıklarınız
dışında, size haram kıldığı
etleri ayrıntılı biçimde açıkladı. Birçokları
bilmeden keyfi arzularına uyarak insanları yoldan çıkarırlar.
Hiç kuşkusuz Rabbin sınırı aşanları
herkesten iyi bilir.
-Günahın açığından da gizlisinden de
sakınınız. Günah işleyenler
yaptıkları günahın cezasını
çekeceklerdir.
-Allah'ın adı anılarak kesilmeyen
hayvanların etlerinden yemeyiniz. Çünkü bu, Allah'ın
yolundan sapmaktır. Şeytanlar dostlarına sizinle
tartışmalarını telkin ederler. Eğer
onlara uyarsanız, şüphesiz siz de müşrik
olursunuz.
-Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar
arasında yürürken yararlàndığı bir
ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde
bocalayıp oradan bir türlü dışarı çıkamayan
kimse gibi midir? İşte böylece kâfirlere yaptıkları
kötülükler çekici göründü.
-Tıpkı bunun gibi her kentin kimi ileri gelenlerini o
kentin hakka karşı komplo düzenleyen azılı günahkârları
yaptık. Aslında onlar kendilerine karşı komplo
düzenlerler, ama bunun farkında değildirler.
-Onlara bir ayet gelince, "Allah'ın peygamberlerine
verilen vahiy aynen bize de verilmedikçe asla inanmayız"
derler. Oysa Allah peygamberlik görevini kime vereceğini
herkesten iyi bilir. Bu azılı günahkârlar
düzenledikleri komplolardan ötürü Allah katında
aşağılanmaya ve ağır azaba çarpılacaklardır.
Ardından surenin akışı tekrar sürüyor ve
hidayete erenlerin doğru yolda oluşları ile
sapıkların sapıtmalarının Allah'ın
belirlediği bir kader uyarınca meydana geldiğini,
bunların da onlar gibi Allah'ın kontrolünde, O'nun
egemenliğinde, iradesi ve takdiri çerçevesinde olduğunu
belirtiyor:
-Allah kimi doğru yola iletmek isterse, göğsünü
İslâm'a açar. Kimi da saptırmak isterse göğsünü,
sanki göğe çıkıyormuş gibi, dar ve
tıkanık yapar. Bunun yanısıra Allah,
inanmayanları iğrençliğe mahkûm eder.
Bu bölüm, emir ve yasaklamaya, inanç ve düşünceye ilişkin
anlatılan şeylerin Allah'ın doğru yolu
olduğunu belirterek son buluyor. Böylece, bu emir ve
yasaklarla Allah'ın iradesi ve kaderi hakkındaki inanç
temellerini birbirine bağlıyor. Her ikisini bir bağ
haline getiriyor. Aynı zamanda bunları, dostları ve
yardımcıları olan Rabblerinin katındaki
esenlik yurduna kavuşmaları için yüce Allah'ın
kullarının takip etmesini emrettiği Allah'ın
doğru yolu olarak belirtiyor:
-Bu, Rabbinin doğru yoludur. Biz öğüt almaya açık
kimselere ayetlerimizi ayrıntılı biçimde anlattık.
-Onlar için, Rabbleri katında, esenlik yurdu vardır.
İşledikleri iyi amellerden ötürü O, onların
dostudur.
İnancın temel gerçeklerinden, son derece canlı
sahnelerden, konum ve etkenlerden ilâhi iradenin, evrensel varlığın
ve insan ruhunun gerçeklerine ayrıca insanlık
hayatındaki gizli açık nedenlere tutulan
ışıklardan, göklerde ve yerde, dünya ve ahirette,
insanlık hayatının görünen görünmeyen kısmına
egemen Allah'ın otoritesinden kaynaklanan
yaptırımlar gibi daha nice gerçekle... Evet, bütün
bunlarla Kur'an'ın anlatım metodu, kesilmiş bir
hayvanı yeme ya da yememeye ilişkin cahiliye görüntülerinden
tek bir tanesine yönelmektedir... Niçin?.. Çünkü bu, bu dinin
temel sorunudur. Egemenlik ve egemenliğin kime ait
olacağı sorunu... Benzer bir ifadeyle, ilâhlık ve
Rabblığın kime ait olacağı sorunu... Böylesine
basit gibi görünen bir nedenden ötürü bunca yığınağın,
yoğunlaşmanın ve odaklaşmanın
yapılması bu yüzdendir.
Bu yığınağın,
yoğunlaşmanın ve odaklaşmanın benzeri bir
tanımla bu sefer cahiliyede meyvelerden, hayvanlardan ve
çocuklardan adanan adaklar sorununun üzerine gidiliyor.
Doğrusu Arap cahiliyesinde Allah'ın inkâr edilmesi
sözkonusu değildi. O'nunla aynı düzeyde birtakım
tanrıların varlığı da kabul edilmiyordu.
Sadece O'nunla beraber ancak makam ve derece bakımından
O'ndan daha aşağı düzeydeki "tanrıları"
kendilerini Allah'a yaklaştırmaları için aracı
edindiklerini söylüyorlardı: İşte şirkleri
buradan kaynaklanıyordu. Bu nedenle müşrik
olmuşlardı.
Kendi kendilerine uydurdukları ve Allah'ın
şeriatı sandıkları yasa ve
alışkanlıkları arasında, yüce Allah'a ve
sahte tanrılarına meyvelerden ve hayvanlardan
adadıkları adaklar da yer alıyordu. Ardından
kendi arzularına ya da mabed bekçilerinin ve kâhinlerin
arzularına göre birtakım uygulamalarda
bulunuyorlardı: "Allah'a ortak koştukları
tanrıları için ayırdıkları Allah için
verilmez ama, Allah için ayırdıkları ortak
koştuklarına verilirdi."
Bu tür gelenekleri arasında, sahte tanrılar
adına çocuklarını adamaları, kabile
geleneğine uyarak kız çocuklarını
öldürmeleri, hayvan ve ekinlerden kimisinin yenmesini
yasaklamaları da yer alıyordu. Haram olduğunu
sandıkları bu hayvan ve ekinleri Allah'ın
dilediğinden başkası yiyemezdi. Aynı zamanda yüce
Allah'ın, haram saydıkları bu hayvan ve ekinleri
kimin yemesini istediğini de yine kendileri belirliyordu.
Bazı hayvanlara binilmesini yasaklamaları da bu tür
gelenekler arasında yer alıyordu. Bunlara Bahira, Saibe,
Vasile ve Hami adını veriyorlardı. (Bunların açıklamaları
için Maide Suresi ve sonrasına bakınız. ) Kimi
hayvanların kesilmesi esnasında Allah'ın
adının anılmasını yasaklamaları da
bu tür alışkanlıkları arasında yer
alıyordu. Üstelik bunun Allah'ın emri olduğunu
sanıyorlardı.
Kendi kendilerine uydurdukları kurallardan biri de
hayvanların karnındaki bazı yavruları,
kadınların dışında sırf erkeklerin
binmesine özgü kılmalarıydı. Şayet yavru
ölü doğacak olsaydı kadınları da ortak
ederlerdi. Bunu haram, şunu da helâl kılıyorlardı.
Murdar hayvanı helâl saymaları da öyle. "Bunu
Allah kesmiştir. Bu hayvan Allah'ın kesmesiyle helâldir"
diyorlardı.
Kur'an-ı Kerim, tüm bunları inancın
başlıca ilkelerini son derece etkileyici sahne ve gerçekleri
içeren açıklayıcı bir hamleyle
karşılıyor. Nitekim surenin tamamında
şirk ve iman sorunu etrafında aynı etkenlere
başvurulmuştu. Çünkü bu da aynı şekilde
şirk ve iman sorunudur. Bu, sorunun uygulamalı ve pratik
bir görünümüdür.
Bu hamle esnasında, bu problemin dinin problemi
olduğu gibi, inancın da esas problemi olduğu açığa
kavuşuyor. O halde yasamaları ve bu gelenekleri müşriklere
süslü gösteren, onların hayatlarını mahvetmek ve
dinlerini karıştırmak için birtakım hükümler
koyan sahte tanrılardır. Dinin karışması
ile hayatın mahvolması birbirleriyle yakından
ilgilidir. İnsanların hayatları için birtakım
hükümler koymanın Allah'ın olması dinin son
derece açık, hayatın ise sağlıklı
olması demektir. İnsanların hayatı için
hükümler koyan Allah'dan başkası olunca, din
anlaşılmaz karmaşık bir şey, hayat da yok
oluş tehditleri altında kalır!
"Böylece Allah'a ortak koştukları sahte
tanrılar, müşriklerin çoğuna, onları
mahvetmek ve dinlerini karmaşık hale getirmek için,
çocuklarını öldürmelerini süslü bir davranış
olarak göstermişlerdir."
Böylece Allah'ın hükmünden ve O'nun dininden dönüp
sahte tanrıların hükmüne ve onların dinlerine
girmenin gerisinde şeytanların bulunduğu ortaya çıkmış
oluyor. Buna göre açıktan açığa insanların
düşmanı olan şeytan, müşriklerin hüsrana ve
yok olmaya yönelik eylemlerini yönlendirmektedir:
"Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin.
Şeytana ayak uydurmayın. O size açıktan açığa
düşmandır."
Aynı zamanda -Allah'ın hükmü olmaksızın-
serbest bırakma (helâl sayma) ve yasaklamanın (haram
sayma) Allah'a ortak koşmayla eş anlamlı
olduğu gerçeği de açıklığa
kavuşuyor. Bu durumda tıpkı onun gibi şirktir.
Bu tutumlardan herhangi birini Allah'ın üstün iradesine bağlamaya
gelince; bu, her çağda müşriklerin
başvurduğu bir yöntemdir. Kuşkusuz Allah'ın
iradesi, insanlara sınanabilecekleri oranda serbestlik
vermeyi öngörmüştür. Bu nedenle tüm şekilleriyle
şirke karşı bir zorlama söz konusu değildir.
Bu sadece bir sınamadır. Ve onlar hiçbir durumda Allah'ın
kontrolünün dışına çıkamazlar!
-Müşrikler diyecekler ki; "Eğer Allah
dileseydi, ne biz ve atalarımız O'na ortak koşar ve
ne de bir şeyi yasaklardık." Onlardan öncekiler de
bu şekilde peygamberlerini yalanladılar da
azabımızın acısını tattılar.
Onlara de ki; "Önümüze koyacağınız bir
bildiğiniz var mı? Siz sadece sanının ve
yakıştırmaların peşinden gidiyorsunuz,
sırf tahminlere dayanıyorsunuz."
-De ki; "Yetkin delil, Allah'ın tekelindedir.
Eğer O dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi."
(En'am Suresi: 148-149)
Ardından haram saydıkları
(yasakladıkları) şeyin, Allah tarafından haram
kılındığına ilişkin kanıt
getirme sahnesiyle karşılaşıyoruz. Bu olay
bize surenin başlangıcında ilâhlık konusunda
şahit tutma sahnesini hatırlatmaktadır. Bu da gösteriyor
ki, gerçekte tek bir problem söz konusudur. Çünkü birtakım
kurallar koyma girişimi, aslında
ilahlığın özelliklerini iddia etmekle eş
anlamlıdır. İşte burada ele alınan sorun
bu sorundur!
-Hiçbir bilgiye dayanmaksızın, aptalca evlâtlarını
öldürenler ve Allah'a iftira atarak O'nun verdiği
rızıkları kendilerine yasaklayanlar, gerçekten
hüsrana uğramışlardır. Onlar kesinlikle
sapıtmışlardır, doğru yola gelecekleri
yoktur. (En'am Suresi: 140)
Ayette kullanılan "denk tutuyorlar" kelimesinin,
surenin başlangıcında ilâhlık sorunu ele
alınırken de kullanıldığını
hatırlıyoruz. Surenin tanıtımında buna
değinmiştik.
Sonunda bu hamle, ürünler, hayvanlar ve çocuklara ilişkin
hükümler koyma ve gelenekler belirleme sorunu etrafında yüce
Allah'ın belirlediği hükmün, O'nun doğru yolu
olduğunun açıklanmasıyla bitiyor. Daha önce
kesilen hayvanların haramlığı ve helâlliği
konusu ele alınırken başvurulan ifadenin
aynısı... Tıpkı, surenin
tanıtımında da değindiğimiz, surenin
başlarında ele alınan ilâhlık sorununda
kullanılan ifade... "İşte benim
dosdoğru yolum budur, bu yola uyunuz. Sakın sizi
Allah'ın yolundan ayrı düşürecek yollara girişmeyiniz.
İşte Allah, kötülüklerden sakınasınız
diye size bu direktifi veriyor."
Surenin akışı birtakım işaretler
edindiğimiz bu konularla sona ermiyor. Aynı yolunu takip
ederek "Herşey ayrıntılı biçimde açıklansın,
doğru yol kılavuzu ve rahmet olsun... Ola ki;
Rabblerinin huzuruna çıkacaklarına inanırlar"
diye Musa'nın kavmine gelen kitaptan, müslümanların
ona uyması, kendilerine merhamet eder ümidiyle Allah'dan sakınması
için Allah tarafından indirilen şu kutsal kitaptan söz
ediyor. Müslümanlara bu kitabın indirilmiş
olmasının bir nedeni de, yahudi ve hristiyanlara
indirilen kitapların daha önce indiğini bahane ederek,
"Kendilerine
her şeyi ayrıntılarıyla açıklayan,
Allah'ın koyduğu gerçek hükümlerle yalan yere Allah'ın
hükmü olarak ileri sürülen kuralları bilmelerini
sağlayan bir kitap kendilerine gelmedi" diye
mazeret ileri sürmelerini önlemektir.
Bunu, Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) getirdiği
kitaba uymayıp, asılsız olarak Allah`a
dayandırdıkları cahiliye kanunlarına uymaya
devam eden ve peygamberi doğrulamak, ona uymak için
istedikleri mucizelerin gerçeğin net olarak ortaya çıktığı,
ardından yok olup mahvolmanın geldiği günde
gerçekleşeceğinin belirtilmesi ile tehdit
edilmektedirler: "Onlar kendilerine meleklerin gelmesini
mi, yoksa Rabbinin bazı mucizelerinin gelmesini mi
bekliyorlar? Rabbinïn bazı mucizeleri geldiği gün,
daha önce iman etmemiş, ya da imanı doğrultusunda
bir hayır kazanmamış olan kimseye o günkü imanı
bir fayda sağlamaz. Onlara de ki, `Bekleyin bakalım, biz
de bekliyoruz."
Ardından Hz. Peygamber'in (Allah'ın selâmı
üzerine olsun) getirdiği din ve müslüman ümmet ile,
Allah'ın şeriatına dayanmaksızın
birtakım şeyleri haram kılan (yasaklayan),
birtakım şeyleri de helâl kılan (serbest
bırakan) birtakım hükümler koyup da bunların
Allah'ın şeriatı olduğunu sananlar
arasındaki ayrılığa değiniliyor!
"Dinlerinin öngördüğü inanç ve ümmet birliğini
parçalayarak çeşitli akımlara bölünenler ile senin
hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah'a
kalmıştır. Allah, onlara ilerde
yaptıklarının akıbetini bildirecektir."
Bu kadar net ve açık bir şekilde; "Onlarla
senin hiçbir ilişkin yoktur.." İlk etapta
basit gibi görünen bir konu nedeniyle şeriat ve hüküm
sorununu
bu kadar önemle ele alan akışın sonunda,
tamamıyla inanç ve temel ilkeleriyle din konusunda son
derece kapsamlı bir mesaj yer alıyor. Gönüllerde ve
vicdanlarda gizli inanç ve bu inancın düzen ve hayat metodu
düzeyinde tercümanı din...!
-De ki; "Rabbim beni doğru yola, insanların tüm
ihtiyaçlarına cevap veren dine, Allah'ın birliğine
inanan ve O'na ortak koşanlardan olmayan İbrahim'in inanç
sistemine iletti."
-De ki; "Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve
ölümüm tüm varlıkların Rabbi olan Allah içindir.
-"O'nun ortağı yoktur. Bana böyle emredildi.
Ben müslümanların ilkiyim." -De ki; "Allah her
şeyin Rabbi iken, ben O'ndan başka bir ilâh mı
arayayım? Herkesin işlediği kötülüğün
sorumluluğu kendisine aittir. Hiç kimse başkasının
kötülüğünün sorumluluğunu taşımaz.
Sonunda Rabbinize döneceksiniz. O size anlaşmazlığa
düştüğünüz meselelerin içyüzünü
bildirecektir."
-Sizi yeryüzünde halife yapan ve verdiği nimetler
hakkında sınavdan geçirmek için bazılarınızın
derecesini diğer bazılarınızdan üstün kılan
O'dur. Hiç şüphesiz Rabbinin cezalandırması
gecikmesizdir, aynı zamanda O
bağışlayıcı ve merhametlidir. (En'am
Suresi: 161-165)
Kuşkusuz bütün bunlar dünya-ahiret, diriler-ölüler,
amel-ceza, kulluk ve hayat tarzına ilişkin inanç ve
dinin kapsamına giren sorunlardır. İlâhî sunuş
tarzı bütün bunları günlük yaşamın en
basit olaylarında, yiyecek ve içeceklerinde ortaya çıkan
hakimiyet ve kanun koyma problemi üzerine şu ulu, ürpertici
ve aynı zamanda sevecen bir değerlendirme yapmak için
biraraya getirmiştir. Çünkü en geniş alanları ve
önemli konumlarıyla ilâhlık ve Rabblık
davası budur.
Ve işte yüce ilâhî kaynağın insanlara
sunduğu şekliyle İslâm...
-Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler kendileri ile
konuşsa ve her şeyi biraraya getirip
karşılarına koysaydık, Allah dilemedikçe yine
inanmazlardı.
-Böylece biz insandan ve cinden şeytanları her
peygambere düşman kıldık. Bunlar birbirlerini
aldatmak için yaldızlı sözler söylerler. Eğer
Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları
asılsız uydurmaları ile başbaşa
bırak.
-Ahirete inanmayanların kalpleri bu yaldızlı
uydurmalara kansın, onlardan hoşlansın ve
işledikleri kötülükleri işlemeye devam etsinler diye.
(En'am Suresi: 111-113)
Birinci ayet, yedinci cüz'ün sonunda yer alan geçen
bölümü bütünleyici niteliktedir. Aynı zamanda Arap müşriklerinin
peygamberi doğrulamak için mucize göstermeyi önermeleri ve
şayet bu mucizeleri gösterecek olursa, kesinlikle
inanacaklarını tekrar tekrar yemin ederek
belirtmeleriyle ilişkilidir. Öyle ki, bazı müslümanlar
içten içe "Keşke yüce Allah isteklerine karşılık
verseydi" demişlerdi. Hatta Peygambere (salât ve
selâm üzerine olsun) gidip, müşriklerin teklif ettikleri
mucizeleri göstermesini Rabbinden dilemesini istemişlerdi.
Nitekim bölüm bütünüyle bu şekilde sunulmuştu:
-Onlar kesin bir dille Allah adına yemin ederek eğer
kendilerine bir mucize gelirse O'na mutlaka
inanacaklarını söylediler. De ki; "Mucizeler sırf
Allah'ın tekelindedir." Hem bilmiyorsunuz ki, eğer
o mucize gelse onlar
yine inanmazlar.
-Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek
kendilerini iman etmekten kaçındıkları ilk
durumlarına döndürür ve azgınlıkları içinde
debelenmeye bırakırız.
-Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler kendileri ile
konuşsa ve her şeyi biraraya getirip
karşılarına koysaydık, Allah dilemedikçe yine
inanmazlardı. Fakat çoğu bunu bilmez. (En'am Suresi:
109-111)
Yedinci cüz'ün sonunda bu ayetlerden söz edilmişti.
Şimdi ise; bu ayetlerin genel anlamda içerdiği, ancak
oradaki açıklamada yer almayan bazı gerçeklerden söz
edeceğiz.
Birinci gerçek:
İman
veya küfür, hidayet veya sapıklık... gerçeği gösteren
belgeler ve kanıtlarla ilişkili değildirler.
Çünkü gerçeğin kendisi bir kanıttır. İnsan
kalbinin üzerinde bir etkinliğe sahiptir. Kalp gerçeği
kabul eder, onunla tatmin olur, ona boyun eğer. Ancak gerçekle
insan kalbinin arasına giren birtakım diğer
engeller söz konusudur. İşte bu engellerin mahiyetini yüce
Allah, müminlere şu şekilde açıklamaktadır:
"...Hem bilmiyor musunuz ki, eğer onlar (yani
kanıtlar ve mucizeler) gelse yine inanmazlar."
"Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek
kendilerini iman etmekten kaçındıkları ilk
durumlarına döndürür ve azgınlıkları içinde
debelenmeye bırakırız."
İlk defa meydana gelenin, onları doğru yola
girmekten alıkoyanın -mucize geldikten sonra- tekrar
meydana gelmesi ve onları bu sefer de doğru yola
girmekten alıkoyması mümkündür.
Kuşkusuz inanmaya yöneltici işaretler hem insan
kalbinde hem de gerçeğin kendisinde gizlenmiştir:
Dış etkenlerle bir ilişkisi söz konusu değildir.
O halde bütün çabalar, bu kalbi felâketlerden ve engellerden
kurtarmaya yöneltilmelidir.
İkinci gerçek: Hidayet ve sapıklık
konusunda son mercii Allah'ın iradesidir. Bu irade,
başlangıçta bir süre seçme ve yönelme özgürlüğünü
vererek insanı sınamayı, bu süreyi de insanın
denendiği ve sınandığı bir süre kılmayı
öngörmüştür. Kim bu özgürlüğü, doğru yola,
onu bulmaya ve onu azarlamaya yönelik kalbi yönelişte
kullanırsa -o esnada doğru yolun nerede olduğunu
bilmese dahi- Allah'ın iradesi onun elinden tutmayı, ona
yardım etmeyi, kendi yolunu göstermeyi öngörmüştür.
Aynı şekilde kim bu özgürlüğü, doğru
yoldan kaçmak, gerçeğe götüren kanıtlardan ve
işaretlerden yüz çevirmek uğruna kullanırsa,
Allah'ın iradesi onu saptırarak yoldan
uzaklaştırmayı ve karanlıklar içinde çarpılmış
durumda bırakmayı gerektirmiştir. Kuşkusuz,
Allah'ın iradesi ve kaderi bütün durumlarda insanı
kuşatmıştır. En sonunda her işin dönüşü
de O'nadır.
Ayetlerin akışında yer alan şu ifade bu gerçeğe
işaret etmektedir:
"Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek
kendilerini, iman etmekten kaçındıkları ilk
durumlarına döndürür ve azgınlıkları içinde
debelenmeye bırakırız."
Şu ayeti kerime de buna işaret etmektedir:
"Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler
kendileri ile konuşsa ve her şeyi biraraya getirip
karşılarına koysaydık, Allah dilemedikçe yine
inanmazlardı. Fakat çoğu bunu bilmez."
Bu bölümden önce yer alan şu ifade de bu gerçeğe
işaret etmektedir:
"Rabbinden sana gelen vahye uy, O'ndan başka ilâh.
yoktur. O'na ortak koşanlardan yüz çevir."
"Allah dileseydi, onlar O'na ortak koşmazlardı.
Biz seni onların başına koruyucu, bekçi dikmedik;
sen onların vekili ve davranışlarının
sorumlusu da değilsin." (En'am Suresi: 106-107)
Şu bölümde yer alan aşağıdaki ayette de
bu işaret vardır:
"Böylece biz insandan ve cinden şeytanları her
peygambere düşman kıldık. Bunlar birbirlerini
aldatmak için yaldızlı sözler söylerler. Eğer
Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları
asılsız uydurmaları ile başbaşa
bırak."
O halde her şey Allah'ın iradesine
bağlıdır. Onların doğru yolu
bulmamalarını dileyen O'dur. Çünkü onlar hidayetin
yolunu tutmadılar. Yine onlara, denemek üzere bu kadar
serbestlik tanımayı dileyen O'dur. Doğru yolu
bulmak için çabaladıkları zaman doğru yolunu gösteren,
sapıklığı tercih ettiklerinde de onları
saptıran O'dur. İslâm düşüncesinde yer alan
ilâhî serbest irade ile insanlara verilen bu kadarlık seçme
özgürlüğü ile sınanmaları için kendilerine bırakılan
bu alan arasında bir çelişki söz konusu değildir.
Üçüncü gerçek:
Allah'ın
buyruklarına uyanlarla isyan edenler, O'nun kontrolü altındadırlar.
Gücü ve egemenliği karşısında birdirler.
Kulların işlerini yönlendirmeye ilişkin yasalarla
cereyan eden ilâhî iradeye uygun Allah'ın kaderi
olmaksızın onlardan hiçbiri herhangi bir şey yapma
imkânına sahip değildir. Ancak müminler, -kendilerine
verilen seçme özgürlüğü oranında- kendi içlerinde,
hücrelerinin hareketlerinde, organik ve psikolojik oluşumlarında,
Allah'ın egemenliğine zorunlu olarak ister istemez boyun
eğişleri ile bilgiye, hidayete ve serbestliğe
dayalı olarak, kendilerini zorunlu gördükleri isteğe
bağlı boyun eğişleri arasında bir uyum
meydana getirirler. Bundan dolayı bizzat kendi kendisiyle
barış içinde yaşar mümin. Çünkü hem zorunlu,
hem de isteğe bağlı yönü tek bir kanuna, tek bir
otoriteye, tek bir hakimiyete uymaktadır. İsyan edenlere
gelince; onlar Allah'ın fıtrî yasasına uymak
zorundadırlar.
Bu yasa onları zorlamakta, ancak onlar bedensel
oluşumları ve fıtrî ihtiyaçları
bakımından bu yasaların dışına çıkamazlar.
Bununla beraber kendilerine serbestlik tanınan alanda, O'nun
hayat metodunda ve şeriatında somutlaşan
Allah'ın egemenliğinden kaçmaktadırlar. Bu
kopukluktan dolayı kişiliklerinde bir bedbahtlık
yaşarlar. Bütün bunlara rağmen unlar Allah'ın
kontrolü altındadırlar, hiçbir alanda O'nu aciz bırakamazlar.
O'nun takdiri olmadıkça hiçbir şey yapamazlar.
Bu üçüncü gerçek, surenin geri kalan kısmında
ele alınan sorun açısından özel bir öneme
sahiptir ve bu gerçek farklı şekillerde,
değişik yerlerde tekrarlanmaktadır. Çünkü
tümüyle bu bölüm -daha önce de açıkladığımız
gibi- ilâhlık konusunu ve insan hayatı ve
insanların uydukları kanunlar üzerinde ilâhlığın
egemenliğini ele almaktadır. Bu nedenle surenin
akışı, egemenliğin tümüyle Allah'a ait olduğunu
belirtme noktasında yoğunlaşmaktadır. Hatta
Allah'ın sisteminden ve şeriatından kaçan isyancıların
oluşumları üzerindeki egemenlik de Allah'a aittir.
Onlar, Allah'ın dilemesi dışında O'nun
dostlarına herhangi bir eziyette bulunamazlar. Bir kere onlar
kendilerine hakim olmaktan acizdiler, müminlere nasıl egemen
olabilirler? Gerek Allah'ın buyruklarına uyanlar,
gerekse isyan edenler için dilediğini onunla
yaptığı Allah'ın iradesidir her şeye
egemen olan.
"Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler
kendileriyle konuşsa ve
her
şeyi biraraya getirip karşılarına
koysaydık, Allah dilemedikçe yine inanmazlardı. Fakat
çoğu bunu bilmez" ayetinin
tefsirinde Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi şunları
söylemektedir:
(Yüce Allah Peygamberi Muhammed'e (salât ve selâm üzerine
olsun) şunu söylüyor: Ey Muhammed, putları ve
heykelleri Rabblerine denk tutan sonra da sana, "Şayet
bize bir kanıt gösterecek olursan kesinlikle sana inanacağız"
diyenlerin iflah olacaklarından ümidini kes. Çünkü onlar
için melekleri indirsek, gözleriyle görseler, sonra bir kez de
peygamberliğine bir kanıt oluşturmaları için
ölüleri diriltsek de onlarla konuşsalar ve söylediklerinde
haklı olduğunu, onlara getirdiğin şeyin Allah
katından bir gerçek olduğunu bildirseler ve yine her
şeyi biraraya getirsek ve onları senin karşına
koysak (Yani "emrine versek) -Allah'ın hidayete ermesini
dilediği kimsenin dışında- sana
inanmayacaklardır, seni doğrulamayacaklardır, sana
uymayacaklardır. "Fakat çoğu bunu bilmez."
Şöyle diyor yüce Allah: Ancak bu müşriklerin çoğu
bunun böyle olduğunu bilmez. Sanıyorlar ki; inanmak
onlara kalmıştır, kâfir olmak onların
elindedir; diledikleri zaman inanırlar, diledikleri zaman kâfir
olurlar. Durum böyle değildir. Bu benim elimdedir.
Doğru yola ilettiğim ve bunda başarılı
kıldığım dışında hiçbiri
inanamaz. Doğruluktan uzaklaştırıp
saptırdığımdan başkası kâfir
olamaz.)
Burada İbni Cerir'in açıkladığı bu
temel prensip doğrudur, ancak daha fazla açıklamayı
gerektiriyor. Nitekim hidayet, sapıklık, Allah'ın
iradesi ve insanın çabası hakkındaki Kur'an
ayetlerine dayanarak konuya değinmiştik. Kuşkusuz
inanmak ve kâfir olmak sonradan olan bir şeydir; ve şu
varlık bütününde sonradan olan her şey ancak
Allah'ın kaderi uyarınca meydana gelmektedir:
"Şüphesiz biz her şeyi bu kader
doğrultusunda yaratmışız." (Kamer
Suresi: 49) Falanın inanması, falanın da kâfir
olması şeklinde ortaya çıkan kaderin
dayandığı temel kanuna gelince; ayetler bunu açıklamaktadır.
Buna göre insan, bir miktar serbestlikle yöneliş
noktasında sınanmaktadır. Doğru yola yöneldiğinde
ve bu uğurda çaba sarfettiğinde, Allah ona yol göstericilik
yapacaktır. Hidayete ermesi Allah'ın kaderi
uyarınca gerçekleşecektir. Aynı şekilde
sapıklığa yönelip, doğru yoldan kaçındığında,
Allah onu saptıracaktır. Sapıklığı
Allah'ın kaderi doğrultusunda meydana gelecektir.
İnsan her iki durumda da Allah'ın kontrolü ve egemenliği
altındadır. İnsanın hayatı, Allah'ın
serbest iradesine göre hareket eden kader ve yine O'nun serbest
iradesiyle belirlediği kanun uyarınca sürmektedir.
Bundan sonra, surenin devam eden akışında iki
ayet yer alıyor. Bunlar bir açıdan açıklamayı
tamamladığımız geçen bölümün hedeflediği
anlam ve gerçekleri bütünlemektedirler. Bir açıdan da
yetki, şeriat ve egemenliğe ilişkin inanç sorunlarına
hazırlık oluşturmaktadırlar. Nitekim surenin
geri kalan kısmında bu sorunlar işlenmektedir.