Göklerin ve yerin yaratıcısı, bu göklerin ve
yerin ilâhı olan Allah'dır. Her ikisinin ilâhlığı
tek başına O'nun tekelindedir. Allah'ın
koyduğu yasal sisteme boyun eğmek ve sadece O'nun emrine
uymak gibi ilâhlığın gerekli
kıldığı bütün sonuçlar göklerde ve yerde
gerçekleşmiştir. Bu durum insan hayatında da böyle
olmalıdır.
Yüce Allah gökleri ve yeri nasıl yarattı ise
insanı da öyle yarattı. İnsan temel yapı
bakımından yerin çamurundan yaratılmıştır.
Bunun yanısıra insan olmasını sağlayan
özellikler sayesinde insan haline gelmiştir ki, bu
özelliklerin bağışlayıcısı yüce
Allah'dır. İnsan biyolojik yapısı itibarı
ile, istese de istemese de yüce Allah'ın koyduğu
evrensel yasalara boyun eğer. İlk başta
yaratılması, varolması ne kendi isteğinin ve
ne de ana-babasının dileğinin sonucudur. "Yüce
Allah'ın dileğinin sonucudur. Ana-babası
aralarında birleşirler, ama birleşmelerinin
ürünü olarak cenin var edemezler. Canlı bir embiryo'ya
varoluş kazandırmazlar. İnsan, yüce Allah'ın
koyduğu gebelik süresini ve doğum
şartlarını düzenleyen evrensel kanunlar uyarınca
doğar. insan, yüce Allah'ın yarattığı
şu havayı, yine yüce Allah tarafından belirlenen
şu sentetik yapısına ve gaz oranlarına
bağlı olarak teneffüs eder. Çünkü insanın
soluyacağı havanın bileşimini ve
miktarını belirleyen O'dur. İnsan kendi iradesi ve
tercihi dışında, yüce Allah'ın
yarattığı evrensel kanunlar uyarınca hisseder,
acı duyar, acıkır, susar, yer, içer, kısacası
yaşar. İnsanın bu bakımdan durumu göklerin ve
yerin durumu gibidir, onlar ile aynı evrensel kanunlara
bağlıdır.
Yüce Allah insanın gizli-açık her yönünü, hayatı
boyunca yaptığı gizli-açık her hareketi bilir.
Buna göre insan için en çıkar yol, en ideal tutum
şudur: Hayatının serbest iradesine dayalı bölümüne
ilişkin ilâhi yasalara da uymalı; yani inanç
sisteminde de, değer yargılarında da ve
hayatının pratiğini düzenleyen gelenek ve
uygulamalarında da yüce Allah'ın koyduğu
yasaları benimsemelidir. Eğer böyle yaparsa, evrensel
ilâhi yasalara göre işleyen fıtrî hayatı ile
yine Allah'ın şeriatine göre düzenlenen serbest
iradesine dayalı kazanılmış hayatı
birbiri ile bağdaşır, bu iki kesim birbirine ters düşmez,
aralarında çatışma çıkmaz; hayatı biri
ilâhi ve öbürü insan ürünü olan iki yasal sistem arasında,
iki farklı ve bağdaşmaz hukuk düzeni arasında
bölünmez, parçalanmaz.
YARATILIŞ VE HAYAT
Surenin hemen başında önümüze çıkan bu iki kütleli
dalga, insan kalbine, insan aklına dış dünyada ve
insanın iç aleminde somut ifadeye kavuşan "yaratma"
ve "hayat verme" kanıtları ile sesleniyor.
Fakat bu iki realitenin insan idrakine yönelttiği
sesleniş ne diyalektik ne teolojik ve ne de felsefî yöntemi
kullanıyor. Bu seslenişle insan fıtratını
uyarma, ona mesaj iletme metodunu kullanıyor. insan
fıtratını yaratmanın ve can vermenin somut
hareketi, çekip çevirmenin ve üstün egemenliğin somut
hareketi ile yüzyüze getiriliyor. Bu yüzyüze getirmeyi
diyalektikçi bir tartışma ile değil, ikna edici
bir anlatma yöntemi ile, ilâhi anlatımdan kaynaklanan kesin
bilginin gücüne dayanarak, kendisine anlatılanları gördükleri
ile doğrulayan fıtratın dolaysız
tanıklığı ile gerçekleştiriyor.
Gökler ile yeryüzünün varoluşu birer objektif
realitedir, bunların belirli bir düzene göre
yönetildikleri de açık bir gerçektir. Bunun yanısıra
başta insan hayatı olmak üzere bütün canlıları
kapsayan bir canlılık olgusu ile karşı
karşıyayız. Belirli bir noktada ortaya çıkan
bu olgu, gördüğümüz şu çizgi boyunca gelişiyor:
Bu iki realite insan fıtratını gerçekle yüzyüze
getiriyor, ona yüce Allah'ın birliğine ilişkin
kesin bir mesaj iletiyor.
Zaten yüce Allah'ın birliği bu surenin tümünün,
hatta bütün Kur'an'ın anlatmak istediği temel ilkedir.
Kur'an'ın ana meselesi "Allah'ın
varlığı"m kanıtlamak değildir.
Çünkü tarih boyunca karşı karşıya
kalınan temel problem, Allah'ın varlığına
inanmamak olmamıştır. Allah'ı gerçek
nitelikleri ile gerçek anlamda tanımamak olmuştur.
Bu surenin muhatapları olan müşrik Araplar,
Allah'ın varlığını kökten inkâr
etmiyorlardı. Tersine Allah'ın
varlığını,
yaratıcılığını, rızık
verici, mülk egemenlik sahibi, hayat veren ve dirilten bir güç
kaynağı olduğunu kabul ediyorlardı.
Kur'an-ı Kerim onlarla tartışırken,
onların sözlerini bize aktarırken, onların bu
inancı taşıdıklarını, yüce Allah'a
ait sıfatların birçoğunu
onayladıklarını açıkça belirtiyor. Fakat
onların sapıklıklarının ve müşriklikle
damgalanmalarının sebebi şu idi: Onlar bu inançlarının
gerektirdiği sonucu onaylamaktan kaçınıyorlardı.
Bu inançlarına göre her işlerinde, her meselelerinde yüce
Allah'ın ortaksız hakemliğine
başvurmaları, pratik hayatlarının yönlendirilmesinde
O'na koşulan bütün ortakları reddetmeleri, sadece
Allah'ın şeriatını yasa edinmeleri,
hayatın herhangi bir alamı Allah'dan
başkasının egemenliğine devretme
girişimine ilke olarak karşı çıkmaları
gerekirdi.
İşte o günkü Araplar, bu yüzden müşriklikle
damgalanmışlar, yüce Allah'ın
varlığını ve saydığımız
sıfatları taşıdığını kabul
etmelerine rağmen, kâfir diye adlandırılmışlardır.
Oysa onların yüce Allah'ın yaratıcı,
rızık verici, malik ve egemen olduğu inançları,
hayatları ile ilgili her olayda da O'nun egemenliğini
kabul etmelerini gerektiriyordu.
Bu surenin başında onlara, yüce Allah'ın
evrenin ve insanın yaratıcısı olduğu,
evreni ve insanın gelişimini her adımda yönlendirdiği,
insanların gizli-açık bütün yönlerini, bütün eylem
ve davranışlarını bilgisi ile
kuşattığı bildiriliyor. Bu bilgi, onlara
şu kaçınılmaz yükümlülüğü yükleyen bir
ön birikim niteliğini taşır: Surenin ana eksenini
ve yöntemini anlatan kısa tanıtım
yazısında belirttiğimiz gibi, onlar bu bilginin
ışığında yüce Allah'ın egemenlikte
ve yasa koymada ortaksız egemen olduğunu kabul etmek
zorundadırlar.
"Yaratıcılık" ve "can vericilik"
kanıtları, eski çağların müşriklerine
karşı koyup onlara yüce Allah'ın birliğini ve
kayıtsız egemenliğini anlatmaya elverişli
olduğu gibi, yüce Allah'ın
varlığını kökten inkâr eden modern
cahiliyenin iğrenç saplantılarına da
karşı koymaya elverişlidir.
Gerçekten günümüzde Allah'ın
varlığını kökten inkâr eden ateistlerin
söylediklerine inanıp inanmadıkları konusunda
yoğun kuşkular vardır. Bu iğrenç saplantının
başlangıcında hıristiyan kilisesine
karşı bir manevra olarak ortaya çıkmış
olması ve sonradan yahudiler tarafından
insanlığın temel dayanağını
yıkmak amacı güden bir silâh olarak kullanılmış
olması güçlü bir ihtimaldir.
"Siyon Protokolleri" adlı belgelerde itiraf
ettikleri bu muhtemel hesaplara göre, yeryüzünde kendileri dışında
başka inançlara dayanan hiçbir toplum kalmayacak, böylece
de inanç bunalımına düşüp çökecek olan insanlık
kolayca kendilerinin egemenlikleri altına düşecekti.
Çünkü inanç sisteminin sağladığı güç
kaynağına sadece onlar sahip olacaklardı.
Yahudi tuzaklarının, siyonist komploların çapı
ne kadar geniş olursa olsun bunlar insan
fıtratını, kıvrımlarının en
kuytu bucaklarında Allah'ın varlığı
inancını taşıyan insan
fıtratını yenilgiye uğratamazlar. Gerçi bu fıtrat
yüce Allah'ın sıfatlarını gerçek anlamları
ile tanıma hususunda başarısız kalabiliyor,
ayrıca insan hayatı üzerinde Allah'ın kesin
egemenliğini tanımazlıktan gelerek
sapıklığa düşüyor ve bu yüzden kâfirlikle,
müşriklikle damgalanmayı hak ediyor. Ama temelde
Allah'ın varlığına inanmaktan da geri
kalmıyor. Fakat fıtratları yozlaşan,
doğuştan getirdikleri algılama ve
karşılık verme cihazları dumura uğrayan,
iletişim aygıtları işlemez hale gelen
bazı insanlar vardır. işte insan
vicdanının derinliklerinde kök salan Allah inancını
silmeyi amaçlayan yahudi plânları, sadece bu tür vicdanlar
üzerinde başarıya ulaşabilir. Fakat bu tür fıtri
duyarlığı dumura uğramış vicdanlar,
insanlık camiası içinde her zaman kural dışı,
küçük bir azınlık olarak kalacaktır.
Günümüzün gerçek ateistler, Allah tanımazlar, tüm
yeryüzünde birkaç milyonu aşmaz. Bunlar Rusya ve Çin gibi
komünist ülkelerde yaşayan, ülkelerinde iktidarda bulunan
ateist rejimlerin eli süngülü diktatörlükleri altında
inleyen yüzmilyonlarca insan arasında bile
azınlıkta kalan bir avuçluk bir kitledir. Bu ülkelerde
kırk yıldan beri insanları Allah inancından
tamamen arındırmak için harcanan sürekli çabalara, yoğun
eğitim ve propaganda faaliyetlerine rağmen
varılabilen nokta ancak bu olabilmiştir.
Fakat yahudinin başarısı başka bir alanda
gerçekleşebilir. Bu alan dini, sırf duygulara ve ibadet
şekillerine dönüştürme, indirgeme alanıdır.
Bu alanda başarılı olabilirlerse insanlara
hayatlarını düzenleyici yasaları, Allah
dışında başka ilâhların koymasına
razı olmalarına rağmen yine de Allah'a
inanmışlıklarını sürdürebilecekleri
vehmini aşılayacaklar ve böylece halâ Allah'a inandıklarını
zannederek tüm insanları fiili yıkıma
uğratabileceklerdir.
Yahudiler bu sinsi plânları ile her dinden önce İslâm'ı
hedef seçiyorlar. Çünkü onlar tüm tarihlerinin birikiminden
şunu öğrenmişlerdir. Kendilerini yenilgiye
uğratacak tek güç, hayata egemen olmak şartı ile
İslâm'dır. Buna karşılık eğer müslümanlar
dinlerini hayatlarına egemen kılmazlarsa, istedikleri
kadar Allah'a inanan müminler olduklarını sanmaya devam
etsinler, yahudilere yenik düşmeye mahkûm olurlar.
İnsanların hayatında varolmayan dinin yine de
varolabileceğine inanan bu zehirli saplantı, o sözünü
ettiğimiz yahudi komplosunun başarısını
kaçınılmaz kılar. Kurtuluş çaresi yüce
Allah'ın izni ile müslümanların bu gafletten
uyanmalarıdır.
Allah bilir, ama benim görüşüme göre gerek siyonist
yahudiler ve gerekse haçlı hıristiyanlar
Afrika'nın, Asya'nın ve Avrupa'nın geniş
alanlarında kök salmış olan bu dinin
bağlılarını, materyalist ideolojiler
aracılığı ile ateistliğe sürüklemekten,
müslümanların kalblerindeki Allah inancını
tamamen söküp atmaktan umut kesmişlerdir. Tıpkı
bunun gibi, müslümanları gerek misyonerlik faaliyetleri
aracılığı ile ve gerekse emperyalist
baskılar altında başka bir dine döndürmekten de
umutlarını kesmişlerdir. Çünkü bizzat insan fıtratı,
değil İslâm inancı altında, putperestlik
inancı altında bile ateistliği tiksinti ile
reddetmektedir. Bunun yanısıra hiçbir din, İslâm'ı
tanımış, hatta onun sadece mirasçısı
olabilmiş bir kalbi pençesi altına almaya cüret bile
edemez.
Allah bilir ama, kişisel kanaatime göre siyonist
yahudiler ve haçlı hıristiyanlar bu ümitsizliğin
sonucu olarak komünist ideoloji ya da misyonerlik faaliyeti aracılığı
ile bu dine açıkça karşı çıkma yönteminden
vazgeçerek, bunun yerine daha iğrenç, daha sinsi yollara başvurmuşlardır.
Bu daha sinsi ve aldatıcı, tuzaklı yollardan biri
İslâm ülkelerinin başına kendilerine
bağımlı rejimler, ajan yönetimler getirme yoludur.
Bu rejimlerin ve yönetimlerin hepsi İslâm kılığına
bürünürler, İslâm inancına bağlı görünürler,
hiçbir zaman dini kökünden inkâr etmezler. Fakat bu aldatıcı
perde arkasında misyonerlik kongrelerinin karara
bağladıkları, "Siyon Protokolleri"nin
öngördüğü fakat bunca zamandır yürürlüğü
koyamadıkları plânların ve projelerin tümünü
yürürlüğe koyarlar.
Bu rejimler ve yönetimler ellerinde İslâm sancağı
taşırlar, ya da en azından bu dine,
saygılı olduklarını ilân ederler. Ama öte
yandan yüce Allah'ın indirdikleri dışındaki hükümlere
göre toplumları yönetirler. Yüce Allah'ın
şeriatını hayattan uzaklaştırırlar.
Yüce Allah'ın yasaklarını serbest ve helâl kılarlar.
İslâm düşüncesinin ve İslâmî değer
yargılarının köküne kibrit suyu dökecek maddeci
düşünceleri ve değer yargılarını
yayarlar. Bütün eğitim kurumlarını ve propaganda
organlarını seferber ederek İslâm'ın ahlak
değerlerini yıkmaya, İslâmî düşünceleri ve
yönelişleri kökten silmeye,
nin
ve misyoner kongrelerinin karara bağladıkları
programları uygulamaya çalışırlar.
Bu programların ortak maddelerinden biri müslüman kadını
sokağa dökmek; onu ilericilik, uygarlık, işgücü
sağlama ve üretimi geliştirme adına toplumda bir
fitne unsuru haline getirmektir. Onlar bu sinsi plânı
topluma işgücü amacına bağlarken, tüm İslâm
ülkelerinde milyarlarca işsiz erkek kapı kapı
dolaşarak iş aramakta, karınlarını
doyuracak ekmek parası peşinde koşmaktadır.
Yine bu rejimler ve yönetimler, ahlâk bozucu faaliyetleri
özendirmekte, erkeği de kadını da hem propaganda
yolu ile ve hem de pratik uygulamalarla bu amaca yöneltmektedirler.
Bu uşak yönetimler ve rejimler bütün bu melânetleri işlerken
müslüman olduklarını, bu dinin inancına
saygı duyduklarını iddia ederler. Halk
yığınlarına gelince onlar da müslüman bir
toplumda yaşadıklarını sanırlar ve onlar
da kendilerini müslüman kabul ederler. Öyle ya, içlerindeki
saflar namaz kılıp oruç tutmuyorlar mı?
Egemenliğin sırf Allah'ın tekelinde olması ya
da perakende ilâh taslaklarının güdümünde bulunması
meselesine gelince, onlar bu konuda siyonistlerin, haçlıların,
misyonerlerin, emperyalistlerin, oryantalistlerin ve yönlendirici
propaganda organlarının yutturmacasına
kapılmışlar ve bütün bu yıkıcı
çalışmalar sonunda bu meselenin din ile hiçbir ilgisi
olmadığını düşünmeye zorlanmışlardır.
Bu zehirlenmiş görüşlerin taraftarlarına göre
müslümanların düşünceleri, yaşama
tarzları, değer yargıları, hukuk sistemleri ve
yasaları bu dinin dışındaki kaynaklara
dayandığı halde onlar yine de müslüman
kalabilirler, kendilerini bu dinin bağlıları
sayabilirler·.
Uluslararası siyonizm ile dünya haçlı hareketi, bu
aldatmacayı ve yanıltmacayı daha derin boyutlara
vardırmak ve varlığını gözlerden daha
iyi saklayabilmek için, zaman zaman kendisi ile bu uydu rejimler
vé yönetimler arasında soğuk ya da sıcak
nitelikli düzmece savaşlar çıkarırlar. Böylece
kendisi ile bu uydu rejimler ve yönetimler arasında düşmanlık
ve bağdaşmazlık varmış izlenimi
uyandırmaya çalışırlar. Maddi ve manevi
yardımları ile desteklediği, gizli ve açık güçlerle
koruduğu, haber alma ve casusluk şebekelerini direkt
hizmetlerine verdiği bu rejimlerin ve yönetimlerin satılmışlığını
kamufle etmeye uğraşırlar. Onlar bu düzmece savaşları,
bu yalancı düşmanlıkları, aldatmanın
boyutlarını derinleştirmek ve uşaklarına
yönelik kuşkuları dağıtmak için çıkarırlar.
Bu yöntemle, üç yüzyıldan belki de daha uzun bir süreden
beri gerçekleştiremedikleri plânları sözünü ettiğimiz
uşakları eli ile gerçekleştirirler. Bu plânların
başta gelen maddeleri İslâm ahlâkını,
İslâmcı değer yargılarını
yıkmak, İslâm kaynaklı inanç sistemini ve düşünce
tarzını silmek, müslümanları bu geniş
coğrafya parçası üzerinde dinlerine ve
şeriatlerine dayalı bir hayat sistemi kurmaktan ibaret
olan ana güç kaynaklarından yoksun bırakmak, gözlerin
ve gözlemcilerin umursamazlıkları altında
"Siyon Protokolleri"nin ve misyonerlik kongrelerinin
öngördükleri korkunç projeleri, plânları
uygulamaktır.
Bütün bunlara rağmen İslâm dünyasında bu
aldatmacaya kanmayan küçük bir azınlık bulunabilir.
Bu bir avuç bilinçli azınlık düzmece bir din adına
yürütülen zehirlenme kampanyasına teslim olmayabilir, eski
yahudi hahamları gibi dinin ilkelerini çarpıtsınlar
diye görevlendirilen, kafirliği müslümanlık olarak
yuttursunlar diye işbaşına getirilen resmi din
kurumlarının yozlaştırma girişimlerine
boyun eğmeyebilir; fasıklığı,
facirliği ve ahlâk cellâtlığını
ilericilik, çağdaşlık ve gelişmecilik
yaftaları altında sunmaya çalışan sinsi
ellerin hainliklerini teşhis edebilir. Eğer böylesine
bir küçük azınlıkla
karşılaşılırsa acımasız bir
savaş kampanyasının bütün okları göğsüne
çevrilir, düşünülebilecek olan bütün asılsız
ve uydurma suçlamaların hedef tahtası haline
getirilerek önce toplumun gözünden düşürülür, arkasından
da en acımasız darbeler altında eziliverir. Bütün
bu cinayetler işlenirken milletlerarası haber
ajansları ve iletişim araçları kör, sağır
ve dilsiz kesilir.
Bu arada iyi niyetli, saf müslümanlar bu amansız
savaşı bazı kişilere ya da gruplara yönelik
basit bir savaş sanırlar. Bu savaşın, İslâm'a
yöneltilmiş top yekün savaşın bir parçası
olduğunun farkına varmazlar. Bunların
bazıları din gayretine ya da ahlâkça sahip çıkma
gayretine kapılabilirler. O zaman aptallık derecesine
varan bir saflıkla basit ahlâk ihlâllerine, küçük
kötülüklere karşı çıkmaya koyulurlar. Böyle
yapınca, bu kısık çığlıkları
basınca görevlerini yerine getirdiklerini sanırlar.
Öte yandan da din tümü ile ayaklar altına
alınmış ve temelinden çökertilmişken, yüce
Allah'ın tekelinde olması gereken egemenliği
birtakım yetki hırsızları gasb etmişken
ve emirlerine karşı çıkmakla yükümlü oldukları
tağutlar, zorbalar sosyal hayatın hem bütününü hem
ayrıntılarını keyfi egemenliklerinin
altına almışken, bütün bunlar bu iyi niyetli
aptalların umurlarında değildir!
Siyonist yahudiler ile haçlı hıristiyanlar bu
gelişmeler karşısında plânlarının
başarıya ulaştığını,
aldatmacalarının geçerlilik kazandığını
görmenin sevinci ile ellerini oğuştururlar. Oysa gerek
Allah tanımazlık-ateistlik silâhı ile bu dini
doğrudan doğruya yıkabilmekten ve gerekse
misyonerlik kampanyaları aracılığı ile müslümanları
dinlerinden çıkarıp başka bir dine döndürmekten
çoktandır umutlarını kesmişlerdi.
Yalnız iş bitmiş değil. Yüce Allah'a
yönelik umudumuz büyük ve bu dine beslediğimiz güven
köklüdür. Evet, onlar entrikacılıkta ve tuzak
kurmakta ustadırlar, ama yüce Allah tuzak kuranların en
üstünüdür. Nitekim bu konuda O, bize şöyle buyuruyor.
"Onlar tuzaklarını kurdular. Oysa bu hileleri
dağları yerlerinden oynatacak güçte olsa bile hep
Allah'ın eli ile gerçekleşti.
O halde sakın Allah'ın, Peygamberine vermiş
olduğu sözü tutmayacak diye sanma. Hiç kuşkusuz Allah
üstün, güçlü ve öc alıcıdır." (
İbrahim Suresi: 46-47)
ATEİZM
Allah tanımazlık-ateizm akımına
"yaratma" ve "hayat verme" kanıtları
ile karşı çıkmak, güçlü ve geçerli bir karşı
çıkma yöntemidir. Bu kanıtlar
karşısında Allah tanımazların demogojiye,
saçmalamaya ve kaypaklığa başvurmaktan başka
yapabilecekleri bir şey yoktur.
Bu evrenin şu gördüğümüz kendine özgü düzen
içinde hiç yokken ilk kez varlık sahnesine çıkışı,
arkasında bir yaratıcı gücün varolmasını
gerektirir. Bu hem yalın fıtratın ve hem de
mantığın gereğidir.
Varlık ile yokluk kutupları arasındaki mesafe o
kadar büyüktür ki, insan idraki bu korkunç uzaklığı
ancak şu evreni yoktan var eden, yaratan, icad eden bir ilâhın
varlığını düşünerek açıklayabilir.
Allah'ın varlığını kökünden inkâr
eden ateistler, bu uçurum çapındaki boşluğu
şımarık demogojilerle doldurmaya yeltenirler ve
"varlıktan önce bir yokluk olduğunu
varsaymamız için herhangi bir gerekçe yok" derler. Bu
şımarık demogoglardan biri de "ruhcu"
olarak tanınan, "materyalist" akıma
karşı "ruhçuluk (spirtualizm)" tezini savunan
bir filozoftur. Belki de bu yüzden bazı aldanmış
"müslüman"lar tarafından el üstü tutulmuş,
sözleri İslâm'ın lehinde sayılmış, böylece
yüce Allah'ın dinini kullardan birinin sözleri aracılığı
ile desteklemek gibi bir saçmalığa düşülmüştür.
Sözünü ettiğimiz filozof yahudi kökenli Fransız düşünürü
Hanry Bergson'dur.
Bu adam diyor ki; "Evrensel varoluşun öncesinde
yokluk yoktur. Varoluşu yokluktan sonra gelen bir aşama
olarak düşünmek, ancak bu şekilde düşünebilen
insan aklının yapısından kaynaklanan bir
yanılgıdır.
O halde Bergson "Evrensel varoluşun öncesinde yokluk
yoktur" derken acaba hangi mantığa, hangi kritere
dayanıyor?
Acaba akla mı? Hayır. Çünkü kendi ağzı
ile söylediğine göre ancak bir yokluğun
arkasından varoluşun sahneye çıktığı
düşünülebilir, akıl başka türlüsünü kabul
etmiyor. Yoksa bu tezi ileri sürerken dayandığı
kriter vahiy midir? Kendisinin böyle bir söz söylediği yok
ki! Gerçi bir yazısında "Mistik sezgi her zaman
bir ilâh bulur, bizim bu sürekli sezgiyi onaylamamız
gerekir" diyor. Fakat Bergson'un söz konusu ettiği ilâh,
bizim inandığımız anlamdaki Allah değil,
hayattır, canlılık olgusudur. Peki Hanry Bergson
"Evrensel varoluşun öncesinde yokluk yoktur"
derken hangi üçüncü ispatlama kaynağına, hangi
doğrulama aracına dayanıyor? Bilmiyoruz!
Sırf şu evrenin varoluşunu gerekçeye bağlayabilmek
için, sırf onun varoluşuna bir neden bulabilmek için
bile evreni yaratan bir yaratıcı olduğunu düşünmek
zorundayız. Oysa evren sadece basit biçimde var edilmiş
değil ki! Tersine o hiç şaşmayan kanunlara
ayarlı bir biçimde yaratılmış ve onun her
zerresi ölçülere bağlıdır. Öyle ki; insan aklının
en fazla yapabildiği şey bu ölçülerin bir
bölümünü, o da uzun araştırmalardan sonra
kavrayabilmekten ibarettir. (Orta çağ boyunca kulların
ensesinde boza pişiren Hıristiyan kilisesinden kaçanların
onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıldaki bütün ortak dertleri
"Allah`ı inkâr etmek" idi. Fakat bu kaçaklar arasındaki
"idealistler" bu amaçlarına ulaşabilmek için
"aklı" seçerek Allah'ın bütün
özelliklerini ve sıfatlarını akla
yakıştırırken "materyalistler" Allah
yerine "tabiat"ı koyarak O'nun bütün
özelliklerini ve sıfatlarını ona yüklemişlerdir.
Çünkü gerek berikiler ve gerekse ötekiler evreni ve evrendeki
gelişmeleri açıklayabilmek için dayanacakları
insan-üstü bir şeyin varlığını
varsaymak zorunluğunu kaçınılmaz görüyorlardı.
Ve çünkü onlar yalnızca kilisenin pençesinden
kurtulabilmek amacı ile Allah'ı inkâr etmek istiyorlardı!)
Evrenin varlığının yanısıra
hayatın ve canlılık olgusunun doğuşu da
öyledir. Canlılık olgusu ile cansız madde
arasındaki korkunç mesafeyi yaratıcı ve yönlendirici
bir ilâhın varlığını düşünmeden
açıklamak mümkün değildir. Maddeye hangi anlamı
verirsek verelim, istersek onu radyasyon (ışıma)
anlamında kabul edelim bu yine böyledir. Bu yaratıcı
ilâh evreni, hayatın doğuşuna ve doğduktan
sonra da varlığını sürdürmesine elverişli
olabilecek nitelikte yaratmış olması zorunludur.
Üstelik insan canlılığı,
taşıdığı çarpıcı özellikler
ile sıradan bir canlılık değildir,
sıradan canlılığın düzeyini aşan
bir olgudur. Kökeni çamurdur. Yani şu yeryüzünün
hammaddesinden kaynaklanmaktadır. Buna göre bu çamura
bilerek ve isteyerek canlılık sunan, insan
özelliklerini sunan bir iradenin varolması gerekir.
Allah tanımazların ateistlerin hayatın
doğuşunu açıklamak için harcadıkları bütün
çabalar, giriştikleri bütün denemeler bizzat insan aklı
açısından başarısızlığa
uğramıştır. Bu konuda en son okuduğum
deneme Amerikalı filozof taslağı Will Dywrante'nin
girişimidir. Bu adam söz konusu denemesinde canlılık
olgusunun belirli bir derecesi diye nitelediği atomsal
hareket ile canlılarda varlığı bilinen gerçek
canlılık olgusu arasında yakınlık kurmaya
kalkışmıştır. Bu ümitsiz ve inatçı
girişimin amacı cansız madde ile
kımıldayan canlılık olgusu arasındaki
korkunç boşluğu doldurmaktır. Böylece adam aklısıra,
cansız maddelere hayat vererek canlılık olgusunu
sahneye çıkaran bir ilâhın
varlığını düşünmeye gerek kalmayacağını
ortaya koymaya çalışıyor.
Fakat bu girişim ne o adama ve ne de materyalist
yoldaşlarına bir şey kazandırmaz. Çünkü, eğer
hayat cansız maddenin yapısında saklı bir
nitelik ise ve bu cansız maddenin ötesinde canlılığı
var eden irade sahibi bir başka güç yoksa, maddenin yapısında
saklı olduğu ileri sürülen bu canlılık
olgusunun değişik düzeylerde ortaya çıkmasını
sağlayan, yani bazı canlılıkları
diğer bazı canlılıklardan daha
gelişmiş ve daha karmaşık yapan faktör nedir?
Niye bu canlılık atomda bilinçten yoksun, basit bir
otomatik hareket olarak belirirken bitkilerde organik bir nitelik
kazanıyor ve bildiğimiz canlılarda bileşimi ve
işleyişi daha karmaşık bir organiklik biçiminde
ortaya çıkıyor?
Hayat içerdiği ileri sürülen maddenin bazı
elementlerinin, diğer bazı elementlere göre hayat
unsurundan daha fazla pay almalarını sağlayan ve
önceden tasarlayıcı bir iradeye bağlı olmayan
güç nedir? Maddenin yapısında saklı olduğu
ileri sürülen hayatı, farklı gelişmişlik
evrelerine ayıran faktör nedir?
Cansız madde ile canlılık olgusu arasındaki
bağdaşmazlığı iyice kavrayabilmemiz için
canlılık olgusunu önceden tasarlama gücüne sahip bir
iradenin bilerek ve isteyerek yarattığını
kabul etmeliyiz. Ama canlılık içerdiğini varsaysak
bile tek başına maddenin bu olguyu ortaya çıkardığını
ileri sürecek olursak, insan aklının bu
cansız-canlı
bağdaşmazlığını kavrayıp açıklayabilmesi
imkânsız olur.
Farklı aşamaları ile hayat olgusunun
yayılışına İslâm'ın getirdiği
açıklama tarzı, bu olguya ilişkin tek çözüm
şeklidir. Uğursuz maddeci girişimlerin bu olguyu açıklamaları
mümkün değildir.
Biz bu tefsir kitabında Kur'an yöntemi dışına
çıkmayı düşünemeyeceğimize göre, Allah tanımazlık
akımına "yaratıcılık" "önceden
tasarlayıcılık" ve "canvericilik
kanıtları" ile karşı koymayı yeterli
sayıyor, bu kanıtların ötesine geçmek
istemiyoruz. Çünkü Kur'an-ı Kerim, yüce Allah'ın
varolup olmadığını tartışma konusu
yapmıyor. Çünkü yüce Allah biliyor ki, insan fıtratı
bu tartışmayı körükleyen ateist akımı
tiksinerek reddediyor. Asıl mesele yüce Allah'ın
birliğini onaylama ve kulların hayatı üzerindeki
ortaksız egemenliğini tanıma meselesidir.
İşte bu surenin yukarda incelediğimiz ayetleri
yoğunluklu olarak bu meseleyi işliyor.
İNAD VE KİBİR
Okuyacağımız ayetler, bu surenin giriş bölümündeki
geniş fırça darbeleri içeren ilk ayet dalgasını
izleyen ikinci dalgayı oluşturur. İlk dalga, tüm
evreni ilâhi varoluşun gerçeği ile
kaplamıştı. Bu ilâhi varlık göklerin ve
yerin yaratılışında somut ifadeye
kavuşuyor, karanlıklar ile aydınlığı
var ediyor, sonra yeryüzünün hammaddesinden insanı
yaratmada, ölümle noktalanan süresini belirlemede, yeniden
dirilmeyi öngören öbür zaman süresinin sırrını
katında tutmada, insanların bütün gizli-açık yönlerini
ve saklanan ve açıkta işlenen tüm davranışlarını
bilgisi ile kapsamada tecelli ediyor.
Gerek dış dünyada ve gerekse insanın iç
aleminde somut ifadesine kavuşan bu ilâhi varoluş,
kendine özgü ve tek örnekli bir varoluştur. Başka hiçbir
varoluş onun benzeri değildir. Çünkü yüce Allah'dan
başka hiçbir yaratıcı yoktur. Ayrıca bu ilâhi
varoluş çarpıcı, ezici ve her tarafı
kaplayıcı bir varoluştur. Bu yüce gücün gölgesi
altında O'nu yalanlamak, O'nun varlığını
kanıtlayan baş döndürücü kanıtlara sırt
çevirmek hiçbir dayanağı, hak verdirici hiçbir
mazereti olmayan çirkin bir tuhaflık olarak belirir.
İşte bu gerekçe ile bu ikinci ayet grubu, bu her
tarafı kaplayıcı, çarpıcı ezici ve yüce
varlığın gölgesi altında, İslâm'ın
çağrısına sırt çeviren müşriklerin
tutumunu gözler önüne seriyor. Bu