20- De ki: "Ben sırf Rabbime yalvarırım,
O'na hiç kimseyi ortak koşmam."
21- De ki: "Ben size ne zarar verebilirim ve ne de fayda
sağlayabilirim."
22- De ki: "Hiç kimse beni Allah'ın
elinden kurtaramaz; ben O'nun dışında hiçbir sığınak
bulamam."
23- "Benim görevim, sadece Allah'tan gelen direktifleri,
O'nun mesajını duyurmaktır. Allah'a ve Peygamber'e
başkaldıranları, içinde sürekli kalacakları
cehennem ateşi bekliyor."
24- Onlar kendilerine yönelik tehditlerin somut olarak
gerçekleştiğini gördüklerinde hangi tarafın
destek bakımından zayıf ve sayıca az
olduğunu anlayacaklardır.
25- De ki: "Size yöneltilen tehdit yakın
mıdır, yoksa Rabbim onun için uzun bir vade mi
belirlemiştir, bilmiyorum."
26- Gaybın bilgisi O'nun tekelindedir. O gaybın
sırlarını hiç kimseye açmaz.
27- Bu sırları sadece seçtiği peygamberlerine açar.
Onların önlerinden ve arkalarından gözcüler,
korucular salar.
28- Böylece onların, Rabblerinin mesajlarını
insanlara duyurduklarını belirler. O onların
durumlarını ve tutumlarını bilgisi ile
kuşatmış, herşeyi bir bir
saymıştır.
Evet, ya Muhammed, insanlara de ki:
"Ben sırf Rabbime yalvarırım, O'na hiç
kimseyi ortak koşmam."
Bu açıklama cinlerin "Artık Rabbimize hiçbir
ortak koşmayacağız" biçimindeki kendi soydaşlarına
yönelik açılamalarından sonra geliyor. Bu yüzden ayrı
bir tad, ayrı bir etkileme gücü kazanıyor. Buna göre
bu söz insanların ve cinlerin üzerinde görüş
birliğine vardıkları ortak bir ilkedir. Kim -müşriklerin
yaptıkları gibi- bu ilkeyi çiğnerse bu iki alemden
soyutlanmış, onların oluşturdukları ortak
çerçevenin dışına çıkmış olur.
Ayetleri okumaya devam edelim:
"De ki: `Ben size ne zarar verebilirim ve ne de fayda
sağlayabilirim."
Bu ayette de Peygamberimize kulluk ettiği ve kendisine hiçbir
ortak koşmadığı yüce Allah'ın yetkisinde
olan konularda hiçbir iddiada bulunmaması, bu konulardan el
çekmesi ve uzak durması emrediliyor. Zarar verebilme ve
fayda dokundurabilme yetkisi sadece Allah'ın tekelindedir.
Ayetin orjinalinde "zarar" sözcüğünün karşıtı
olarak "hidayet" anlamına gelen "ruşd"
kelimesi kullanılıyor. Aynı kelimenin cinlerin "Acaba
yeryüzündekiler için kötülük mü dileniyor, yoksa Rabbleri
onlar hakkında iyilik mi diliyor bunu bilmiyoruz." Biçiminde
sözlerinde de kullanılmıştır. Görülüyor ki,
bu iki söz arasında hem içerik hem de sözcükler bakımından
büyük oranda uyum vardır. Hikâye ile o hikayeye ilişkin
değerlendirme arasındaki bu uyum, Kur'an'ın birçok
yerinde gözetildiği, arandığı görülen bir
ifade özelliğidir.
Bu iki ayetle bir yandan fayda ve zarar verecek güçte
oldukları sanıla gelmiş olan cinler, öbür yandan
Peygamberimiz kenara çekiliyorlar. Sonuçta bu yetki bütünü
ile yüce Allah'ın tekelinde kalıyor. Böylece imana
dayalı düşünce ve kesin, belirgin ve kayıtsız-şartsız
soyutlanma ilkesi üzerine oturarak tutarlılık
kazanıyor. Devam ediyoruz:
"De ki: `Hiç kimse beni Allah'ın elinden kurtaramaz;
ben O'nun dışında hiçbir sığınak
bulamam."
Bu söz peygamberlik ve Allah'a çağrı konusunda
kalbi ciddiyetle doldurup taşıran müthiş bir sözdür.
Peygamber'e bu büyük gerçeği ilan etmesi ve şöyle
demesi emrediliyor: Beni hiç kimse Allah'ın elinden
kurtaramaz. O'nun dışında hiçbir himaye yeri,
hiçbir sığınak bulamam. Tek çarem bu mesajı
insanlara duyurmak, bu emaneti yerine getirmektir. Benim için tek
sığınak, tek güvenilir kurtuluş yolu budur.
iş, benim kendi işim değildir. Benim bu
İşte duyurmaktan başka hiçbir fonksiyonum yoktur.
Bu duyurma görevini yerine getirmek benim için kaçınılmazdır.
Çünkü benden bu görevi yapmamı istiyor. O'nun elinden
beni hiç kimse kurtaramaz. O'nun dışında beni
koruyacak hiçbir sığınak bulamam. Buna göre O'nun
bana indirdiği mesajı duyurmak, bu görevi yerine
getirmek, benim için tek kurtuluş yoludur.
Aman Allah'ım, bu ne korku, bu ne dehşet, bu ne
ciddiyet!
Çağrının önderi olan Peygamberimizin
gönüllü girişimi değildir sözkonusu olan. Sözkonusu
olan yükümlülüktür. Ciddi ve kesin yükümlülük. Yerine
getirilmesi kaçınılmaz bir yükümlülük. Çünkü
arkasında yüce Allah var.
Hidayeti ve iyiliği sırtlayıp insanlara
iletmenin sağlayacağı psikolojik haz değildir
sözkonusu olan. Görev, ne savsaklanabilecek ne tereddütle karşılanabilecek
olan yüce bir görevdir.
İşte çağrı görevinin niteliği böyle
açıklığa kavuşturuluyor, böyle belirleniyor.
Bu iş bir yükümlülüktür, kaçınılmaz bir görevdir.
Arkasında dehşet vardır, arkasında ciddiyet
vardır, arkasında yüceler yücesi Allah vardır.
Devam ediyoruz:
"Allah'a ve Peygambere başkaldıranları, içinde
sürekli kalacakları cehennem ateşi bekliyor.
Onlar kendilerine yönelik tehditlerin somut olarak gerçekleştiğini
gördüklerinde hangi tarafın destek bakımından
zayıf ve sayıca az olduğunu anlayacaklardır."
Duyurma görevinin kesin ciddiliğinin ortaya
konuluşunu izleyen bu hem açık ve hem de kapalı
tehdit ilâhi mesajı aldıktan sonra, duyuru görevinin
yerine getirilişinin arkasından
başkaldıranlara yöneliktir.
O günün müşrikleri güçlerine ve sayısal
üstünlüklerine sığınıyorlar, kendi güçlerini
Peygamberimizin ve yanında bulunan az sayıdaki Müslümanların
güçleri ile karşılaştırarak karşı
tarafa tepeden bakıyorlardı. Ama dünyada ya da ahirette
kendilerine yönelik tehditlerin somut olarak gerçekleştiğini
gördüklerinde "Hangi tarafın destek yönünden zayıf
ve sayıca az olduğunu" hangi tarafın
perişan, güçsüz, zavallı ve yüzüstü bırakılmış
olduğunu öğreneceklerdir.
Bu noktada eğer cinlerin sözlerine dönersek onların
"Yeryüzünde Allah ile başedemeyeceğimizi ve
O'ndan kaçıp kurtulamayacağımızı
kesinlikle anladık" biçimindeki açıklamaları
ile yüzyüze geliriz. Böylece hikaye ile hikayeye ilişkin
değerlendirmenin uyuştuğunu görürüz. Hikayenin,
değerlendirmeye zemin hazırladığını
ve değerlendirmenin de tam zamanında ve yerinde
karşımıza çıktığını
belirlemiş oluruz.
Bir sonraki ayette Peygamberimize gayp aleminden el çekmesi, sıyrılması
emrediliyor. Okuyalım:
"De ki: `Size yöneltilen tehdit yakın
mıdır, yoksa Rabbim onun için uzun bir vade mi
belirlemiştir, bilmiyorum."
Bu çağrı Peygamberimizin kendi işi
değildir, özünde O'nun hiçbir rolü, hiçbir katkısı
yoktur. O'na düşen sadece yükümlülüğünü
üstlenerek bu mesajı duyurmak ve böylece kendini güvenlik
bölgesine çıkarabilmektir. Eğer ilahî mesajı
duyurma görevini yerine getirmezse sözkonusu güvenlik
bölgesine çıkamaz. Allah'a başkaldıranlara, O'nun
mesajını yalanlayanlara ne gibi tehditler yöneltildiği
de Peygamberin yetkisi dışındadır, O'nun bu
konuda ne bir rolü vardır ne de bu tehditlerin gerçekleşeceği
zamanı bilir. Yüce Allah bu isyancıların
yakasına yakında yapışır mı, yoksa
onlara uzun süreli bir mühlet mi tanır, O'nun bu konuda bir
bilgisi yoktur. Peygamberimizin bu bilgisizliği ve
habersizliği dünya azabı için de ahiret azabı için
de geçerlidir. Bunların her ikisi de sadece yüce Allah'ın
bildiği "gayb" sırlarıdır.
Peygamberimizin o alanda hiçbir yetkisi yoktur, ne zaman
gerçekleşeceklerine ilişkin bir bilgisi de yoktur. Gayb
aleminin bilgisi Allah'ın tekelindedir, bu alan
yaratıklara kapalıdır. Devam ediyoruz:
"Gaybın bilgisi O'nun tekelindedir. O gaybın
sırlarını hiç kimseye açmaz." Böylece
Peygamber her türlü sıfattan soyutlanıyor, kendisine
sadece "kulluk" sıfatı
bırakılıyor. O Allah'ın kuludur. Bu en yüksek
derecesi ile, en üstün rütbesi ile O'nun sıfatıdır.
Böylece islam düşüncesi her türlü kuşkudan, her türlü
dış sızıntıdan
arındırılıyor. Çünkü doğrudan
doğruya bu dinin Peygamberine
"De
ki: `Size yöneltilen tehdit yakın mıdır, yoksa
Rabbim onun için uzun bir vade mi belirlemiştir, bilmiyorum.
Gaybın bilgisi O'nun tekelindedir. O gaybın
sırlarını hiç kimseye açmaz" demesini
emrediyor, Peygamber de bu gerçekleri ilan ediyor.
Bu kesin ilkenin bir tek istisnası var. O da yüce Allah'ın
izni ile Peygamberlere verilen gayb bilgileridir. Onlara verilen
bu bilgiler, ilâhî mesajı insanlara duyurmaya ilişkin
görevlerini kolaylaştırma amacı ile
sınırlıdır. Her şeyden önce onlara vahiy
yolu ile indirilen mesaj, gayb biliminin bir parçasıdır.
Yüce Allah zamanı gelince bu bilgiyi peygamberlerine açıyor,
miktarını belirliyor, bu mesajı insanlara
duyururlarken kendilerini gözetiyor ve denetliyor. Okuyacağımız
ayetlerde yüce Allah, Peygamberimize bu gerçeği ilân
etmesini emrediyor. Bu emrin dili
son derece ciddi
ve dehşet uyandırıcıdır. Okuyalım:
"Bu sırları sadece seçtiği peygamberlerine
açar. Onların önlerinden ve arkalarından gözcüler,
korucular koyar.
Böylece onların, Rabblerinin mesajlarını
insanlara duyurduklarını belirler. O; onların
durumlarını ve tutumlarını bilgisi ile
kuşatmış, herşeyi bir bir
saymıştır." Yüce Allah, mesajını
insanlara duyurmak üzere seçtiği peygamberlere gay
ba
ilişkin
sırların bir bölümünü bildirir. Bu bilgiler "vahiy"
diye adlandırdığımız ilâhî mesajı,
bu mesajın konusunu, duyurma yöntemini, onu getiren
melekleri, kaynağını, "Levh-i Mahfuz"daki
saklanışını, Peygamberin görevleri ile ilgili
ve daha önce bilmedikleri diğer gayb
sırlarını içerir.
Bu arada yüce Allah, gönderdiği bu peygamberleri
sıkı gözetim ve denetim altında bulundurur. Bu gözetim
ve denetim işini yapmak üzere başlarına gözcüler
ve denetleyiciler diker. Bu görevliler şeytanın dürtülerine
ve ayartma girişimlerine karşı nefislerinin içgüdülerine
ve kışkırtmalarına karşı, görev
ihtimaline yolaçabilecek insani zaaflarına karşı,
unutma ve sapma tehlikelerine karşı, kısacası
insanoğlunda görülebilecek olan bütün yetersizliklere ve
zayıflıklara karşı peygamberleri korurlar.
İlk
ayetteki
"Onların
önlerinden ve arkalarından gözcüler koyar" ifade
gerçekten dehşet saçıcıdır. Bu ifade
Peygamberlerin büyük görevleri sırasında
sıkı ve sürekli bir denetim altında
tutulduklarını somut biçimde dile getirir. Arkasından
şu cümle ile yüzyüze geliyoruz:
"Böylece onların, Rabblerinin mesajlarını
insanlara duyurduklarını belirler."
Aslında yüce Allah, peygamberlerinin neler yaptıklarını
bilir. Fakat amaç, onların
duyurma görevlerini
yapmaları ve görevin pratikte yerine getirildiğine
ilişkin bilginin Allah'ın bilgisine
bağlanmasıdır. Sonra da şöyle buyuruluyor:
"O, onların durumlarını ve
tutumlarını bilgisi ile kuşatmıştır."
Peygamberlerin iç dünyalarında, hayatlarında ve
çevrelerinde olup biten bütün gelişmeler yüce Allah'ın
bilgi alanı içindedir, hiçbir gelişme bu alanın
dışında kalmaz. Şimdi de surenin son cümlesini
okuyoruz:
"O, herşeyi bir bir saymıştır."
Onun bilgisi sadece peygamberlere ilişkin
gelişmelerle sınırlı değildir, tersine
akla gelen ve gelmeyen herşeyi içerir, her şeyi tek tek
saymış, hesaba getirmiştir. Tek tek saymak ve
hesaba geçirmek, bilgi yolu ile kapsamanın en duyarlı
biçimini ifade eder.
Deminden beri okuduklarımızı zihnimizde yeniden
canlandıralım: Peygamber sıkı bir gözetim ve
denetim ablukası altındadır. Yüce Allah içinden
geçen ve çevresinde olup biten herşeyi bilmektedir. O bir
emir kuludur. Görevini yapmaktan başka bir seçeneği
yoktur. Görev yolunu izlerken ne nefsinin içgüdüleri ile ne
insanî zaafları ile ne kişisel arzuları ile ne
sevgileri ve sempatileri başbaşa
bırakılmamaktadır. Tersine son derece kesin bir
ciddiliğin bilerek hiç sağa-sola bakmadan yolunda
ilerlemektedir. Çevresini saran gözetim ve denetim ağının
farkındadır. Yüce Allah'ın üzerine dönük bilgi
ve keşif projektöründe haberdardır.
Bu tablo bir yandan Peygamberlerin konumuna yönelik ilgiye yoğunluk
yüklerken öbür yandan da bu yüce görevi ürpertici dehşet
duygusunun odak noktası haline getirir.
Cinlerin çarpıcı, ürpertici, sarsıcı,
uzun ve ayrıntılı konuşmaları ile
başlayan sure, bu müthiş ve ürpertici mesajın
sarsıntıları ile noktalanıyor. Sadece yirmi
sekiz ayetten oluşan bu kısa sure birçok temel gerçeği
dile getiriyor. Bu temel gerçekler Müslümanın inanç
sisteminin, dengele, tutarlı ve berrak düşünce yapısının
tuğlaları niteliğindedirler. Bu düşünce yapısı
her türlü aşırılıktan uzak, bilgi edinme
kanallarını insanın yüzüne kapamayan, bununla
birlikte insanı masalların ve asılsız
kuruntuların peşinden koşturmayan,
sağlıklı bir düşünce yapısıdır.
Kur'an'ı dinler-dinlemez hemen iman eden cinler ne kadar
doğru söylüyorlar:
"Biz harikulâde bir Kur'an dinledik. O doğru yola
iletiyor. Hemen inandık ona."