O |
|
O |
|
8- Onlar "Muhammed'e bir melek indirilseydi ya"
dediler. Eğer melek indirseydik, onların işleri
bitirilir, kendilerine hiç mühlet tanınmazdı.
9- Eğer meleklerden bir peygamber gönderseydik onu insan
kılığında gönderecektik. O zaman da
kâfirleri şimdiki yanılgılarının
aynısına düşürmüş olurduk.
Müşrikler tarafından ileri sürülen bu öneri daha
önce de başka milletler ve toplumlar tarafından
peygamberlerine karşı ileri sürülmüştü. Nitekim
Kur'an-ı Kerim, o milletlerin ve toplumların hikâyelerini
anlatırken onların bu önerilerine de yer veriyor. Gerek
bu önerinin kendisi ve gerekse Kur'an'ın burada bu öneriye
vermiş olduğu karşılık, bize bazı
gerçekleri hatırlatıyor. Şimdi bu gerçeklerin başlıcalarına
yerimizin elverdiği ölçüde değinmek istiyoruz:
Birinci gerçek: Bu
önerileri ileri süren müşrik Araplar, yüce Allah'ın
varlığını inkâr etmiyorlardı. Onlar
Peygamberimizin yüce Allah tarafından gönderildiğinin;
onun kendilerine okuduğu Kur'an'ın Allah katından
getirilmiş gerçek bir kitap olduğunun açıkça kanıtlanmasını
istiyorlardı. İşte bu amaçla şu belirli
öneriyi seslendiriyorlardı: "Allah, Peygamberimiz ile
birlikte ona bu dini tanıtma çalışmalarında
eşlik edecek, onun seslendirdiği dâvayı
onaylayacak bir melek göndersin." Bu önerilerin çok sayıda
benzerleri daha önceki dönemlerde de sık sık ileri sürülmüştü.
Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde bunlardan bize söz
ediliyor. Meselâ İsra suresinde yeralan
aşağıdaki ayetler bu türdendir. Bu ayetler Mekkeli
müşriklerin söz konusu önerileri dışında
buna benzer başka öneriler de içerir. Bu önerilerin ortak
özelliği şudur: Bunlar sahiplerinin bir önceki ayette
dile gelen serkeş karakterlerinin yanısıra birçok
evrensel gerçekten habersiz olduklarını, yine çok sayıda
değer yargısının bilincinde
olmadıklarını kanıtlar. Şimdi o ayetleri
okuyalım:
"Biz bu Kur'an'da insanlara her konuda örnek verdik;
öyleyken insanların çoğu k âfirlikte
direndi.
Bunlar dediler ki; "Bize yeraltından pınarlar
fışkırtmadıkça sana asla inanmayız."
"Ya da kendi hurmalıkların ve üzüm bağların
olmalı, bunların arasından
ırmaklar
akıtmalısın."
"Ya da altından bir köşkün olmalı veya göğe
çıkmalısın. Bize oradan okuyabileceğimiz
somut kitap indirmedikçe de göğe çıktığına
kesinlikle inanmayız. Dé ki; `Subhanellah! Ben
peygamberlikle görevlendirilmiş bir insandan başka bir
şey miyim ki?
İnsanlara doğru yola çağıran bir rehber
geldiğinde ona inanmalarına engel olan tek şey
onların "Allah bir insanı mı peygamber olarak
gönderdi?" şeklindeki sözleridir.
De ki; "Eğer yeryüzünde rahatça gezinen melekler
yaşasaydı, onlara gökten melek kökenli peygamber
indirirdik." (İsra Suresi: 89-95)
Bu tür öneriler Mekkeli müşriklerin ne kadar inatçı
ve ne kadar cahil kimseler olduklarını ortaya koyar.
Yoksa onlar Peygamberimizi yakından tanıyorlardı,
uzun yılların deneyimleri ile onun ne kadar doğru
ve ne kadar güvenilir bir kişi olduğunu öğrenmişlerdi.
Nitekim bu yüzden kendisine "emin (güvenilir)" lâkabını
takmışlardı. Onunla aralarında şiddetli
çatışma olduğu halde, emanetlerini yanına
bırakmaları da kendisine karşı besledikleri güvenin
göstergesi idi. Nitekim, Medine'ye göçerken amcasının
oğlu Hz. Ali'yi Mekke'de bırakarak halâ koruması
altında duran bazı emanetleri Mekkeli sahiplerine teslim
etmekle görevlendirilmişti. Oysa o günlerde Mekkeli müşrikler
ile Peygamberimiz arasındaki çatışma, kendisine
suikast düzenleme girişimlerine yol açacak derecede ileri aşamaya
varmıştı.
Mekkeli müşrikler, Peygamberimizin güvenilir bir kişi
olduğuna inandıkları oranda doğru bir
kişi olduğuna da inanıyorlardı. Bunun şöyle
bir pratik kanıtı yaşanmıştı:
Peygamberimiz yüce Allah'ın emri üzerine, Mekkelileri ilk
kez toplu olarak açıktan açığa Safa tepesinde
İslâm'a çağırdığında, söze
girerken eğer kendilerine bir haber getirmiş olsa,
getireceği bu habere inanıp inanmayacaklarını
sormuş ve onlardan vereceği her habere inanacakları
cevabını almıştı. Buna göre eğer
onlar gerçekten Peygamberimizin doğru söyleyip söylemediğini
belirlemek amacında olsalar, onun geçmişinde bunu
kanıtlayacak belgeleri fazlası ile bulabilirlerdi.
Nitekim bu surenin ilerde inceleyeceğimiz şu ayetinde,
Mekkeli müşriklerin Peygamberimizi yalancı
saymadıkları kesin bir dille açıklanmaktadır:
"Onların sözlerinin seni üzdüğünü biliyoruz.
Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler
Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar." (En'am Suresi:
33)
Yani asıl mesele inkârcılık ve yüz çevirme
arzusu, inatçılık ve gerçeğe burun
kıvırma karakteridir. Yoksa onların Peygamberimizin
doğru söylediği hakkında hiçbir kuşkusu
yoktu!
Ayrıca onların karşısında
Peygamberimizden istedikleri somut, maddi kanıtlardan daha
sağlam bir kanıt vardı ki, bu da Kur'an-ı
Kerim'in kendisi idi. Kur'an, gerek üslubu ve gerek içeriği
ile yüce Allah tarafından geldiğini kendi özü ile kanıtlayan
bir belge niteliğinde idi. Allah'ın
varlığını da inkâr etmediklerine göre ortada
başka bir mesele kalmıyordu.
Zaten onlar da bu gerçeğin kesinlikle farkında
idiler. Dillerinin edebiyatına ve sanatına ilişkin
duygusal birikimleri sayesinde insanoğlunun ifade gücünün
sınırını bildikleri gibi, Kur'an-ı
Kerim'in bu sınırın ötesine geçtiğini de
biliyorlardı. Söz söyleme sanatına ilişkin
araştırması ve deney birikimi olanlar, böyle bir
araştırma yapmamış, böyle bir haz
birikiminden yoksun kimselere nazaran bu gerçeğin daha iyi
farkına varırlar, bu izlenimi daha kolay algılarlar.
Gerçekten söz söyleme sanatı üzerinde araştırma
yapan herkes, bu Kur'an'ın insanın ifade gücünü aşan
bir kitap olduğunu kesinlikle fark eder. Kur'an'ın bu
tartışmasız özelliğini, gerçeği
bildiği halde onu açıklamaktan kaçınan keçi
inatlılardan başka hiç kimse inkâr etmez. Ayrıca
Kur'an'ın içerdiği inanç sistemi, bu inanç sistemini
insan idrakine yerleştirmek için ifade yöntemi, bu amaçla
yararlandığı etkileyici ve
duygulandırıcı mesajlar ve imajlar, bütün bunlar
insan ürünü düşüncelerin, anlatım yöntemlerinin,
psikolojik ve sözel etkileme usullerinin yabancısı
olduğu özelliklerdir. O günün Arapları bu gerçeğin
farkında idiler. Vicdanlarının derinliklerinde bu
gerçeğin bilincini taşıyorlardı. Sözleri ve
davranışları onların, Kur'an'ın yüce
Allah katından geldiği konusunda şüpheleri olmadığını
kanıtlar.
Böylece ortaya çıkıyor ki, söz konusu
önerilerinin amacı kanıt arayışı
değildi. Bu bir tür işi yokuşa sürme bahanesi,
bir çeşit serkeşlik gösterisi, bir demagoji ve ayak
diretme plânı idi. Başka bir deyimle, onların
tutumu, aslında yüce Allah'ın bir önceki ayette anlattığı
gibi idi. Tekrarlayalım:
"Eğer sana kağıda yazılmış,
somut bir kitap indirmiş olsaydık da onu elleri ile
tutsalardı, kâfirler, `Bu apaçık bir büyüden başka
bir şey değil',
diyeceklerdi."
İkinci gerçek: O
günün "Arapları, melekleri soyut bir kavram düzeyinde
biliyorlar, bu yüzden yüce Allah'ın Peygamberimize bir
melek göndermesini, bu meleğin İslâm'ı yayma çalışmalarına
katılmasını, Peygamberi
doğrulamasını istiyorlardı. Fakat yüce
Allah'dan başka hiç kimsenin bilgisine sahip olmadığı
yapısal özellikleri hakkında doğru bilgi
taşımaları mümkün değildi. Acaba bunlar
nasıl yaratıklardır? Yüce Allah ile aralarındaki
ilişkiler nasıldır? Dünya ile ve dünyalılar
ile kurdukları ilişkinin türü nedir? Bu sorular karşısında
uçsuz-bucaksız bir çölde kılavuzsuz olarak taban
tepen bir yol şaşkınına benziyorlardı.
Nitekim Kur'an, eski Arapların meleklere ilişkin birçok
yanılgılarını, birçok putperest karakterli
masallarını anlatmış ve bunları
doğru bilgiler ile düzeltmiştir. Bundan maksat, bu dine
giren Arapların düşünce yapılarını
doğrultmak, onların gerek evren hakkında ve gerekse
evrende yeralan yaratık türleri hakkında
sağlıklı bilgiye sahip olmalarını
sağlamaktı. Bu açıdan bakınca İslâm,
hem aklı ve bilinci, hem kalbi ve vicdanı ve hem de
sosyal şartları düzeltmeyi amaçlamış bir
sistem olarak ortaya çıkmıştı.
İşte bu meyanda Kur'an-ı Kerim, bize
Arapların cahiliye dönemlerindeki asılsız
saplantılarına ve yanlış kanaatlerine örnek
olarak, onların meleklerin Allah'ın kızları
olduğuna -yüce Allah'ı bu dayanaksız
yakıştırmalardan tenzih ederiz ve bu gerekçe ile
meleklerin Allah katında reddedilmez bir şefaat
yetkisine sahip olduğuna inanmalarıdır. Bu yüzden,
taptıkları kendilerince önemli bazı putların,
meleklerin simgeleri olmaları kuvvetle muhtemeldir.
Kur'an-ı Kerim, o günkü Arapların Peygamberimize
destekçi ve onaylayıcı bir melek gönderilmesi gerektiğine
ilişkin sözlerini nasıl burada naklediyorsa, sözünü
ettiğimiz sapık ve düzmece kanaatlerini de aktarmaktadır.
Ayrıca Kur'an'ın birçok yerinde, söz konusu sapık
kanaatlerinin ilkine ilişkin düzeltmelere rastlarız.
Nitekim Necm suresinde yeralan aşağıdaki ayetler bu
amaca yöneliktir.
"Lât ve Uzza hakkındaki görüşünüz ne?
"Ve üçüncüleri, ötekileri olan Menat hakkında?"
"Demek erkekler sizin, dişiler Allah'ın, öyle
mi?"
"O halde bu haksız bir bölüştürme!"
"Bunlar sırf sizin ve atalarınızın
uydurduğu, Allah'ın haklarında hiçbir kanıt
indirmemiş olduğu soyut isimlerdir. Onlar sadece
zanlarının ve canlarının istediklerinin
peşinden gidiyorlar. Oysa onlara Rabbleri katından
doğru yol kılavuzu geldi."
"Yoksa insanın her hayal ettiği şey gerçekleşir
mi sanıyorsunuz."
"Oysa hayatın sonu da ilki de (Ahiret de dünya da)
Allah'a aittir."
"Göklerde nice melekler var ki, Allah'ın
dilediklerine ve hoşlandıklarına ilişkin izni
olmadıkça, şefaatleri hiçbir yarar sağlamaz."
"Ahirete inanmayanlar meleklere dişi adları
takarlar."
"Oysa onların bu konuda hiçbir bilgileri yoktur,
sadece zanlarının peşinden gidiyorlar. Zanları
ise gerçeğin kırıntısının bile
yerini tutamazlar." (Necm Suresi: 19-28)
Bunun yanısıra Kur'an-ı Kerim, onların
meleklerin yapısal özelliklerine ilişkin ikinci
sapık kanaatlerini de diğer birçok ayetlerde olduğu
gibi, bu surenin incelemekte olduğumuz iki ayetinde de düzeltiyor.
Tekrar okuyalım:
"Onlar `Muhammed'e bir melek indirilseydi ya' dediler.
Eğer melek indirseydik, onların işleri bitirilir,
kendilerine hiç mühlet tanınmazdı."
Bu ayette meleklerin bilinmeyen bir yönü anlatılıyor,
yüce Allah insanlara bu kullarına ilişkin biraz bilgi
veriyor. Müşrik Araplar yüce Allah'a yeryüzüne melek
indirmesini öneriyorlar. Fakat yüce Allah'ın yeryüzüne
melek indirmeye ilişkin geleneğine göre, melekler ancak
peygamberlerini yalanlayan bir topluma inerek onları yok
ederler, Allah'ın o toplum hakkında verdiği
toplu-kırım ve helâk kararını uygularlar.
Buna göre eğer yüce Allah müşrik Arapların
önerisini kabul ederek onlara bir melek indirse, işleri
bitmiş, toptan yok olmuş bu indirme harekâtından
sonra hiçbir mühlet tanınmamış olacaktı.
Acaba istedikleri, önerdikleri bu mu idi? Kendi aleyhlerinde
ölüm içeren bu şaşkın önerilerini reddeden
Allah'ın, bu yolla onlara rahmet ettiğinin farkında
mıdırlar? İşte ayet bu şekilde
onları bir yandan, yüce Allah'ın rahmeti ve öbür
yandan yararlarının nerede olduğunu kestiremeyen
bilgisizlikleri ve melek indirmeye ilişkin ilâhi gelenek
hakkındaki yanlış bilgileri ile yüzyüze
getiriyor. Onlar nerede ise hayatlarına mal olacak olan,
toplu-kırımlarına yol açacak olan bu cahillikleri
yüzünden doğru yola iletmeyi reddediyorlar. Allah'ın
rahmetini tepiyorlar ve keçiler gibi inatlaşarak
Peygamberimizden başka kanıtlar istiyorlar.
Meleklerin bilinmeyen bir başka yönlerine de yine yukarda
okuduğumuz ayetlerin ikincisi ışık tutuyor.
Tekrarlıyoruz:
"Eğer meleklerden bir peygamber gönderseydik onu
insan kılığında gönderecektik, o zaman da
kâfirleri şimdiki yanılgılarının
aynısına düşürmüş olurduk."
Müşrik Araplar yüce Allah'a, Peygamberimizi İslâmı
yayma dâvasında destekleyecek bir melek indirmesini
öneriyorlar. Ama melekler insanlardan farklı
yaratılışta varlıklardır, sadece yüce
Allah'ın bildiği yapısal özellikleri olan Allah
kullarıdırlar. Onlar yüce Allah'ın haklarında
dediği gibidirler, biz Allah'ın verdiği bilgi
dışında onlar hakkında herhangi bir bilgiye
sahip değiliz. İşte Allah'ın onlar
hakkında bize verdiği bilgiye göre, bu varlıklar
orijinal yaratılışları aynı
kaldığı sürece yeryüzünde gezemezler,
yürüyemezler. Çünkü onlar bu gezegenin şartları
uyarınca yaratılmamışlardır, dünyalıların
bir kesimi değildirler.
Fakat bunun yanısıra bir özellikleri var. Bu
özellikleri sayesinde, insanlarla ilgili bir görev yapacakları
sırada insan kılığına girebilirler. Bu görevler,
yüce Allah'ın bir mesajını yerine iletmek, yüce
Allah'ın toplu-kırıma mahkûm ettiği
kimselerin cezasını yerine getirmek, müminleri
yüreklendirmek, müminlerin düşmanları ile savaşa
girip bu düşmanları tepelemek gibi uygulamalardır.
Kur'an-ı Kerim, meleklerin Rabblerinin buyurduğu bu tür
görevleri üstlendiklerini, Allah'ın emirlerini asla çiğnemediklerini,
kendilerine emredileni yaptıklarını anlatıyor.
Buna göre eğer yüce Allah, Peygamberimizi onaylamak,
desteklemek üzere bir melek gönderseydi, bu melek kendi orijinal
kılığında değil, insan
kılığında ortaya çıkacaktı. O zaman
işler yine karışacak, kâfirler yine yanılgıya
düşeceklerdi. Sebebine gelince, Peygamberimiz ortaya çıkıp
kendilerine "Ben
bildiğiniz-tanıdığınız Muhammed'im,
Allah beni sizi uyarmak ve müjdelemek üzere görevlendirdi"
deyince kafaları karıştı, gerçeği seçemediler,
işin içinden çıkamayıp yanılgıya düştüler.
Peki eğer karşılarına daha önce hiç tanımadıkları
bir melek insan kılığına girerek
karşılarına çıkar da, tıpkı
aralarından biri gibi karşılarına geçerek
"Ben bir meleğim, Allah beni Peygamberini onaylamak
üzere gönderdi" deseydi, kafaları daha çok karışmayacak
mıydı? Yalın gerçeği kavramakta güçlüğe
uğrayan ve bu yüzden yanılgıya düşmüş
olan bu adamlar, böylesine karmaşık bir pozisyonun içinden
nasıl çıkabileceklerdi'? Belli ki, yüce Allah insan kılığına
girdirerek bir melek gönderseydi, şimdi seçemedikleri
gerçeği o zaman hiç seçemeyecekler, asla kesin bir hükme
varamayacaklardı.
Görüldüğü gibi yüce Allah, nasıl bir önceki
ayette Mekkeli müşriklerin kendi geleneğinin
işleyiş yöntemine ilişkin cahilliklerini ortaya
koydu ise şimdiki ayette de, yaratıklarının
belli bir kesimini oluşturan meleklerin özel yapılarına
ilişkin bilgisizliklerini ortaya koyuyor. Bunun
yanısıra onların hiçbir bilgiye, hiçbir
gerekçeye ve hiçbir delile dayanmayan inatçılıklarını
ve ayak direyişlerini de gözler önüne seriyor.
Üçüncü gerçek: Mekkeli
müşriklerin söz konusu önerilerini gündeme getirip
cevaplandıran bu ayetlerin bize düşündürdüğü
bir başka gerçek de, İslâm düşüncesi ile bu düşüncenin
dayanakları konusudur. Bu dayanaklardan biri, İslâm'ın
bize önce kavramamızı ve sonra kendileri ile
sağlıklı ilişkiler kurmamızı öğrettiği
kimi görünür ve kimi görünmez alemlerdir, varlık
kesimleridir. Bu görünmez, bilgimize kapalı varlık
kesimlerinden birini de melekler alemi oluşturur. İslâm,
meleklere inanmayı imanın dayanaklarından biri
saymıştır. Bu inanç olmadan insan mümin olamaz.
Bilindiği gibi mümin olabilmek için Allah'a, meleklere,
Allah'ın kitaplarına, peygamberlerine, Ahiret gününe,
iyi ve kötü tarafları ile kadere inanmak gerekir.
Bu tefsirin baş taraflarında Bakara suresinin
giriş bölümünde bu konuya değinmiştik. Orada söylediklerimiz
özetle şöyle idi: Gaybe, yani bilgimize kapalı olan
aleme inanmak, insanın hayatında büyük bir aşama
oluşturur. Çünkü bu olgu, insanın somut
algılarının dar çerçevesini aşarak
varolması ve düşünülmesi mümkün, fakat bilgimize
kapalı bir gayb aleminin bilincine ermesini simgeler. Buna göre
bu olgu, hiç kuşkusuz, somut hayvansal algılar düzeyinden
insana özgü soyut algılar düzeyine yükselen bir sıçrama
anlamına gelir. Buna karşılık bu alanı
insanın idrak mekanizmasına kapatmak, onu geri düzeye
düşürmek, aşağı konuma indirmektir.
İşte sadece somut algılara takılıp
kalmayı öneren materyalist düşünce akımlarının
"ilericilik" yaftası altında yapmak
istedikleri budur.
İnşaallah bu surenin ilerde karşımıza
çıkacak olan "Gayb'ın anahtarları O'nun
katındadır, onu yalnız O bilir." ayetini
incelerken "gayb" konusunu ayrıntılı biçimde
inceleyeceğiz. (En'am Suresi: 59) Şimdilik sadece bu
"gayb" aleminin bir kesimini oluşturan melekler
konusunda birkaç söz söylemek istiyoruz.
MELEKLERE İMAN
İslâm düşüncesinin bilgimize kapalı,
"gayb" alemine ilişkin görüşüne göre,
yüce Allah'ın kullarının bir kesimini
oluşturan ve "melek" adını
taşıyan bir varlık grubu vardır. Kur'an-ı
Kerim bize onların sıfatları hakkında bu düşünce
sisteminin gerektirdiği oranda ve onlarla
sağlıklı ilişkiler kurmamıza yetecek
kadar bilgi vermiştir.
Bu bilgilere göre melekler, yüce Allah'ın
yaratıklarının bir kesimini oluştururlar.
Allah'ın kulları olduklarına inanırlar, O'na
kayıtsız-şartsız itaat ederler. Ayrıca
Allah'a yakındırlar. Fakat bu nasıl ve ne tür bir
yakınlıktır? Bu konuda kesin bilgimiz yoktur.
Şimdi bize bu bilgileri veren ayetleri okuyoruz:
"Onlar "Rahman, evlât edindi' dediler. Haşa O böyle
bir şeyden münezzehtir. Tersine melekler onurlu kullardır.
Onlar Allah'dan önce söz söylemezler ve sırf O'nun emri
ile iş yaparlar.
Allah onların önlerindekini ve arkalarında
bıraktıklarını, yapacaklarını ve
yaptıklarını bilir. Onlar sadece Allah'ın
hoşnut olduğu kimselere şefaat ederler ve
Allah'ın korkusundan titrerler." (Enbiya Suresi: 26-28)
"O'nun katındakiler hiç büyüklük kompleksine kapılmaksızın
ve hiç bıkmaksızın
O'na ibadet ederler.
Gece-gündüz, hiç ara vermeksizin O'nu tesbih ederler."
( Enbiya suresi:
19-20)
Yine Kur'an'ın verdiği bilgilere göre melekler
Rahman olan Allah'ın Arşını taşırlar
ve Kıyamet günü bu Arşın çevresini kordon altına
alırlar. Okuyoruz:
"Arşı taşıyanlar ve onun
çevresindekiler Rabb'lerini övgü ile tesbih ederler, O'na inanırlar."
(Mümin Suresi: 7)
"Meleklerin, Arşın çevresini kuşatmış
olarak Rabb'lerini övgü ile tesbih ettiklerini görürsün.
İnsanlar arasında hakka uygun hükümler verilmiştir
ve bunun üzerine `Alemlerin Rabbine hamdolsun' denmiştir."
(Zümer Suresi: 75)
Melekler cennetin ve cehennemin bekçileri, kapı görevlileridirler.
Bu sıfatları ile cennetlikleri selâm ve dûa ile
cehennemlikleri azar ve tehditle karşılarlar. Okuyoruz:
"Kâfirler gruplar halinde cehenneme sevk edilirler.
Cehenneme vardıklarında kapıları açılır
ve cehennem bekçileri onlara `Size Allah'ın ayetlerini
okuyan ve bu günle karşılaşacağınızı
hatırlatan kendi içinizden peygamberler gelmemiş
miydi?' derler. Cehennemlikler `evet, geldiler' derler. Fakat azab
hükmü kâfirler için artık kesinleşti.
Onlara `Cehennem kapılarından içeri giriniz,
sürekli olarak orada kalacaksınız, büyüklük
taslayanların yeri ne kötüdür' denir.'
"Rabblerinin azabından sakınanlar gruplar
halinde cennete sevk edilir. Cennete vardıklarında
kapıları açılır ve cennet bekçileri onlara
`Selâm size tertemiz geldiniz, sürekli kalmak üzere içeri
giriniz' derler." (Zümer Suresi: 71-72)
"Biz cehennem görevlilerini sadece melekler arasından
belirledik." (Mudessir Suresi: 31)
Melekler dünyalılar ile değişik biçimlerde ilişki
kurarlar.
Meselâ yüce Allah'ın emri ile onların
koruyuculuğunu yaparlar, onları sürekli izlerler,
bütün davranışlarını yazıya geçirirler,
günleri gelince canlarını alırlar. Okuyalım:
"Allah, kulları üzerinde kesin egemendir. Size
koruyucu melekler gönderir. Sonunda birinize ölüm gelince
elçilerimiz hiçbir görev kusuru yapmaksızın onun
camı alırlar." (En'am Suresi: 61)
"İnsanı, önünde ve arkasından gözetleyen
melekler vardır, onu Allah'ın emri ile korurlar."
(Rad Suresi:11)
"İnsan bir söz söylemeye görsün, mutlaka yanı
başında onu gözetim altında tutan, söylediklerini
yazıya geçiren bir melek vardır." (Kaf Suresi: 18)
Bu arada melekler yüce Allah'ın vahyini Peygamberlere
iletirler. Bizzat yüce Allah'ın bize bildirdiğine göre
bu görevi yerine getiren melek, Cebrail'dir. Okuyalım:
"Allah, melekleri kendinden kaynaklanan bir ruh ile
dilediği kullarına göndererek onlara, `insanlara benden
başka ilâh olmadığını, buna göre bana
karşı gelmekten sakınmalarını
hatırlatınız' diye bildirir." (Nahl Suresi: 2)
"De ki; kim Cebrail'e düşman ise bilsin ki,
Allah'ın izni ile senin kalbine Kur'an-ı indiren
O'dur." (Bakara Suresi: 97)
Yine yüce Allah'ın verdiği tanıtıcı
bilgiye göre Cebrail "güç, etkinlik" sahibidir.
Peygamberimiz, onu melek kılığında sadece iki
kere gördü, oysa Cebrail vahiy indiriminin diğer
aşamalarında ona değişik kılıklarda
görünmüştü. Okuyoruz:
"Batmakta olan yıldız hakkı için, arkadaşınız
Muhammed ne sapıttı ve ne
de azıttı. O havadan konuşmuyor. Söyledikleri
kendisine indirilen bir vahiydir. Bu vahyi ona müthiş güçleri
olan etkinlik sahibi (Cebrail) öğretti; Cebrail yüce
ufuktayken doğruldu,
sonra yaklaştı, aşağıya sarktı,
öyle ki, Peygamberle araları iki yay aralığı
ya da daha yakın oldu.
O anda Allah dilediğini kuluna vahyetti. Onun gönlü,
gözünün gördüğünü yalanlamadı. Gördükleri hakkında
onunla tartışıyor musunuz?
O, Cebrail'i bir inişinde daha görmüştü, en
uçtaki ağacın (sidret-ül münteha'nın)
yanında, yanı başında Me'va cenneti
vardı, o sırada ağacı yaman bir şey bürümüştü!
Muhammed'in gözü ne başka tarafa kaydı ne de öteye
geçti. Gerçekten Rabbinin bazı büyük ayetlerini
gördü." ( Necm
Suresi:1-18)
Yine melekler, batıla ve tağuta karşı
verilen amansız savaşta müminlere moral vermek için,
yardım ve destek sağlamak için yere inerler. Okuyoruz:
"Rabbimiz Allah'tır" deyip de sonra bu
doğrultudan hiç şaşmayanlara
`korkmayınız, üzülmeyiniz, size vaadedilen cennetin
müjdesi ile sevininiz' diyerek mel ekler
iner." (Fussilet Suresi: 30)
"Hani sen müminlere `Allah'ın gökten indirilmiş
üç bin melekle yardım etmesi size yetmez mi?"
diyordun.
Evet, eğer siz sabreder ve Allah'dan korkarsanız, bu
arada onlar şimdi şu taraftan üzerine saldırırlarsa
Allah size beş bin nişanlı melekle yardım
eder.
Allah size bu yardımı sırf size müjde olsun, bu
sayede kalbleriniz yatışsın diye yaptı. Yoksa
zafer, sadece üstün iradeli ve hikmet sahibi olan Allah'dan
kaynaklanır." (Al-i İmran Suresi: 124-126)
"Hani Rabbin meleklere vahyetti ki; `Ben sizinle
beraberim, siz müminleri yüreklendiriniz, kâfirlerin kalblerine
korku salacağım, onların boyunlarına
boyunlarına vurunuz, teker teker parmaklarına darbeler
indiriniz." (Enfal Suresi: 11)
Yine Kur'an'ın verdiği bilgilere göre melekler,
müminlere çeşitli hizmetler yaparlar; Rabb'lerini tesbih
ederler, müminlerin günahlarını affetsin diye Allah'a
yalvarırlar, tıpkı sevdiği kimsenin durumu ile
yakından ilgilenen, sevecen bir dost gibi, müminler için
Allah'a dûa ederler. Okuyoruz:
"Arşı taşıyanlar ve çevresindekiler
Rabb'lerini övgü ile tesbih ederler. O'na inanırlar. Müminler
için af dileyerek şöyle yalvarırlar; `Senin rahmetin
ve bilgin her şeyi kapsamına alır, o halde tevbe
edip senin yoluna koyulanların günahlarını
affeyle, onları c ehennem
azabından koru.'
`Ey Rabbimiz, gerek kendilerini ve gerekse İslâh olmuş
atalarını, eşlerini ve soylarını onlara
vaad etmiş olduğun Adn cennetlerine yerleştir. Hiç
kuşkusuz sen üstün iradeli ve hikmet sahibisin'
`Onları kötülüklerden koru. O gün sen kimi
kötülüklerden korursan kendisine rahmet etmiş,
acımışsın demektir ki, büyük kurtuluş
işte budur." (Mümin Suresi: 7-9)
Yine bu Kur'an kaynaklı bilgilere göre melekler,
müminlerin canlarını alırken onlara cennete
gidecekleri müjdesini verirler. Ahirette de onları aynı
müjde ile karşılarlar ve cennette kendilerini selâmlarlar.
Okuyalım:
"Onlar, meleklerin canlarını
aldığı tertemiz kimselerdir, melekler onlara `selâm
size, işlediğinizin karşılığı
olarak cennete giriniz." (Nahl Suresi: 32)
"Gerek onları ve gerek ıslâh olmuş
atalarını, eşlerini ve soylarını Adn
cennetleri bekliyor, oraya girerler ve melekler her kapıdan
yanlarına girerek kendilerine `Sabretmenizin
karşılığı olarak selâm size, burası
ne kadar güzel bir dünya sonucudur!' derler." (Rad Suresi:
23-24)
Daha önce okuduğumuz bir ayette belirtildiği gibi
melekler, kâfirleri cehennemde azarla ve tehditle karşılarlar.
Hak uğruna verilen savaşlarda onlara karşı
çarpışırlar. Ayrıca onların
canlarını işkence ile, azarla ve horlayarak
alırlar. Okuyoruz:
"O zalimleri ölümün pençesinde çırpınırken
ve melekler ellerini uzatıp `Haydi verin
canınızı, Allah hakkında söylemiş
olduğunuz asılsız, yakışıksız sözlerden
ve O'nun ayetlerine karşı kibirlenmelerinizden
dolayı bu gün onur kırıcı bir azaba çarptırılacaksınız'
derlerken görmelisiniz." (En'am Suresi: 93)
"Fakat melekler, onların yüzlerine ve sırtlarına
vura vura canlarını alırken acaba halleri nice
olur?" (Muhammed Suresi: 27)
Melek-insan ilişkisi, insanların atası Hz.
Adem'in -selâm üzerine olsun- yaratıldığı günlere
kadar çıkar, sonra bu ilişki insan hayatının
enini-boyunu içerecek biçimde sürer ve az önce okuduğumuz
ayet örneklerinde söylediğimiz gibi, hayatın dünyadan
sonraki aşamasını da içerecek şekilde
uzayıp gider. Yaratılış aşamasındaki
insan-melek ilişkisi Kur'an'ın birkaç yerinde anlatılır.
Bunlardan biri Bakara suresinde yeralan aşağıdaki
ayetlerde karşımıza çıkar.
"Hani Rabbin meleklere `Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım' demişti. Melekler, `Ya Rabbi, sen yeryüzünde
kargaşalık çıkaracak, kanlar dökecek birini mi
yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor, tasdik
ediyoruz' dediler.
Allah meleklere `Ben sizin bilmediklerinizi bilirim' dedi.
Allah, Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra bütün
nesneleri meleklere göstererek
`Haydi eğer dâvanızda haklı iseniz, bunların
isimlerini bana söyleyiniz' dedi.
Melekler `Ya Rabbi, sen yücesin, bizim senin öğrettiklerinin
dışında hiçbir bilgimiz yoktur, hiç şüphesiz
sen her şeyi bilirsin ve bütün yaptıkların
yerindedir' dediler.
Allah, Adem'e `Ey Adem, bunlara o nesnelerin adlarını
bildir' dedi. Adem ,
meleklere bütün
nesnelerin adlarını bildirince Allah onlara `Ben size
dememiş miydim ki, göklerin ve yerin bütün gizliliklerini,
ayrıca açığa vurduğunuz ve gizli
tuttuğunuz bütün yönlerinizi bilirim' dedi.
Hani biz meleklere `Adem'e secde ediniz' dedik de hemen secde
ettiler. Yalnız İblis secde etmekten kaçındı,
kendini büyük gördü ve kâfirlerden oldu." (Bakara
Suresi: 30-34)
İnsanın hayatı ile bu yüce varlıklar
kesimi arasında ilişki kuran, insanın
hayatını bu yüce varlıklar kesimi ile bütünleştiren
insan düşüncesine, evrenin gerçeklerini kavrama girişimlerine,
insan bilincine, insanın psikolojik ve fikri aktivitesine
enginlik kazandırır. İslâm düşüncesi bu
enginliği müslümana sağlıyor. Kur'an müslümana
bu engin alanı, içerdiği görünür-somut alemle
bütünleşen, bilgimize kapalı "gayb" alemini
sunuyor.
Buna karşılık gerek bu melekler alemini ve
gerekse "gayb" aleminin tümünü "insan"ın
yüzüne kapamak isteyenler, insana en iğrenç kötülüğü
yapmak istiyorlar. Bunlar insanın alemini
sınırlı, somut algıların dar çerçevesi
içine kapatmak ve böylece insanı hayvanlar aleminin
kalıplarına hapsetmek istiyorlar. Oysa yüce Allah,
insanı düşünme gücü ile onurlandırdı.
İnsan bu güç sayesinde hayvanların
kavrayamadıklarını kavrayabilir, engin ve uçsuz-bucaksız
bir bilgi ve bilinç okyanusunda kulaç atabilir, aklı ile ve
kalbi ile bu tür bir alemin atmosferinde kanat çırpabilir,
tüm varlığı ile böyle bir ışık
denizinde yıkanıp şeffaflaşarak
arınabilir.
Araplar cahiliye dönemlerinde düşünce alanındaki bütün
yanılgılarına rağmen, bu konuda günümüzün
sözde "bilimsel" cahiliye uygarlığından
daha ileri düzeyde idi. Çünkü günümüzün sözde
"bilimsel" cahiliye uygarlığının
taraftarları "gayb" alemini tümü ile alaya alıyorlar,
böylesine bilgimize kapalı alemlerin
varlığına inanmayı bilimle bağdaşmaz
bir ilkellik, bilimle çelişik bir düşünce kısırlığı
sayıyorlar. Böylece "gayb" kavramını
terazinin bir kefesine ve "bilimselliği"
karşı kefesine koyuyorlar.
İlerdeki sayfalarımızda "Gayb'ın
anahtarları Allah'ın katındadır, onu
yalnız O bilir" ayetini incelerken gerek bilimsel ve
gerekse dini her türlü dayanaktan yoksun olan bu iddiayı
enine boyuna tartışacağız. Şimdilik
sadece melekler konusuna ilişkin bu kısa açıklama
ile yetiniyoruz.
Bu sözlerimizi bağlarken "bilimsel"
akılcılığın yaygaracılarına
soruyoruz: "Melek" adlı bu varlık kesimini kökünden
yok saymalarını, bu kavramı ve bu varlık
kategorisini düşünce ve inanç çerçevesinden uzaklaştırmalarını
gerektiren ve kaçınılmaz kılan kesin bilimsel
delilleri var mı ellerinde?
Onların bilimleri, başka bir gezegende dünyadakinden
farklı bir hayat türünün varolabileceğini; elementsel
bileşimi, yapısal oluşumu ve diğer
şartları yeryüzü atmosferinden farklı atmosferli
bir gezegende bilmediğimiz türden bir "canlılık"
olgusunun bulunabileceğini kabul eder, en azından böyle
bir ihtimali reddetmez. Böyleyken bu adamlar, yokluğunu
kanıtlayacak bir tek delilleri olmadığı halde
sözünü ettiğimiz "gayb" alemlerinin
varlığını, hem de kesin bir dille, nasıl
inkâr edebiliyorlar?
Biz onları inanç sistemimizin kriterlerine göre ya da
yüce Allah'ın sözlerine göre değil, ilâh yerine
koyup tapındıkları "bilimlerine" göre
yargılıyoruz. Bu yargılama sonucunda onları bu
"bilim-dışı" inkârcılığa
sürükleyen tek faktörün hiçbir bilimsel kanıta dayanma
gereğini duymayan bencillikleri ve
şımarıklıkları olduğunu görüyoruz.
Bu koyu inkârcılığı savunurken tek söyledikleri
şey, bu alemlerin "gayb" kapsamına girmeleri
ve bilgimize kapalı olmalarıdır. Oysa ilerde bu
meseleyi tartışırken göreceğiz ki,
onların inkâr ettikleri "gayb" kategorisi,
ellerimiz ile dokunup gözlerimizle görebildiğimiz somut
varlıklar dünyasında bile çağdaş
"bilim"in varlığını ve
etkinliğini kesinlikle onayladığı tek
realitedir.
ALAYCILARIN VE YALANCILARIN SONU
Ayetler selinin bu dalgası, peygamberleri alaya
alanların başlarına gelenleri sunarak, yüce Allah'ın
ayetlerini yalanlayanları tarihteki
yoldaşlarının toplu-kırım
sahnelerini
incelemeye çağırarak, bu alaycılara ve
yalanlayıcılara ilişkin ilâhî geleneğin
somut tanığı olan bu toplu-kırım
sahnelerini görmek
üzere yeryüzünü gezmeye özendirerek sona eriyor. Okuyalım:
|
|
O |
|
O |
|