O |
|
O |
|
4- Oysa kâfirler kendilerine Rabblerinden gelen her ayete yüz
çevirirler.
5- Nitekim onlar kendilerine gelen gerçeği, Kur'an'ı
derhal yalanladılar. Fakat alay konusu ettikleri gerçeklerin
haberleri ilerde kendilerine gelecektir.
6- Onlardan önceki nice kuşakları yok
ettiğimizi görmediler mi? Oysa o kuşaklara size
vermemiş olduğumuz derecede geniş yerleşme ve
yaşama imkânları vermiş, yurtlarına gökten
bol yağmurlar yağdırmış, ayakları
altından nehirler akıtmıştık. Fakat
işledikleri günahlar yüzünden onları yok ederek
arkalarından başka kuşaklar yarattık.
Kâfirlerin takındıkları bu sırt çevirici
tutumun sebebi inatçılık ve ayak diremedir. Yoksa
onların eksikleri, ne iman etmeyi özendiren ayetler, ne bu
çağrının ve bu çağrının
bayraktarının doğruluğunu kanıtlayan
belirtiler ve ne de inanmaya ve teslim olmaya çağrıldıkları
ilâhlık gerçeğini, çağrının ve çağrı
bayraktarının ötesinde dile getiren yalın
kanıtlardır. Onların eksiği bunlar
değildir. Onlarda bulunmayan şey, gerçeği kabul
etme isteğidir. İnatçılık ve ayak direyicilik
onları gerçeği kabul etmekten alıkoyuyor. Gerçeğe
sırt dönme tutumu da gerçeği görmelerini ve araştırmalarını
engelliyor. Tekrarlayalım:
"Oysa kâfirler, kendilerine Rabblerinden gelen her ayete
yüz çevirirler."
Durum böyle olunca, yani delillerin bolluğuna, belgelerin
ardarda gelmesine ve apaçık gerçeklerin ortada olmasına
rağmen inatçı ve maksatlı bir "yüz çevirme"
tutumu karşısında kalınınca
seslendirilecek bir "enseden yakalama" tehdidi,
fıtratın gözeneklerini açan, bu gözeneklerdeki
büyüklenme ve inat pasını silen bir sarsıntı,
bir şok meydana getirebilir. Okuyalım:
"Nitekim onlar kendilerine gelen gerçeği,
Kur'an'ı derhal yalanladılar. Fakat alay konusu
ettikleri gerçeklerin haberleri ile rde
kendilerine gelecektir."
Bu Kur'an, göklerin ve yerin yaratıcısı,
karanlıkların ve aydınlığın var
edicisi, insanın çamurdan yaratıcısı,
insanların gizli-açık yönlerini ve bütün davranışlarını
bilen, göklerin ve yerin ortak ilâhî katından geldi. O gerçektir,
fakat onlar onu yalanladılar. Bu yalanlamalarında
ısrar ediyorlar, ayetlerine dönüp bakmaya yanaşmıyorlar,
ona inanmalarını isteyen çağrıyı alaya
alıyorlar. O halde alay konusu ettikleri gerçeklerin kesin
haberleri ile yüzyüze gelecekleri günü beklesinler.
Ayet, kâfirleri belirsiz, üstü kapalı bir tehdit
karşısında bırakıyor. Onlar bu tehdidin içeriğini
ve ne zaman gerçekleşeceğini bilmiyorlar. Böylece alay
konusu ettikleri gerçeklere ilişkin haberler ile her an yüzyüze
gelme ihtimali karşısında
bırakılıyorlar. Beklenen, meçhul azap gelip çatınca
gerçeğin ne olduğunu açıkça göreceklerdir.
Bu tehdit pozisyonunda kafaları, kalbleri,
bakışları ve sinirleri kendilerinden önce yaşamış
gerçek yalanlayıcılarının toplu
kırım sahnelerine çevriliyor. Onlar bu toplu-kırım
olaylarının bir bölümünü, meselâ kum fırtınası
alımda helâk edilen Ad kavmi ile taş yağmuru
altında yok edilen Semud kavminin başlarına gelen
felâketlerden haberdardılar. Bu felâketlerin izleri ve kalıntıları
oldukları gibi duruyordu. Araplar Yarımada'nın güneyine
doğru yaptıkları yaz ve kuzeyine doğru
yaptıkları kış gezilerinde bu
kalıntıları yakından görme fırsatı
buluyorlardı. Ayrıca Lût kavminin alt-üst edilmiş
köylerinin yakınlarından da geçtikleri oluyor ve o
köylerin çevresinde yaşayanların dilden dile
yaydıkları felâket hikâyelerini öğrenebiliyorlardı.
İşte şu ayet, onların dikkatlerini, bir bölümü
yakın çevrelerinde bulunan bu toplu-kırım
sahnelerine çekiyor. Okuyoruz:
"Onlardan önceki nice kuşakları yok
ettiğimizi görmediler mi? Oysa o kuşaklara size
vermemiş olduğumuz derecede geniş yerleşme ve
yaşama imkânları vermiş, yurtlarına gökten
bol yağmurlar yağdırmış, ayakları
altından nehirler akıtmıştık.
Fakat işledikleri günâhlar yüzünden onları yok
ederek arkalarından başka kuşaklar yarattık ."
TARİH YORUMU
Bu kafirler geçmiş dönemlerde yaşayan insan
kuşaklarının toplu-kırım sahnelerinin
kalıntılarım görmüyorlar mı? Yüce Allah bu
toplu-kırıma uğramış kuşaklara, Arap
Yarımadası üzerinde bu ayetin muhatapları olan
Kureyş'lilere verdiğinden daha ileri düzeyde egemenlik,
maddi güç ve siyasi otorite vermişti. Yurtlarına sürekli
yağmurlar yağdırmış, onun
aracılığı ile hayatlarına verimlilik,
gelişme ve geçim bolluğu sunmuştu.
Sonra ne oldu? Bu başı dik ve müreffeh toplumlar
Rabblerinin buyruklarına karşı geldiler. Bunun
üzerine yüce Allah onları günahlarının hak
ettiği cezaya çarptırdı ve arkalarından
başka bir kuşak yarattı, bu kuşak onların
yerini aldı. Onların göçüp gidişleri yerlerin hiç
umurlarında değil! Çünkü bu yerlere başka bir
toplum sahip oluverdi. Gerçeği yalanlayan, gerçeğin
mesajına göz atmaya bile tenezzül etmeyen o güçlüler, o
egemenler, aslında ne kadar zavallıdırlar! Gerek yüce
Allah karşısında ve gerekse çizmeleri altında
titrettiklerini sandıkları yurtlarının
toprakları karşısında ne kadar zavallı ve
ne kadar önemsizdirler! İşte helâk olup gittiler.
Yokluğun karanlığına gömüldüler. Fakat yaşadıkları
topraklar onların yokluğunu ve boşluğunu
hissetmedi. Çünkü aynı topraklar başka bir
kuşağın kalkındırma-geliştirme
faaliyetlerine sahne oldu. O eski yerliler sanki hiç yaşamamışlar
gibi dünya dönmeye devam etti, hayat geleneksel akışını
sürdürdü!
Yüce Allah'ın yeryüzünde imkânlar sunduğu
kimseler bu gerçeği unutuverirler. Onlar ellerindeki imkânların
Allah'ın dileği ile gerçekleştiğini,
kendilerinin bu imkânlar aracılığı ile
sınavdan geçirildiklerini akıllarından çıkarıverirler.
Oysa onlara bu imkânları bağışlayan yüce
Allah, kendilerini sürekli olarak gözetliyor. Acaba bu imkânlar
ortasında yüce Allah'a vermiş oldukları sözü
tutacaklar, O'nun koştuğu şarta uyacaklar mı?
Yani yüce Allah'a hiçbir ortak koşmaksızın,
sırf O'na kulluk sunacaklar, yaşama sistemlerinin
kaynağını sadece O'nun mesajlarına
dayandıracaklar mı? Çünkü ellerindeki mülkün,
egemenliğin asıl sahibi O'dur, onlar bu mülkün ve
egemenliğin emanetçileridirler. Yoksa toplumlarının
başında birer tağut, birer zorba kesilip ilâhlığın
yetkileri ve özellikleri üzerinde hak mı iddia edecekler.
Emanetçisi oldukları bir mülk üzerinde mülk sahibi imişler
gibi serbest tasarruflara mı girişecekler?
Bu gerçeği, yüce Allah'ın
kayırdıkları dışında kalan kimseler
genellikle unuturlar. Unutunca da yüce Allah'a vermiş
oldukları sözü, O'nun koyduğu halifelik, emanetçilik
şartını çiğnemiş olurlar. Yüce Allah'ın
değişmez geleneğine aykırı düşerler.
Bu sapmanın sonuçlarını işin
başında fark edemezler. Onlar
umursamazlıklarının deryasında kulaç atarken,
kötülüklerinin yol açtığı çürüme süreci
yavaş yavaş ilerleyip yayılır. Sonunda yüce
Allah'ın tanıdığı sürenin dolduğu
ve vaadinin gerçekleşeceği nokta gelip çatar.
Bu noktadan sonra olabilecek olanlar farklıdır. Kimi
zaman yüce Allah, bu kimseleri toptan yok etme cezasına
çarptırır. Bu azap onlara ya "başları
üzerinden ya da ayakları altından" yani ya gökten
inen ya da yerden kaynaklanan bir afet biçiminde gelir. Nitekim
bazı toplumlar bu tür afetler sonunda yok olmuşlardır.
Kimi zaman Allah onları kıtlıklara, ürün ve insan
kayıplarına uğratır. Tarihte bu tür cezalandırmaya
uğrayan milletlerin birçok örnekleri vardır. Kimi
zaman yüce Allah bu kimseleri birbirlerinin eli ile cezalandırır.
Bu yolla cezalandırılanlar bazan birbirlerine
işkence çektirirler, bazan birbirlerini kırarlar, bazan
birbirlerini baskı altında inletirler, bazan
birbirlerinden korkuya kapılırlar; hiçbir taraf güven
bulamaz olur. Böylece sonunda iç-çöküntüye uğrayarak
dışa karşı zayıf düşerler. O zaman
da Allah, başlarına başkalarını belâ
eder. Bu "başkaları" Allah'a itaatkâr
kimseler olabilecekleri gibi Allah'a asi kimseler de olabilir.
Bunlar başlarına çöreklendikleri eski
şımarıkların burunlarını
kırarlar, ellerinden iktidarlarını ve imkânlarını
çekip alırlar.
Sonra yüce Allah bu toprakların egemenliğini yeni
kullarının eline verir, halifelik emanetini onların
omuzlarına yükler; onları da ellerine verdiği
iktidar ve imkânlar aracılığı ile
sınavdan geçirir. Böylece O'nun geleneği tarihin
akışı içindeki sürekli fonksiyonunu yürütür.
Bunun bir ilâhi gelenek olduğunun bilincinde olanlar, bunun
bir sınav süreci olduğunu akıllarından çıkarmayarak
yüce Allah'a verdikleri söze uygun davrananlar, O'nun omuzlarına
yüklediği halifelik emanetine ihanet etmekten kaçınanlar
sonunda mutluluğu yakalarlar. Buna karşılık bu
gerçek karşısında umursamaz bir tavır
takınarak ellerindeki iktidarı ve imkânları kendi
bilgileri ya da kurnazlıklarının sonucu olarak
kazandıklarını sananlar ya da bu iktidarın ve
imkânların amaçsız olarak, rastgele bir şekilde
ellerine düştüğü vehmine kapılanlar, sonunda
bedbahtlığa uğrarlar!
Azgın günahkârların, şımarık
bozguncuların, Allah'ı tanımaz kâfirlerin
yeryüzünde mevki ve maddi güç sahibi olduklarını görmek,
insanları aldatıyor, yanılgıya düşürüyor.
Fakat insanlar sabırsızlığa
kapılıyorlar, aceleciliğe düşüyorlar. Onlar
yolun başını ya da ortalarını görebiliyorlar,
sonunu göremiyorlar. Çünkü yolun sonu ancak gelip çatınca
görülebiliyor! Bu yolun sonu tarihin karanlığına
gömülen toplu-kırım sahnelerinde görülüyor. Doğallıkla
her şey olup bittikten ve bu felâketlerin kurbanları
birer tarihi olaya dönüştükten sonra Kur'an-ı Kerim,
dikkatleri bu toplu-kırım sahnelerine çekiyor. Bunu, kısa
süreli kişisel ömürleri zarfında yolun sonunu göremedikleri
için, aldanarak bu süre içinde görebildiklerini yolun sonu
sananları uyarmak amacı ile yapıyor.
Bu ayette geçen "İşledikleri
günahlar yüzünden onları yok ettik" ifadesi
ve bu ifadenin birçok surede sık sık tekrarlanan
benzerleri bir gerçeği anlatır, bir ilâhi geleneği
yansıtır, tarih olaylarına ilişkin İslâmcı
yorumun bir bölümünü ortaya koyar.
Bu ifadelerin anlattıkları ortak gerçek şudur:
Günahlar, sahiplerinin yok olmalarına yol açar ve günahları
gerekçesi ile onları yok eden yüce Allah'ın bizzat
kendisidir. Bu ilâhi gelenek sürekli biçimde hükmünü
yürütür. Gerçi herhangi bir fert, kısa ömrünün sınırları
içinde ya da herhangi bir kuşak, kendi
sınırlı yaşama dönemi içinde bu gerçeğin
somut sonuçlarını görmeyebilir. Fakat bu gerçek,
toplumlarında günahların yaygınlaşmasına
meydan veren, hayatlarını günahlara dayandıran
milletlerin sonuçları ile yüzyüze gelmek zorunda kaldıkları
bir ilâhi gelenektir. Bu gerçek aynı zamanda tarihin
olaylarına ilişkin İslâmî yorumun da bir
bölümünü oluşturur. Toplumlarda bazı
kuşakların yok olup yerlerini başka
kuşakların almasının temel sebeplerinden biri,
günahların milletlerin yapısında meydana
getirdiği etkidir. Bu günahların toplumlarda yok olmaya
yol açan şartları hazırlamasıdır. Bu yok
oluş; ya tarihin eski dönemlerinde olduğu gibi, sürpriz
bir felâket aracılığı ile gerçekleşir,
ya da için için işleyen bir iç yozlaşma yolu ile
meydana gelir. Bu yozlaşma, günahların dalgaları
arasında bilinçsiz bir çırpınışla kulaç
atan milletlerin bünyesini zaman içinde kemirerek çözülmeye
götürür.
Yakın tarihin gelişmeleri bu konuda bize -kısmen
de olsa- yeterli kanıtlar sunuyor; ahlâk yapısındaki
çözülmenin, yaygın kadın çıplaklığının,
dişiyi baştan çıkarma ve süs aracı yerine
koymanın, lüks tüketimin, şımarık
savurganlığın, oyun ve eğlence içinde insanın
kendini kaybetmesinin toplumsal etkilerini somut belirtiler
halinde görebiliyoruz. Bu sosyal bunalım belirtileri,
tarihin karanlığına gömülmüş eski Yunan ve
Roma toplumlarının bazı yıkılış
sebeplerini öğrenmemizi sağladığı gibi,
bazı çağdaş milletlerin ilk aşaması açıkça
ortaya çıkan ve son aşamasının göstergeleri
ufuğa yansıyan gelecekteki çöküşlerini de
şimdiden görmemizi sağlıyor. Meselâ İngiliz
ve Fransız milletleri gibi. Bu milletlerin görünürde
güçlü ve alabildiğine zengin olmaları bu tedrici
çürümenin getireceği yıkımı
önleyemeyecektir.
MATERYALİST TARİH
Materyalist tarih yorumu milletlerin geçmiş dönemlerini
ve tarihin olaylarını açıklamaya çalışırken
bu faktörün payını tamamen yok sayar. Çünkü onun
bakış açısı, ilke olarak ahlâk unsurunu ve
bu unsurun dayanağı olan manevi inanç etkenini sosyal
hayattan uzaklaştırmayı öngörür. Fakat bu akım,
geçmişin bazı olaylarını ve insanlık
tarihinin bazı dönemlerini yorumlamaya çalışırken
gülünç demagojilere başvurmak zorunda kalır. Çünkü
söz konusu tarihi dönemleri ve geçmiş olayları, inanç
temeline dayanmaksızın doğru yorumlamak mümkün değildir.
İslâm'ın tarihi yorumuna gelince bu yorum geniş
kapsamlı, ciddi, dürüst ve objektifdir. Bu yorum, maddeci
tarih yorumun ileri sürdüğü; her gelişmenin tek
sebebi olarak maddi unsurların sosyal olaylar üzerindeki
etkisini göz ardı etmez; yaptığı tek
şey, bu tür faktörlere sosyal hayatta hak ettikleri yeri
vermekten ibarettir. Bu yorum aynı zamanda, objektif gerçekleri
kör bir inatçılıkla görmezlikten gelenlerden başka
hiç kimsenin inkâr edemeyeceği etken unsurları da ön
plâna çıkarır. Meselâ evrendeki her gelişmenin
ardında saklı duran ilâhi takdire parmak basar. Meselâ
insanların vicdanlarında, duygularında, inançlarında
ve düşüncelerinde meydana gelen iç değişikliklere
dikkatleri çeker. Meselâ yine insanların pratik tutum ve
davranışlarının, ahlâk yapılarının
sosyal olayların gelişimindeki rolünü vurgular. Kısacası
yüce Allah'ın, sosyal hayata ilişkin geleneğinin
işlemesine vesile olan hiçbir faktörün rolünü göz ardı
etmez.
Daha sonra gelen ayette, gerçeklere yüz çevirmeye yol açan
inatçı karakter tanıtılıyor. Bu
tanıtım sırasında insanı hayrete düşüren
acayip bir karakter tipi çiziliyor. Bu karakter acayiptir, ama
pratikteki örnekleri çoktur. İnsan bu örneklere her
dönemde, her ortamda ve her kuşakta sık sık
rastlar. Bu karakter kendini beğenmiş insanın
karakteridir. Gerçek, gözünün içine girse bile onu görmeye
yanaşmaz bir insan tipidir bu. O hiç kimsenin inkâr etmeye
kalkışamayacağı, herkesin inkâr etmekten
utanacağı, yüzün kızaracağı derecede açık
olan gerçekleri bile gözünü kırpmadan inkâr eder.
Kur'an, o harikulâde derecede orijinal, veciz, hem düz anlatımda
hem de tasvirde başarılı üslubu ile bu karakter
tipini birkaç kelimede somut biçimde canlandırıyor.
Okuyalım:
|
|
O |
|
O |
|